Patronsuz Medya

Bağdat Caddesi'ndeki geleneksel fener alayı

Necdet Şen - 29 Ekim 2008  


Bir tehdit nesnesi olarak "Cumhuriyet coşkusu"

Bugün 29 Ekim. Vakit öğlene yaklaşıyor. Güneşli bir hava var dışarıda. Karnım tok. Kasetçalarımda caz nağmeleri.

Biraz asansör müziği gibi aslında. Hani şu Ella Fitzgerald ile Louis Armstrong'un düet yaptıkları meşhur albüm var ya, o…

Ne yapalım, ben cazın ancak asansörlerde çalınanına tahammül edebilenlerdenim. Zaten -oturduğum semt itibariyle- çevremle uyumlu olabilmek için asansör müziği dinlemek ve bunu seçkin kimliğimin dışavurumu olarak telâkkî etmek durumundayım.

Dışarıda hava güneşli. Semtimin insanları omuzlarına attıkları şık süveterleri ve caddedeki mağazalardan alınmış pahalı eşofmanlarıyla sahilde tur atıyor olmalılar.

Giysilerinin ve köpeklerinin markasıyla hava atan ve yanından geçenlerin suratına boka bakar gibi bakmayı "asalet" sanan bu boktan kalabalığa karışmaktansa evde oturup asansör müziği eşliğinde Cumhuriyet Bayramı yazısı yazmak daha evlâ.

Akşam yemeğinden sonra caddedeki geleneksel fener alayı yürüyüşüne katılacak bu kalabalık. Ellerindeki bayrakları histerik bir öfkeyle sallayarak ve dev hoparlörlerden tokmak gibi kafalarına inen Harbiye Marşı eşliğinde ter ter tepinerek stres atacaklar.

Bir nevî umre ziyareti. Allah vere de kötü bir şey olmasa. Günlerdir ortalıkta dolanan "Cumhuriyet bayramında kışkırtma amaçlı büyük olaylar olacak" türünden söylentiler boş çıksa. Kazasız belâsız tepinip bayrak sallasa, çatapatlarıyla oynasa şu şımarıklar sürüsü, sonra evlerine dönüp paşa paşa uyusa.

İlk bir iki yıl bir yakınımın zorlamasıyla caddeye kadar çıkıp ilgisizce temaşa eylemiştim bu kalabalığı. Sonraki yıllar sadece oturduğum koltuktan gürültülerini dinlemekle yetindim.

Ben semt komşularımın baktığı zaviyeden bakmıyorum hayata. Onlar gibi pencerelerimi kalpaklı Atatürk resmi olan bayraklarla donatmıyorum. Bayrak sallanan marş söylenen organize mitingler ilgimi çekmiyor.

Başbakan'ı ya da Cumhurbaşkanı'nı televizyonda gördüğümde gerisine parmak atılmış huylu adamlar gibi insiyakî olarak sövmüyorum. Kavga eden tarafların hepsine aynı uzaklıkta duruyor ve kayıtsızca ama dikkatli nazarlarla izliyorum olan biteni.

Ne iyimserim ne de kötümser. Su akıyor ben bakıyorum.

Ve aklım yettiğince adını koymaya çalışıyorum yaşamakta olduğumuz gündelik hayhuyun. Kendime biçtiğim vazife bu: Anlamak. Tüm ezberlerimden sıyrılarak, yansızca, anlamak.

Ahmaklar kalabalığından bir kişi eksilse fena mı olur?

Semtimin insanlarını benden farklı düşündükleri için değil, ama meraktan yoksun oldukları, düşünmedikleri, ezberden konuştukları için pek adamdan saymıyorum açıkçası.

Onlar, yaşadıkları bu ülkenin diğer insanlarını Arabistan kökenli dinin Allah'ına inandıkları için hakir görüyor ve sonra gidip Hindistan'dan falan gelmiş yarı bunak kocakarılara ya da cezaî ehliyetten yoksun olduğu doktor raporuyla belirlenmiş akıl hastası şarlatanlara tapınıyorlar.

