Patronsuz Medya

Düşmanlığın kime?

Necdet Şen - 1 Eylül 2001  


Sevimsiz… Gıcık… Aksi… Huysuz… Nalet… Antipatik…

Hoşlanmadığımız kişileri bu tarz sıfatlarla anarız.

Bazen de başkaları bizden bu sıfatlarla söz eder.

Ve hayvan severlerden sık sık şu sözleri duyarız sevdikleri hayvanlara ilişkin:

"Arkamdan konuşması yok, fodulluğu, lâf sokuşturması yok…"

Bazen bir insandan pek hazzetmeyiz, hatta ilk gördüğümüz an içimizde olumsuz bir duygu belirir de, sebebini anlayamaz, çoğunlukla bu duygunun üstünü örtmeyi yeğleriz. Çünkü onu bize tanıştıran kişi ya da tesadüf, "iyi" biri olduğunu söylemiştir ve zaten biz de buna inanmak istiyoruzdur.

Kötü biri midir peki o?

Belki evet belki hayır. Zaten "kötü" nedir ki? Çekip tabancasını bizi vuracak hali yoktur, evimizi soymayacak, ateşe vermeyecektir. Hatta sigarasının dumanını yüzümüze üfürmeyecektir. Belki sigara bile yakmıyordur bizden izin almadan.

E peki nedir o zaman, insanların bazılarına sempati duyarken bazılarına kanımızın bir türlü ısınamayışının ardındaki sır?

* * *

Yıllar önce bir kadın gelip geçmişti hayatımdan; birbirinden ayrık duran iri iri gözleri, sarı saçları, etli dudakları vardı; ince uzun, solgun tenli, sarışın alımlı bir kadındı.

Alımlıydı ama ılımlı değildi; kavgalıydı bütün dünyayla. Her nasılsa her işi hep ters gidiyor, hep mağdur oluyordu.

Ya da öyle yorumluyordu kendi hayatını.

Ya da zorla yaratıyordu bu mağduriyeti.

Hep kızdığı ve öfkeyle anımsadığı birileri oluyordu.

Bir zamanlar sevdiğini söylediği biri vardı; ama o "biri" yıllar önce ölmüştü. Bir ölüye aşık olduğunu iddia ediyor, bunu diğer insanları sevmemesinin mazereti olarak gösteriyor, ama neden o kişiye hayattayken herkese davrandığından daha huysuz ve acuze davrandığını açıklamaya yanaşmıyordu.

Sanırım ben de ona aşıktım. Her haline katlanıyordum. Ne var ki, onun yüzü hiç gülmüyordu. Ne yapılan jestlere, ne verilen hediyelere, ne ayağının altına seriliveren güzelliklere karşı en ufak bir heyecan duymuyor, minicik bir memnuniyet belirtisi bile göstermiyor, ben de dahil kendisini seven herkese tek bir tatlı söz ya da tebessümü çok görüyordu.

Biz, hepimiz, onu karşılıksız seviyorduk; çünkü masallarla, filmlerle, şarkılarla, şiirlerle, güzellik yarışmalarıyla, magazin dergileriyle yıkanmıştı beynimiz; aşk denen nesneyi yakışıklı oğlanla güzel kız arasında geçen masalsı bir şey sanıyorduk.

Güzel bir kadındı. Normal davransa, attığı her adımda dünyayı ayaklarının altına serecek tabur tabur erkek çıkardı karşısına. Ama o hep mağdur ve hep yoksulluk içinde, daha da kötüsü hep ne olduğuna dair teşhis konulamayan esrarengiz hastalıkların pençesinde yaşayıp duruyordu.

Bir gün annesiyle yaptığı bir telefon konuşmasına tanık olunca düşmüştü jetonum. Bana davrandığının belki on katı kötü davranıyordu annesine. En gündelik bir konuşmayı bile meydan muharebesi gibi yapıyordu.

Nefret kusuyordu sevdiğim kadın. Hiç kimseyi sevemiyordu.

Ben onu neden seviyordum, onu da bilemiyordum. Sanırım boyuna posuna, iri gözlerine, etli dudaklarına tav olmuştum.

Öylesine düşmanca idi ki tavırlarına sinmiş olan ruh terkibi, hayatı güzelleştirmek için gösterdiğim her çabaya, her öneriye "farketmez" diyerek kayıtsız kalıyor, yanında espri yapılsa inadına gülmüyor, yüzüne tatlı bakılsa ters ters "nee?" diye çıkışıyor, tanıştırıldığı insanların bazen elini bile sıkmıyor ve onlara orada değillermiş muamelesi yapıyor, hiç muhatap olmuyor, hiç göz teması kurmuyordu. Şaşıp yanılıp gülecek olsa bile öyle alaycı bir tavırla gülüyordu ki, ben de dahil herkes kendimizi hakarete maruz kalmış gibi hissediyorduk.

