Patronsuz Medya

"Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene"

Necdet Şen - 11 Şubat 2002  


Tamı tamına iki yıl geçmiş, Hızlı Gazeteci'nin televizyon dizisine dönüştürülmesi için yapılan en son teklifi izleyen süreçte de düş kırıklığı yaşayıp, projeyi rafa kaldırışımın üzerinden.

Daha siyah-beyaz gazetede yayınlandığı yıllarda, Hızlı'nın öykülerini sinema filmi, televizyon dizisi ya da tiyatro oyunu yapmak için arayan yönetmenler, aktörler, tiyatrocular falan oluyordu. Tanınmış kişiler de vardı aralarında. Daha doğrusu, hepsi iyi kötü birer isim yapmış olan sinema yönetmenleri ve aktörleriydi bunlar. Dilim varıp da "peki" diyemiyordum.

İstemiyor muydum peki?

İstemez miyim hiç?

Olamadı işte. Sanırım "içime sinmez" korkusuyla ürkek davrandım. Zaten bilen az buçuk biliyor titizliğimin derecesini.

Buna bir de kendi filmlerimi kendim çekme hayalimi eklersek, sanırım kendi başlattığım işi bir başkasının berbat etmesi fikrine kendimi alıştıramadım.

Bir de tabii boy-pos, saç-baş ve hal tavır olarak Hızlı rolüne cuk oturacak birine rastlayamadığımdan.

Siyah-beyaz gazeteden ayrıldıktan sonra da birkaç kez dizi film olma aşamasına yaklaştı uzaklaştı Hızlı. Hemen her seferinde benim dışımda birilerinin girişimiyle oldu bu iş; ama sonuçlanmadı işte yukarıdakine benzer nedenlerle.

Duayen sinema yönetmenlerimizden birisi (en bilinenlerden birisi) üçüncü kez, üstelik de benden habersiz, bir yerlere Hızlı'yı "pazarlamış" ve her şey kesinleşip de iş yapım aşamasına geldikten sonra beni de haberdar etmişti iki yıl önce bu zamanlarda.

İyi yapmıştı, eksik olmasın. Ama tarzlarımız uyuşacakmış gibi görünmüyordu.

Yine de denemeye karar vermiştim. İnziva odamda kendime acıyarak oturup duruyordum. Sokağa bile çıkasım gelmiyordu tanıdık birilerine rastlarım da konuşmak zorunda kalırım diye. Çıkarsam da gece yarısından sonra çıkıp, tenha yerlerde dolanıyordum.

- "Oğlum, kanundan mı kaçıyorsun?" diye takılıyordu Nimet Hanım bazen.

Tanık istemiyordum sadece, tüyleri yolunmuş tavuk gibi hissediyordum kendimi, işsizliğim, beş parasızlığım benim suçummuş gibi geliyordu. Hiç kimsenin sohbetinden tad almıyordum, robot gibi görünüyorlardı gözüme, uzay boşluğunda kaybolan bir astronot gibi hissediyordum kendimi.

Hani David Bowie'nin o enfes Space Oddity şarkısındaki "Çavuş Tom" gibi

Ground Control to Major Tom
Your circuit's dead, there's something wrong
Can you hear me, Major Tom?
Can you hear me, Major Tom?
Can you hear me, Major Tom?
Can you…

"Here am I floating round my tin can
Far above the Moon
Planet Earth is blue
And there's nothing I can do."

Beni teneke kutuma bağlayan bağ kopmuştu; uzayda sürükleniyordum. Bu dizi film teklifinde de her ne kadar onca yılımı vakfettiğim eserim temizlikçi kadınlara verilenden daha az bir ücretle elimden alınmak isteniyorsa da, beni tekrar dünyaya doğru çeken bir mıknatıs olmuştu.

Parada pulda gözüm yoktu, yazmak için bir nedenim olsun istiyordum.

Kitabım Nereye'yi yazdığım ödünç bilgisayara yoğun bir elektrik bulutu gibi boşaldı tretman ve senaryolar.

* * *

Bu gayrı-rasyonel ve gayrı-zarif süreç içinde neler gördüm de düş kırıklığına uğradım, uzun ve heves kırıcı bir öykü olacağı için, orasını geçiyorum. Sadece şunu eklemek isterim: Belki tümüyle hüsnü kuruntudur ama o camiayı bir nebze gözlemledikten sonra, içime "ben bu işi onlardan daha iyi yaparım" gibi bir duygu yerleşti. Hele o alemin bazı anlı şanlı insanlarını yakından tanıyıp da ne kadar balon olduklarını gördükten sonra, nasıl söylesem, hafiften bir kibir (!) duygusuna bile kapıldım doğrusu.

Umarım alırım günün birinde boyumun ölçüsünü.

Dediğim gibi, işin "neler oldu?" kısmını şimdi anlatmıyorum. Malum, dilim çok sivri, başlarsam anlatmaya, niyetim öyle olmasa bile sonuçta kırıcı olurum. O nedenle, biraz daha yaşlanayım, azıcık daha yumuşayayım de (yumuşarsam tabii) belki o zaman daha bir sohbet havasında, Bal Mahmut benzeri bir üslupta anlatmaya çalışırım

- "Kuzum, meğer herifçioğlu benim çizgi romanı benden habersiz 'telif hakları benim üzerimdedir' diye satmamış mı! Vay anasını yaaavvv! Hoh hooo! Bak sen şu gavata! Hoh hoh hooo!"

Tabii bilemiyorum, becerebilir miyim kırıcı olmadan olan biteni ifşa etmeyi, bende bu hançer gibi dil varken.

O zamanlar neler olduysa oldu, ama yine de şükran borçluyum sanat eserine ganimet gözüyle bakan piyasa esnafına. Gıyabımda böyle bir girişimde bulunmasalardı, ben ne oturur o senaryoları yazardım, ne de şu anda okumakta olduğun bu yazıyı.

* * *

İki yıl önce, az kalsın dizi film olacak olan Hızlı Gazeteci'ye kontrolüm dışında senaryo yazacak olan tanımadığım senaristler onca yılımı verdiğim eserimin içine sıçıp batırmasınlar diye, elden geldiğince "Hızlı Gazeteci neyin nesidir?" bilgisi veren uzun ve didaktik bir yazı kaleme almıştım.

Yer yer insanı bayacak kadar çok bilmişlik akan o yazıları kimse okumasa da kayıp sayılmaz. Çünkü bu yazılar, o salak dizileri yazan salak senaristler okusun diye kaleme alınmıştı.

Okudular mı? Hayır. Okusalar, bu kadar boktan dizilerle dolu olmayabilirdi ekranlarımız.

Sonuçta, Hızlı Gazeteci'yi alternatif bir Memoli yapmaya talip olanlarla anlaşamadık; tarzlarımız çok farklıydı. Aldım senaryolarımı, kaldırdım dolabın en üst rafına.

* * *

"Bayram değil seyran değil, nereden çıktı şimdi bu mevzu?" diye düşünen varsa, açıklayayım:

Bu kavanoz dipli dünya hiç birimize mülk değil. Belli mi olur, günün birinde artık buralarda olmayan birilerinin alın terinin namusunu hayduta, çapulcuya karşı korumak görevi bu yazıları okuyan uzaktaki ruh akrabalarıma düşebilir.

Hızlı Gazeteci'nin maceraları senin için yazılıp çizilmişti ey okur; onları koruyup gözetecek olan da sensin.

Sevdinse tabii…

* * *

Sonraki yazı: Gerilimin G Noktası →

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

66
Derkenar'da     Google'da   ARA