Patronsuz Medya

Ortalık Bernard Shaw'dan geçilmiyor

Necdet Şen - 31 Temmuz 2003  


Çocukluğumdan beri bu beyfendinin adını her yerde görürüm. Gazetelerin sol üst köşelerinde, takvim yapraklarının arkalarında, mutluluk reçetesi veren yazıların orasında burasında, ya da "nasıl başarılı oldum?" tarzı kitapların önsözlerinde falan…

Bu Bernard Shaw galiba İngiliz ve galiba kalıbı dinlendireli epey zaman olmuş. Nasıl biridir, benzetmek gerekse daha çok Neyzen Tevfik gibi biri midir, yoksa Aydın Boysan'ı mı andırır, hiç bir fikrim yok. Kitabı var mıdır, varsa çok mudur, esas mesleği nedir, onu da bilmem. Görünüşe bakılırsa, komik öyküleri ve özlü sözleri ile daha bir müddet yaratıcılık kabızı Türk basınının ağzına sakız olacak gibi.

O nükteleri derleyen ve köşesinde yayınlayan herkes bu adamın kitaplarını okuyup satır altlarını mı çizmiştir, yoksa elden ele dolanan "Bernard Shaw'dan Özlü Sözler" tarzında bir derleme kitap vardır da oradan mı alırlar, bunu da hiç bilemem. Dahası, neden hep Bernard Shaw? Diğer yazarlar -ya da kabzımallar, bahçıvanlar, seyisler falan- hiç özlü söz sarf etmemişler midir, eğer bu beyfendi İngiliz olmasaydı da Suriyeli Tunuslu falan olsaydı adını duyar, özlü sözlerini alıntılar mıydık, işte bunu katiyyen bilemem.

Onca yıl boyunca her taşın altından bu adamın veciz sözleri çıkmasına rağmen, bu ana kadar içimde "şunun kitabını bulayım da okuyayım" türü bir arzu uyanmamış olmasını da cahilliğime mi versem, ağızlara sakız olan her şeyle arama koyduğum mesafeye mi, bu konuda da kararsızım.

Nasreddin Hoca'ya ait olduğunu sandığımız fıkraların birçoğunun aslında ona ait olmayışı gibi, acaba başkalarına (hatta bizzat takvim editörüne) ait olup da Bernard Shaw'a maledilen özlü sözler de var mıdır acaba?

Malum, Mickey Spillane hayatı boyunca sadece dört tane Mike Hammer romanı yazmış, ama bizim ülkemizde yayınlanan Mike Hammer romanlarının sayısı yirmi otuz tane falan. Gerisini Kemal Tahir ve -adını şimdi aklıma getiremediğim- bir başka ünlü yazarımız yazmış ekmek parası adına.

Bir de Montaigne vardır hani, bilmem kaç yüzyıl sonra bile hâlâ "bilge kişi" gibi sunulan, ama bendeniz kalın kafalının nedense okuduğumda hiç bir pırıltı göremediğim Fransız deneme yazarı. Bunların hepsi aynı kültürel paketin kalemleriymiş gibi geliyor bazen. Hani, Marshall Yardımı gibi, bir dönem sokuşturulmuş, ama ne adına Allah bilir.

Merak eder dururum, bu Bernard Shaw hakikaten çok derin bir feylesof muymuş, yoksa zamanında kendini pazarlamayı gayet iyi becermiş bir piyasa adamı mı? Ve takıldım kaldım işte; şunca yazar bolluğunda niye ille de Bernard Shaw?

Bizim de yerli Bernard Shaw'larımız var artık. Niye onlardan alıntı yapmıyorlar?

Haa, anladım, "onlar zaten kendilerinden alıntı yapıp duruyorlar" diyeceksiniz. Eh, siz de haklısınız.

Benim oğlum bina yazar

- "Oğlunuz ne iş yapar Vecihe hanım?"

- "Vecize yazarıdır keendisi…"

Eminim farkındasınız, son on yıldır sadece "özlü söz" yazarak "yazar" olmuş bazı arkadaşlar var. Hatta onların bu "özlü sözler"in bir araya getirilmesinden oluşmuş "kitap" ları bile var. Öyle kitaplar ki bunlar, sekiz tanesinin okunup bitmesi için Karaköy-Kadıköy hattındaki bir vapur yolculuğu yeterlidir.

Kabalığımı bağışlayacağınızı umarak fısıldayayım ki, bir şiir kitaplarını, bir de bu vecize -" duvar yazısı" ya da "aforizma" diyenler de var- kitapları kâğıt israfı olarak görürüm. Kocaman sayfanın ortasında üfürülüp ipe dizilmiş bir ya da iki cümle, yallah çevir sayfayı, orada da bir başka fasarya cümle. Neymiş? Kitap.