Saldırganlık ve öfke tüm hücrelerine nüfuz etmişti sanki. Tüm hal ve tavırları dolaylı yoldan hakaretamizdi. Bunu hak olarak bellemiş gibiydi.

Anlaşılan o ki, küçüklüğünde çok incitilmiş, yaralarını onarmayı becerememiş, çizginin negatif tarafında hapsolmuş kalmıştı.

Savaş baltasını gömmek istemiyor ya da belki gömmeyi arzuluyor ama alışkanlıklarından vazgeçemiyordu.

Nedense, bütün dünyaya karşı düşmanlık beslemeye karar vermiş ve bu kararı betondan bir maske gibi geçirmişti yüzüne. O hayata, hayat da ona gülmüyordu.

Sonunda bıkıverdim ve yürüdüm gittim kendi yoluma. Bir daha da ne gördüm, ne de artık görmek istedim. Şu an hayatta mıdır onu bile bilmem. Belki fiziksel olarak hayattadır ama ruhunun çocukluktan genç kızlığa geçerken öldüğünü düşünüyorum.

Dilerim o arada bir mucize olmuştur ve kendini sevmeyi, geçmişinin hayaletlerini bağışlamayı, onları da kendini de özgür kılmayı öğrenmiştir. Kökten değişmiştir hayatı.

* * *

Bir başka arkadaşım daha var ki o da bambaşka bir sevgisizlik ve husumet örneği.

Neredeyse otuz yıldır arkadaşız onunla, ama şunca yıl zarfında birilerinden ya da bir şeylerden öfkeyle söz etmediği, homurdanmadığı, surat ekşitmediği, kendi kendini yemediği, beyninden mosmor ışıklar saçarak nalet nalet bakınmadığı bir anına tanık olmadım.

Ona kalırsa bütün dünya alçak, puşt, orostpu çocuğu. Herkes ona kazık atıyor, herkes onun kuyruktaki sırasını kapıyor, herkes onu kazıklıyor ya da kazıklamaya çalışıyor. Şu bilmem nesini bilmem ne yaptığı dünyada hiç iyi adam yok.

Ama yanlış bulduğu şeylerin hiç birine doğrudan tepki göstermiyor. Hep içine atıyor ve hep surat asıyor. Oysa siyah kuşak karateci ve de kapı gibi adam, kodu mu oturtur. Ne var ki yine de öfkelendiği kişilere tepkisini göstermekten çekiniyor.

Ne yediği yemekten, ne içtiği çaydan, ne seyrettiği manzaradan haz duyuyor. İkramları sert bir üslupta geri çevirmediği zamanlarda kahveyi mutlaka yarım bırakıyor. Annemin nefis kurabiyelerini ödün verir gibi memnuniyetsiz suratla yiyor. Ya da sert bir tavırla "istemem yaav" diye reddediyor.

Lokantada yemek yese, ya yemeğe ya servise mutlaka kusur buluyor. Deniz kıyısındaki nefis manzaralı çay bahçesinde çayların fiyatının üç kuruş fazla olmasına -pahalı bulduğu için- çok kızıyor ama çaycının neyle geçindiğini hiç merak etmiyor.

Güzelim bulutları, tatlı tatlı hışırdayan salkımsöğütleri, denizde yüzen ördekleri görmüyor.

Mutsuz olmak için muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcut.

Her şeye karşı ilgisiz. Bir tek istisna ile: Gözleri fıldır fıldır etraftaki "karı"ları kesiyor. Daha doğrusu, onların kalçalarının arka orta kısmını.

"Şöyle yatıracaksın bu orostpuları, böyle zikeceksin…"

Bakış şekli bu; ama olamıyor bir türlü, kimseyi zikemiyor.

Aklıma gelen bütün Temel fıkralarını ve Ezop masallarını sanki havadan sudan muhabbetlermiş gibi anlatmamın ve içine gizli mesajlar sıkıştırmamın yararı olmuyor; ona hayata -ve kadınlara- biraz daha yumuşak bakmayı, poponun üstünde yükselen bedeni ve ruhu, aşırı seks ihtiyacının ardında kılık değiştirmiş bir endişenin saklı olabileceğini, hayatın bin bir rengini es geçmemekte ve AM konusuna kilitlenip kalmamakta huzur olduğunu falan anlatmayı başaramıyorum.