Bayramlar ve coşku

Ahmet Altan "dinî bayramlarda olan bayram coşkusunun millî bayramlarda olmadığını" yazmış Taraf'taki bugünkü yazısında.

Bence her iki ucuyla da isabetsiz bir saptama bu. Çünkü ne dinî bayramlarda dişe dokunur bir coşku var, ne de millî bayramlar tümüyle coşkusuz.

Dinî bayramlarda şehirler arası seyahate çıkıyor halkım. Kimi tatil yörelerine, kimi köyüne, kimi anasının atasının mezarı neredeyse oraya.

Millî bayramlarda ise -ama özellikle de 29 Ekim'de- marazî bir coşku yaşanıyor bizim buralarda.

Bağdat Caddesindeki patırtının sesi taa bizim evden duyuluyor.

Belediyenin parasıyla tutulmuş birtakım otobüslerin tepesine çıkartılmış kırmızı beyaz giysili amigo kızlar ve yüksek desibelli hoparlörlerden semte yayılan hamasî gürültü eşliğinde bir çeşit pagan ayini yapılıyor her sene.

Caddede toplanan kalabalığın yaşadığı coşku öyle böyle değil. Paranoyak bir çoşku bu. Kendi sahasında beş sıfır yenilmiş bir Fenerbahçe stadı kalabalığı gibi galiz ve saldırgan.

Bir çeşit linç kitlesi. Tehditkâr. Düşmansı. Bağnaz.

Hem bilime "inanan" hem de bilimsellikle inatlaşan, bencil bir öfkeyle donanmış tuzu kuru bir kalabalık.

Kafalarda kırmızı beyaz soytarı şapkaları.

Yıllar önce Güney Afrika'daki ırkçı beyaz azınlığa benzetmiş ve "Beyaz Adam" demiştim bu kalabalığa. Zenci gibi gördüklerinin siyaset dışı kalmasını arzuladıkları ve bunu gerçekleştirebilecek her türlü melânete peşinen teşne oldukları için.

Sırf zengin çocuğu ya da paşa torunu olarak ya da bu civarda doğdu diye kendisini ilelebet efendi olarak kalması gereken soylu bir kastın mensubu gibi gören ve kölelerin siyasette rol almasına -ve eskaza seçim kazanmasına- karşı derin bir antipati duygusuyla dopdolu, şımarık bir kalabalık.

Ama sadece bu semtlerde kalabalık… Memleketin geneline bakıldığında ekmeğin üzerindeki ufak -ve gün geçtikçe daha da ufalmakta olan- beyaz küf benekleri gibi.

Azınlıkta kaldıklarını anladıkça daha da kudurganlaşan bir kapıkulu zümresi bu.

Bizim semtin halleri

Türkiye'nin en zenginlerinin değil ama en kibirli insanlarının yaşadığı semtlerde oturdum son otuz küsur yılda.

Yoksullaşırken bile kölesinden, bahçıvanından, mürebbiyesinden vazgeçemeyen, eprimiş blazeri ve açlıktan kokan nefesiyle asalet taslayan bir zümre yaşıyor bizim bu semtlerde.

Kapıcısının ya da temizlikçisinin çocuğunun tıp fakültesini kazanmasını emperyalist bir komplonun parçası olarak görüyor. Kendi çocuğunun üniversiteyi bitirir bitirmez Amerika'ya kapağı atmasını ise, "başarı" olarak.

Büyükbabam da bunlar gibi biriydi tanıdığım kadarıyla. Taş plaklardan opera dinlerdi. Hep bu semtlerde yaşamış, adalarda modalarda salacaklarda orospularla fink atmış, biti kanlanır kanlanmaz da buralardan bir apartman dairesi almış. Biz seçmesek de bir kere semtimiz olmuş buralar.