Bu kadar "özlü" -ve kafiyeli- şeyler çizemediği için çizgi romancı olmuş, tabii ki hayatı kaymış, özlü yazamadığı için de böyle destan uzunluğunda yazılar yazan biri olarak, bu vecize yazarlarını çok kıskandığımı itiraf etmek durumundayım. Neden derseniz, onlar da başarısız ben de. Ama onlar daha az yorularak başarısız olmanın sırrını bulmuş durumdalar.

Belki onlar da bu Bernard Shaw beyefendinin veciz sözlerini okuya okuya büyüyüp, böyle bir meslek var diye düşünmüş ve bu veciz işe soyunmuş olabilirler. Belki bu nedenle oturup sahiden yazı yazmak yerine böyle özlü sözler yazıyor ve sonra bunları biriktirip biriktirip kitap çıkartıyor da olabilirler.

Sayın halkım da bunları ağzını sadece "özlü" konuşmak için açan, telgraf kısalığında konuştuktan sonra, bir sonraki özlü söze kadar sükût eden kişiler sanıyor olabilir.

Ama ben cıfıtım ya, aklımın bir köşesinde bu arkadaşların söyleyecek kayda değer sözleri yokmuş gibi bir düşünce dolanıp duruyor. Belki budur yazmak yerine lâf kaydırmacayı seçmiş olmalarının esbabı mucibesi.

Vecize yazarlarından önce "Espriciler" vardı

Bilenler bilir, bu fakir de uzun yıllar önce mizahı "geçirme" zanneden bir kafanın çıkardığı ve konuşma balonları hep "ulan" diye başlayan karikatürlerin yayınlandığı o sarı boyalı dergilerin ağababasında yazıp çizmişti.

Oradaki icrayı sanat yol-yordamı şöyleydi:

Toplam üç odadan mürekkep olan derginin iki odasına Büyük Abi ile -nur içinde yatsın-Küçük Abi, karınca kararınca sığışmışlardı. Üçüncü ve en küçük odada ise derginin geriye kalan yazar ve çizerleri, sayfa sekreteri, ofisboylar, konuklar falan, yayıla yayıla otururduk. Bu odada masa başına yaklaşık 22 çizer, 33 esprici düşerdi. Sandalye sayısı masa sayısından birkaç tane daha fazlaydı ve erken gelen kapardı.

Karikatürist, bildiğiniz gibi, karikatür çizen kişiye denir. Ama bu dergide ondan bulunmazdı.

Peki ne bulunurdu? İki tür insan: Espriciler ve Çizgiciler.

"Çizgiciyi anladık da Esprici de ne ola?" diye soracak olursanız, şöyle izah edebilirim:

Başlangıçta hepimiz o dergilere postayla karikatür gönderirken, ilk çizgilerimizin "Çiçeği Burnunda Tıfıllar" köşesinde boy göstermesini müteakiben Büyük Abi tarafından huzura kabul edilmiştik. Biz hevesli amatörler arasından seçilen ve küçük odadaki kalabalığa dahil edilmiş bulunan pırıltılı çocuklardan bazıları çizgi çizebiliyor ama komik şeyler bulamıyordu; bazılarımız da komikliğe yatkın oluyor, ama çizgi çizemiyordu.

Zamanla çizgi çizebilenler sadece "çizgici", izemeyenler de "esprici" olarak adlandırıldı ve Siyam İkizleri gibi bitişik çalışmaya zorlandılar. Yani, "ulan" diye başlayan konuşma balonlarının içine "nükteli" sayılabilecek cümleler yazma ve bu balonların altına ayakta duran ya da oturan birkaç kişi çizme işi iki farklı tip "mizahçı" tarafından üstlenilmiş oldu.

Tabii ki hem espriyi bulan hem de çizebilen nadir kişiler diğerlerinden biraz daha fazla telif alıyorlardı, ama pek tercih edilmiyorlardı. Bilemem, belki kendi başlarına ayakta durabilme olasılıkları olduğu içindir, belki başka sebepten. Bu üçüncü gruptakiler -şekilde de görüldüğü gibi- yarışta yaya kaldılar.

Diğer "yapışık ikiz" grubunun sadece çizebilenlerinin bir kısmı "ben bu telifi niye diğer köleyle paylaşiiym, azıcık sıkarım maçayı esprilerimi de kendim bulurum" diyenleri zamanla sade suya tirit çizgi bantlara ya da reklâm illüstrasyonlarına falan yöneldiler. En yeteneksizleri, yani yarıştan ilk elenenler doğru yolu en kestirmeden bulanlar oldu; şimdi onlar gazete editörü ya da büyük reklam firmalarında art direktörü falan. Daha yetenekli olanlara vinyet, storyboard falan çizdiriyorlar.