Bildim bileli abazan. Hiç sevgilisi olamadı. Bu suratsızlıkla olacağı da yok. Ama o bunu anlayamadan ölüp gidecek.

Geçen yaz bir gün pencerelerin demirlerini boyuyordum, ziyaretime geldi. Gene zehir fıçısı gibiydi. Tepesinden fıskiye gibi nefret ve husumet fışkırıyordu. Ona hayatın diğer boyutunu ima etmek için etraftaki kuşların cıvıltılarına kulak kabartmış ve "öyle mutluyum ki, sabahları uyandığımda ilk önce bu sesleri duyuyorum ve hayattaki en büyük zenginliğin bunları işitebilmek olduğunu düşünüyorum" demiştim.

Cevabını unutamıyorum:

"Bizim balkonun karşısındaki ağaçta da var bunlardan bir sürü! Bütün gün car car car kıyameti koparıyor kafamızı şişiriyorlar! Birbirimizin konuştuğunu duyamıyoruz!"

Serçeler de kabahatliydi. Olmayan keyfini kaçırıyorlardı.

* * *

Sarman kedim Melek Hanım evimize ilk geldiğinde annem uzunca bir süre ters davrandı ona. Nereye otursa "kalk oradan" diye azarlıyor, mamasını bile "al zıkkımlan" der gibi bırakıyordu önüne. Zaten eve almamak için de epeyce direnmişti, ama Melek reddedilme gibi bir seçeneği hiç tanımamış, zorla kabul ettirmişti kendisini.

Kedilerin kalp çakraları bizimki kadar kolay tıkanmıyor. Biz onları bozamıyoruz. Ama onlar bizi tamir edebiliyor. Nitekim Nimet Hanım da zamanla çok sevdi meleğimi. Pek güzel dost oldular. Melek öldüğünde sakladım ondan acı haberi. Komşuları bile -sokakta oynayan çocuklara varana kadar- tek tek tembihledim, "aman anneme söylemeyin" diye.

Sağolsunlar, söylemediler.

Biliyordum çünkü öğrenince onun da çok üzülüp ağlayacağını.

Ağladı da nitekim. "Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım" diye ağıtlar yaka yaka.

Geride bıraktığımız yıllarda, inziva odamdan, annemin diğer odada kediyi azarlayan sesinin tonundaki husumeti işittikçe, çocukluk hatıralarım sökün etmişti birer birer.

Bize de öyle davranıyordu çocukluğumuzda. Unutmayı yeğlemiştik.

Ejderha kadar sert ve dayakçı olan babamın aksine, annem yumuşak ve sevecendi, öyle dayak falan atma huyu yoktu. Güleç, sempatik, dışa dönük bir kişiliğiyle soyadımıza yakışıyordu yani. Belki de yüzden, Allah nazardan saklasın, şu an 75 yaşında ama benden daha dinç.

Fakat o imalı imalı suçlayan, başa kakan, insana kendini hep kötü hissettiren duruşu, ne yaparsan yap hep muhalefet eden ve ne söylersen söyle hep yalancı çıkaran tavrı yok mu, işte o -büyük bir olasılıkla- arızalarımın çoğunun kaynağına açılan eşik olmalıydı babamın zulmüne ilâveten.

Çünkü doğmak, dünyaya gelmenin tamamı değil ilk basamağıydı bana göre. Sonrasında takdis edilme aşaması vardı. Bu dünyaya bir arsız, bir işgalci, bir karın ağrısı ya da baş belâsı olarak değil de, sevilen, kabul edilen, onay gören bir evlât olarak geldiğimizin yüzümüze karşı -hem de defalarca, içimize yerleşene kadar- söylenmesine ihtiyaç duyuyorduk. Anne sütü kadar, uyku kadar, boklu bezlerimizin yıkanması kadar muhtaçtık buna.

Oysa birçoğumuz prezervatif artığıydık. Öpüşmeden çiftleşen eşlerin sabaha karşı kazaları.

Takdis edilmediğimiz müddetçe anne babaya marazî bir bağla tutsak oluyor, istersek cumhurbaşkanı olalım, bunu anne ve babaya onaylatmadan iç huzuruna kavuşamıyor, yaptığımız işlerden, aldığımız ödüllerden, başarıdan, şandan şöhretten doğru dürüst haz duyamıyorduk.

Anababalarımız da bu onayı öldür allah vermiyorlardı işte. Ne yapsak, memnuniyetsiz bir suratla süzüyor, giysilerimizi, beğendiğimiz müzikleri, tüm kişisel tercihlerimizi eleştiriyor, arkadaşlarımızda, sevgililerimizde kusurlar buluyor, neye elimizi uzatsak "sen dur, beceremezsin" tavrıyla müdahale ediyor, uzmanlık alanımız olan konularda bile mutlaka akıl verme ihtiyacı hissediyor, ağzımızla kuş tutsak burun kıvırıyorlardı.