Ne kadar zenginleşirse zenginleşsin, Tayip Erdoğan ya da Abdullah Gül gibiler bir ev alıp bu semtte oturmak istemezler. Çünkü padişah bile olsalar onları gene de küçümseyecek kıçı kırık bir züppe güruhu yaşar buralarda. Öyle insanlarla komşu olup ağızlarının tadını bozmak istemezler.

Çocuklarını Avrupalarda okutur ve paspaslarını alt kattaki komşunun yeni yıkanmış çamaşırının üstüne silkeler semtimin seçkin insanları. Kulağını temizlediği pamuklu çubuğu, suyu parkeye akmasın diye pencere kenarında yediği karpuzun kabuğunu, sigarasının paketini, akşamdan kalma sivrisinek tabletini kaldırıp arka bahçeye atar; ama gene de asaletine ve haşmetine toz kondurmaz.

Jacques Brel dinliyor diye Fransa'nın musluk tamircisine aşık olan ve Burhan Çaçan dinleyenlerle muhatap olmak istemeyen kibar bir zümredir semtimin insanları.

Komşusunun adını öğrenmemeyi asalet sanan moloz bir insan tipi yaşar buralarda.

Mimiksiz, donuk, kasıntı…

Mahrem bir şeymiş gibi bakışlarını saklar koridorlarda. Selâmını esirger.

Ve sadece bir yenisi bu akşam eda edilecek olan fener alayında coşkuyu andırır bir duygu uyanır içinde.

O coşku benzeri şey, hayatını -güzellik gibi, zenginlik gibi, paşazadelik gibi- doğuştan edinilen imtiyazlara bağlamış ve yıllar geçtikçe o imtiyazları da erozyona uğrayan, havadan kazanılmış iktidarları avuçlarının arasından kaydıkça bunun öfkesiyle hırçınlaşan bir cemaatin ortak hezeyanıdır aslında.

Kendine benzemeyenleri "bak, biz ne kadar kalabalığız ve ne kadar ürkütücüyüz haaa, ona göre" dercesine cüssesiyle tehdit eder.

Bu kalabalık ve bu fener alayları, aslında eski asr-ı saadet günlerine ve ruh çağrır gibi çağrılan darbe dönemlerine duyulan özlemin ete kemiğe bürünmüş halidir.

"Yaşa Varol harbiye ve hep Menderes'i ipe gönderdiğin günlerdeki gibi kal" demektedir semtimin ortak bilinç altı. Tepinerek ve şamata yaparak kötü ruhları korkutmaya çalışmaktadır.

* * *

Diyorum ki; bırakınız yapsınlar. Ter ter tepinsinler senede bir defacık da olsa. İsterlerse zincirlerle sırtlarını dövsünler. İsterlerse kollarına jilet atsınlar. Sallasınlar bayrağı düşman üstüne. O "düşman" kendi kardeşleri bile olsa. Milyarlarca liralık havai fişek bir batında harcasınlar ve ertesi gün düğünlerde havaya silâh atan "magandalara" ilensinler ağız dolusu.

Demokrasi düşmanları senede bir defa da olsa fener alayları yapacak, demokrasiye olan gizli garezlerini Harbiye Marşı eşliğinde dışa vuracak.

Bırakınız, vursunlar.

Yürüsünler. Bağdat Caddesi geniştir, aşınmaz.

Onlar da bizim insanlarımız. Biz onlara tahammül edeceğiz, onlar da bize.

Demokrasi kültürümüzü düşe kalka da olsa, böyle böyle inşa edeceğiz.

Yorumlar

Hiç değilse ellerine silâh alıp insan öldürmüyorlar, ya da mayın döşemiyorlar.