Vinyet: Fransızca "pul" kelimesinden geliyor. Basın jargonunda, yazıların yanına çizdirilen ısmarlama çizgilerin genel adı.

Storyboard: Reklam filminin çizgi roman benzeri senaryosu; reklam veren firma ve reklamı çekecek yönetmen "görsün" diye çizdirilir.

Çizgi çizemeyip de konuşma balonunun içine "ulan" lı konuşmalar yazanlar da zamanla "nükteyi bulan benim, o nüktenin altına ıstampayla basılmış gibi yeknesak çöp adamlar çizsen noolacak çizmesen noolacak, zaten işin çizgi yönü dolgu malzemesi" diye düşünmüş olsa gerek, esprilerini kimseye koklatmayıp, kendi çıkardıkları yavru dergilerde kutucuklar içine yazmaya başladılar.

Bu kısa ve "özlü" cümleler genellikle "tez-antitez" mantığıyla güncel bir olay ve ona yönelik "oturtmaca" sözden müteşekkil iki parçalı bir yapı arzeder. Temel çıkış noktası, "hicvedilecek" kelimeyi bulup, ardından onunla kafiyeli sözcüklerden en uygun olanını seçmek ve daha sonra da bu iki sözcüğü içeren bir cümle kurmaktır. Ağırlıklı olarak siyasetçileri -tabii ki devlet bürokrasisinin onaylamadığı siyasetçileri- hicveder.

Artık onlar çizmeyen çizerlerdir ve "çizgisiz karikatür" gibi bize özgü bir icadın nevî şahsına münhasır figürleri olarak fotografta yerlerini almışlardır. Muhtemelen onlar da herkes gibi, hangi basılı kâğıda gözü kaysa Bernard Shaw mahreçli bir inciye rastladıklarından ve herhalde Bernard Shaw'u sadece özlü sözler yazan, onun dışında yan gelip yatan bir ulu kişi olarak algıladıklarından -ve belki uzun yazı yazmaya sıkıldıklarından- doğalarına en uygun düşen şeyi, yani işin kolayını seçmiş olabilirler. Gazetelerdeki siyaset yazan köşe yazarlarının diğerlerinden daha "karizmatik" bulunuyor olması, kolay kolay işsiz kalmayışları, sözkonusu vecize yazarlarını siyasete ilgi duymaya sevketmiş de olabilir.

Geride bir de hem öykü yazıp hem resimleyen, bu yetmezmiş gibi siyasetten, sinemadan, edebiyattan, felsefeden ve kuş-muş kondurmaktan anlamak zorunda olan ve bunların birini bile beceremezse başarısızlığa, dolayısıyla köpek gibi çalışmaya mahkûm olan bedbahtlar vardır ki, onların zaten az olan sayıları Kelaynak kuşları gibi hoyratça tüketildi, meydan "kolay"ın ustalarına kaldı.

Vecize yazarı deyip geçme, onun da bir beyni vardır

Bir süre sonra bu acaipliğin esas kaynağı olan sarı boyalı komikçi dergisi el değiştirip hikmetinden sual olunamaz Abiler de herkes gibi sokakta kalınca ve zaten metastas yapmış olan bu anlayış bir sürü yavru dergiye ve gazetelerin fındık-çerez sayfalarına taşınınca, bu vecize yazarlarının bir kısmı ticarî zekâlarının hikmetiyle kapağı televizyon dünyasına atıp, komedyenlere skeç, ikizlere takke, bebelere balon falan yazarak gerçek anlamda "köşe" oldular.

Diğer yandan, bazıları bu furyada -kafaları ticarete basmadığından olabilir- ortalıkta işsiz dolanan "kıymeti bilinmemiş" dahîlere dönüştü. Oysa mültimilyarder ve "köşe" olanlarla işsiz dolananlar arasında "derinlik" ve "komiklik" açısından -en azından benim görebildiğim- pek bir fark yok gibiydi. Dedim ya, fark, ticarî zekâdaydı. Yıllarca "sosyal adaletsizlik" karikatürleri çizerek ve farklı düşünenleri "lâle" sıfatıyla taltif ederek 3 milyon dolara matbaa makinesi satın alabilecek düzeye gelen karikatürcüleri de gördü ülkem, meyhane meyhane dolanıp, sarhoşlara eski karikatürlerinin orijinal kopyalarını göstererek karnını doyurmaya çabalayan "keşkül-ü fukara" karikatürcüleri de.