Ali Tarhan - 30 Ekim 2008 (18:12)

Öncelikle üstteki yorumu ele almak isterim. Onları teröristlerle karşılaştırıp iyilemek düz mantığın sınırlarını zorluyor. Yani bir kitlenin iyi ya da kötü olup olmadığına karar vermek için ellerine silâh alıp insan öldürenlerle, yere mayın döşeyenlerle mi karşılaştırmamız gerekiyor?

Yazıya gelince, özellikle semtinin insanlarının sekter anlayışını öne çıkaran tarafı hoşuma gitti. Özellikle Jacques Brel dinleyen Fransız muslukçu ile Burhan Çaçan dinleyen memleketimin insanına karşı bakışları… Ancak metnin geneline bakınca sanki Cumhuriyet Bayramı'nı vahşi bir coşkuyla kutlayanların tamamının o seçkin zümreden ibaret olduğu izlenimine kapılıyor insan.

Öte yandan hazır söz cumhuriyetten açılmışken "Mustafa" filmine değinmek istiyorum. Filmi henüz izlemedim yakında izleyeceğim fakat her yerde filmin Atatürk'ün insanî yönünü anlattığına dair açıklamalar duyuyorum. Bu nedenle bazı çevreler filmi beğenmemiş. Atatürk'ün zaaflarının anlatılmaması gerekirmiş. Bu bakış açısı Atatürk'ü putlaştıralım mantığıdır. Bu yüzden yazının konusuyla da bu olayın bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

Ufuk - 30 Ekim 2008 (20:39)

Yıllar önce "Bir gün Necdet Şen'i bir gazetede köşe yazarı olarak görebilecek miyiz?" diye hem niyet tutup hem de soru sormuştum. Bu dileğim gerçekleşti. Şimdi de Necdet Şen'in yazdıklarını bu ülkeyi yönetenler de okuyup, hazmedip bir işe yarasalar diye temenni ediyorum. Çünkü ben gazete diye okuduğum yazılardan bir şey anlamıyorum, ülkenin başındakilerin dediklerinden bir şey anlamıyorum. Eline sağlık…

İlker Gökçen - 30 Ekim 2008 (21:54)

Engin ardıç bir, necdet şen iki. Nasıl olsa karşılarında doğrudan itham ettikleri bir isim yok, durumdan vazife çıkarıp dava açıp bezdirecek savcı, avukat vs yok, yaz babam yaz. Her Allah'ın günü laikler şöyle atatürkçüler böyle.

Çocuğunu amerikaya "bursla" gönderip dönünce gemi almak halk adamlığı oluyor, onları eleştirmek elitistlik, ayrımcılık. Ama kendince modern bir hayat yaşayan ve elindekileri -haklı veya haksız- savunanlara istediğini söyleyebilirsin. Kibirli, kendini beğenmiş, taş kafa, faşist, ne dersen de, nasıl olsa karşındaki sinirlenip seni dövecek güçlü biri değil. Emekli subaya, öğretmene, memura her Allah'ın günü yaz.

Eğer bugünkü durumumuz kötüyse (ki bence bu çalışmaya göre yine çok iyiyiz) her halde bunun öncelikli sorumlusu 60 yıllık sağcı iktidarlardır. Ama sağcıdan iyi yazı malzemesi çıkmıyor her halde, ne varsa otuzlu yılların CHP'sinde var. Tesbit üstüne tespit, faşistlerdi, ayrıcalıklı zümrelerdi, şöylelerdi böylelerdi, bilmem kaç yılında şöyle bir şey olmuştu falan filân. Konu bitmiyor bir türlü bugüne gelinmiyor. Vıcık vıcık çürümüş merkez sağa ilişkin hiç bir şey yok, kasımpaşa'da oturuyorsa halk adamıdır, suadiye'de elitistler oturur, bu kadar.

Ayrıca bu insanlar hakkında durmadan böyle konuşup hâlâ dayak yememiş olmak da onların -olmadığı iddia edilen- demokratlığını ve tahammülünü gösteriyor. Buna benzer yazıları meselâ nur cemaati hakkında yazsalar, kıyafetlerini, toplu davranışlarını, ibadetlerini böyle alaycı anlatsalar, görün başlarına neler gelir.

Mehmet Kılınç - 31 Ekim 2008 (01:09)

Eski Sovyet Rusya için karşı tarafın uydurduğu bir fıkra vardı benim gençliğimde:

Moskova sokaklarında adamın biri bağırıp duruyormuş "Zalimler, alçaklar, kan emiciler!" diye.

Polis adamı hükümete hakaretten tutuklamış. Adam "Ben hiç hükümet sözü etmedim ki!" deyince polis, "Hadi oradan, o söylediklerinin kim olduğunu biz bilmiyor muyuz sandın?" demiş.

Siz de bir tane bile "Laikler" ve "Atatürkçüler" sözü etmemişsiniz ama hemen anlamışlar işte.

Ali Sedat Çetinkoz - 2 Kasım 2008 (00:32)

Emin Oktay'ın yazdığı tarih kitabını okudum. Ne söyledilerse inandım, iman etmiş gibi gözüktüm. Taşradan kalkıp İstanbul'a geldim tırnaklarımla yer tutunmaya çalıştım. Sonra, yurt dışına çıkma imkânım olmaya başladı.

Tarihi farklı kaynaklardan çapraz okumaya; zorla öğrettiklerini sorgulamaya başladım. Dünyanın merkezinin Türkiye, tek doğrunun da bize öğretilenler olmadığını gördüm.

Dünya dönüyordu!

Uyanın halkım, onlarca senedir, uyuşturulup uyutulduğunuz uykudan uyanın, "kandırılıp, aldatılıyoruz".

Necdet Şen ve aydınlık fenerine teşekkür ediyoruz.

Bir Garip - 15 Kasım 2008 (23:33)

Bizler de pasif içiciler olarak giderek ziftleşen bu ötekileştirme, "düşman içimizde" atmosferinde kendi pencerelerimize taktığımız o (bu yazı gibi) aspiratörlerin ipine asılıp duruyoruz biraz olsun oksijen alabilmek için. Ama o zehiri üretenler, "soktun yine içeri zehir gibi havayı" diyorlar.

Dilek Y. - 19 Nisan 2009 (14:25)

Mehmet Bey de, "laikler ve atatürkçüler" olarak tanımladığı (ve belli ki kendini de içinde gördüğü) insanların tipik hastalıklarından muzdarip:60 yıllık sağ iktidarlar sendromu! Ne kadar da güzel açıklıyor tüm bir Türkiye tarihini bu sihirli sözcük:) Ayrıca CHP'yi, Mehmet Bey ve benzerlerini de "sol" bir konuma konuşlandırıveriyor. Tartışmanın imkân dahilinde olmadığı, kemik bir anlayışın rafine ifadesi olan bu yaklaşımı, oturup Mehmet Bey ve benzerleri ile konuşmak konusunda en ufak bir iştahım yok. "Kendince modern bir hayat yaşayan ve elindekileri -haklı veya haksız (?)- savunanlara" da diyecek bir şeyim yok! Ama sormak istediğim çok temel bir soru var: Bu mücadele içinde darbe ve ordunun vesayeti meselesine bakışınız nedir sizin? Örneğin 28 Şubat konusuna bakışınız nedir? Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan 367 rezaletine bakışınız nedir?

Solda olduğunuza dair -satır aralarınızdan çıkardığım- imanız, ben ve benim gibi kendini sol içinde tanımlayan ve demokrat kimlik adına bir miktar tutarlılık arayışı içinde olan insanları ziyadesiyle rencide ediyor! Solun size muhtaç olmadığını, aksine, varlığınızın solun omuzlarında taşımak zorunda kaldığı en ağır yüklerin başında geldiğini bilmenizi isterim.