Ama olsun. İşsiz dolananlar da en azından -bedavaya bile olsa- özlü sözlerini yayınlatabilecek bir yerler bulabiliyorlar. Gazetelerde otağ kurmuş ve yarım sayfalık köşelerini her gün nasıl dolduracaklarını bilemedikleri için, ottan çöpten her konuda ellerine ne geçerse kutular açıp onun içinde yayınlayan bir köşe erbabı var uzun süredir. Bu arkadaşlar da "bari adımız unutulmasın" kaygısıyla oralara sığıştılar rica minnet. Doğruya doğru, işleri çok ağır; her gün Saatli Maarif Takvimi'nin arkasında yayınlanan ve Bernard Shaw vecizelerine benzeyen -ya da Orhan Veli şiirlerini andıran- özlü sözler düşünmek zorundalar.

Sanırım günlerinin geri kalanını da "devlet yeteneksiz tiyatroculara, kimsenin ilgilenmediği baletlere, tenorlara ödenek ayırıyor, hiç bir halt yapmasalar da onları kör besler gibi besliyor, peki bize neden el uzatmıyor?" diye kafa patlatarak geçiriyor olabilirler. Vakitleri bol ne de olsa.

Bu yazıyı kıymetli vecize yazarlarımızı küçümsemek için kaleme aldığımı sanan varsa külliyen yanılır. Tam tersine, sadece cennet vatanımıza özgü olan bu lâkırdı sanatının, yani çizgisiz karikatürün devlet tarafından koruma altına alınmasını, onlara -ne biliiym, örneğin- Beyoğlu'ndaki Mis Sokak'ta ya da Kadıköy'deki Akmar Pasajı cıvarında bir yer verilip, cüz'î de olsa maaşa bağlanmalarını, hiç olmazsa sokaktan geçenlere nükteli ve özlü sözler satarak rakı parasını doğrultabilecekleri bir işporta tezgâhı açmalarına önayak olunmasını falan öneriyorum.

Bunda bir tuhaflık yok. Madem eskiden padişahlar soytarılara kendilerini güldürmeleri karşılığında üç beş akçe veriyordu, şimdi devlet de karikatüristlere el uzatmalı. Hem de behemahal. Sadaka niyetine değil. Şöyle bir arşivleri taradığınızda, en "muhalif" diye bilinen nükte yazarlarının bile aslında devlete değil, "kerim devlet" geleneğinde minicik bir değişiklik yapmaya yeltenen "takkeli/takkesiz liboşlara" muhalefet ettiğini görecektir.

Siz inanmayın mizahın "ezilenlerin" yanında taraf tuttuğunu söyleyen niyet tavşanlarına. Gerçekte -kısa dönemler hariç- bizim ülkedeki hiciv sanatı her zaman otoritenin ardında saf tutmuş, değişim yanlılarını hicvetmiştir.

O nedenle, "devlet babaları" başta vecize yazarlarımız olmak üzere memleketimin mümtaz mizahçılarını devlet kesesinden bol bol ödüllendirerek onlara borcunu ödemelidir.

Netice itibariyle, ben de sadece bu yazıya mahsus olmak üzere, kendimce bir özlü söz söyleyerek noktayı koyuyorum:

"Besle mizahçıyı, oysun muhalefetin gözünü."

Yorumlar

'Bir de Montaigne vardır hani, bilmem kaç yüzyıl sonra bile hâlâ "bilge kişi" gibi sunulan, ama bendeniz kalın kafalının nedense okuduğumda hiç bir pırıltı göremediğim Fransız deneme yazarı.'

Adam döktürmüş de bir tek ben anlamıyorum zannederdim. Hay ağzınıza sağlık. Gerçekten ilim, irfan yuvası şu derkenar, her gün bir şeyler öğreniyorum.

(Misal, ben de şapkalı Â yapmayı derkenardan öğrenenlerdenim. Az şey mi?)

Açık üniversite gibi… Hayat Bilgisi hocası şu an kendisi hayatta olmayan, Ali Türkan, Ruhiyat Kâmuran Kızlak, Genetik; Alper Uzun, Gazetecilik, Türkçe Dil Bilgisi Necdet Hoca (notu en kıt o olurdu gibi geliyor), Sağlık Sıhhat, Adâbı Muaşeret hocası; Ahmet Faruk Yağcı, Felsefe; Durmuş Düşünür vs. Siz devam ettirebilirsiniz.

Mina - 18 Mart 2010 (14:12)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

100
Derkenar'da     Google'da   ARA