M. Engin - 30 Temmuz 2009 (10:39)

Bu yazıyı bir yıl önce bugün yazmışsınız, tesadüf bu ya ben bugün okudum. Her şey aynen yazınızda belirttiğiniz gibi, pencerelerde bayraklar, asap bozukluğu, histeri krizleri, paranoya… Ne diyelim, Allah bu insanlara akıl fikir versin. Yok yere kendilerine elem keder yaratıyorlar.

Selman Gökyay - 29 Ekim 2009 (15:26)

Habere göre, Kuzey Kore'de "sokaktaki insanlar" daha henüz Michael Jackson'un öldüğünden habersizmiş.

Ne olmuş ki? Sıradan bir gazete haberi işte. Eğlenceli bile değil; alelâde… 74 sene önce sirozdan ölmüş birini hâlâ sağ ve zinde zannebilen "aydın" ların yaşadığı ülkeler biliyoruz biz.

Hatta "ah, şimdi kalksa gelse…" türünden zombi hikâyesi kabilinden faraziyeler bile üretebiliyoruz.

Müteveffa "ulu" kişinin halen yaşıyor olasaydı, 131 yaşında olacağını, bu yaştaki birinin muhtemelen yerinden kalkamayan, altı bezlenen, kendi adını bile hatırlayamayan biri olacağını düşünemeyen köşe yazarları, üniversite rektörleri, yargı-savunma eliti, devlet büyükleri var bu dünyada.

Bunlar dururken, niye Michael Jackson'un öldüğünden habersiz Kuzey Koreli'ye şaşıralım ki şimdi?

Durmuş Düşünür - 1 Haziran 2012 (15:10)

Sayın düşünür, yıllar önce ölmüş bir adam için "sirozdan mevta olmuştu" ne anlama geliyor. Benim rahmetli büyük annem de sirozdan ölmüştü ancak hayatında ağzına içki koymamıştı. Bu adamı sevmiyor olabilirsin, saygı duyma zorunda da değilsin. Hani daha önce Baruter'in bir çizimi için söylediğin sözleri hatırla. Biraz edep.

Birazcık Murat Bardakçı denilen kendini bilmez tarihçiye benzemeye başladığınızı düşünüyorum. Elimde "şuraya" adlı kitabınız var. O yazılarınızla bu yazılarınız arasındaki farkı anlatamam. Gelişme yasası var anladık. Ama saldırganlık size yakışmıyor.

Saygılar…

Levent Bozkurt - 2 Haziran 2012 (11:29)

Sayın Bozkurt, rahmetli büyük annenizi her türlü eleştiriden tenzih eder, huzur içinde yatmasını dilerim.

Benim rahmetli büyük annem de hayatı boyunca ağzına içki sürmemişti. Sıkıntıdan öldü.

Şaka bir yana, hatır gönül dinlemeyen cümlelerinize ve akıl yürütme biçiminizdeki çocuksu tutarsızlığa tek tek cevap verme zahmetine girmeyeceğim.

Madem bana ilişkin duygularınız sevgi ile nefret arasında savrulup duruyor ve madem on sene önce üç beş kuruş ödeyerek satın almış olduğunuz bir kitaptan dolayı kendinizi bu kadar yukarıda görüyor, size karşı bir diyet borcum olduğunu düşünüyorsunuz, gelin bu sorunu kökten çözelim:

Siz o kitabı bana gönderin, ben de size kitabın parasını ve havale ücretini göndereyim.

Siz de bundan sonra asabınızı bozmayan cici yazarlar bulun, onları okuyun.

Durmuş Düşünür - 2 Haziran 2012 (16:19)

Dinle sözüm al nasihat
Dağları da kış incitir
Cahil ile etme sohbet
Her sözü bir baş incitir.

Veysel Şatıroğlu - 4 Haziran 2012 (13:08)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

80
Derkenar'da     Google'da   ARA