Bu tavır, anne ve babadan evlâda da bulaşıyor, herkes kendinden sonra gelene karşı gizli bir düşmanlık beslemeye, iğnelemeye, didiklemeye başlıyordu. Dünyaya kabul edilme vizesini damgalatamamış haymatlozlar gibi, sınır boylarında dolanıp duruyorduk. Hedefi belirsizleşmiş gizli kapaklı bir husumet içimizde kılıktan kılığa giriyor, her şeyi eleştiren, her dakika söylenecek bir mevzu bulabilen, bize uzatılan dost elleri ısıran, hiç bir şey yapmazsak bile gıcık gıcık bakan, kusur arayan, bacak arasından gol atmayı marifet sanan ergenlik çağı veletleri olarak hayatı birbirimize çekilmez kılıyor ve bundan haz duyuyorduk alttan alta.

Suçlayan tavırlarımızın altında yatan o eski ve müzmin suçluluk duygusunu hasıraltı edeli çok olduğu için, asıl sebebi hep başka yerlerde arıyor ve yıllardan beri hep göz önünde dura dura artık görünmez hale gelmiş olan mobilyalarımız gibi, en eski ve en katmerli zehirimizin her düşmansılıkta daha da çoğaldığını, her düşmansılıktan sonra diğer incitilmiş insanların aynasından dalga dalga yansıyarak gene kaynağına, içimize döndüğünü anlayamıyorduk.

Hakikaten de yankı vadisi gibiydi hayat. Ya da suya atılan taşın büyüyen, sonra havuzun kenarından geri dönen halkaları gibi. Anne ve babalarımız, ablalarımız, abilerimiz, bize akıttıkları maskelenmiş husumetle dolu tavırlarının şimdi artarak kendilerine geri döndüğünü gördükçe şaşırıyor, nedenini anlayamadan üzülüp duruyorlardı. Ve biz, suratımızdaki o sevimsiz, düşmansı, tehditkâr maskeyi fark edemeyip, "neden bütün dünya bana karşı" diye felsefe-psikoloji kitaplarına saldırıyorduk. Ama oradan sadece yine kendi husumet duygumuzu dallandırıp budaklandıracak yeni bir hakaret terminolojisi edinmekten başka bir halt beceremiyorduk.

Meleğimin patileri yaşarken de ölüyken de hep içeriye kıvrıktı. Hiç düşmanca davranmadı o insanlara. Ben çok şanslıydım o harika hayat öğretmenini, o derin guruyu bulduğum için.

Oysa bizim tırnaklarımız hep dışarıda; bizi sevenlerle didişmekten, polemikten, onlara yüreğimizi açmak yerine açıklarını kollamaktan, büyüklenmekten, şişkinleşe şişkinleşe zepline dönmüş marazî egolarımızla bütün dünyayı bir muharebe meydanı gibi görmekten, sevgisizliğe ve güç tutkusuna sarılmaktan başka bir halt gelmiyor elimizden.

Kudreti, şöhreti, mevki ve iktidarı kovalıyor, para istifliyor, en gösterişli arabalara en güzel kızlara-erkeklere göz dikiyor, en yüksek dağları, kutupları, okyanusları "fethediyor", en namuslu ve en haklı olduğumuzu bütün dünyaya ispatlama sevdasına kapılıyoruz…

Ve hep eleştiriyor, hep yakınıyor, hep alınıyoruz.

Ve biz içimizde devleştirip kölesi olduğumuz düşmanca duygularımızın olası sonuçlarından gizli gizli çok korkuyor ve er ya da geç bunun hesabının sorulacağı, suçüstü yakalanıp cezalandırılacağımız endişesiyle hayatı kendimize ve sevenlerimize zehir ediyoruz.

Hayatımız, kıçımızı kollamakla geçiyor.

Bir de halimize bakmadan onun bunun kişilik tahlilini yapıyoruz.

Aslında kendi pisliklerimizi elâlemin duvarına sıvıyoruz.

Aslında saldırıyoruz. Saldırdıkça muhabbet güme gidiyor, ilişkinin tadı kaçıyor, mevzi kaybediyor, mağlûp oluyoruz.

Açılamıyor bir türlü gönül gözümüz. Ezberden yaşıyoruz.

Ama yine de o nalet tavrımızdan vazgeçmiyoruz. Surat ifademizi, üslubumuzu değiştiremiyoruz. Gene frene basıyor, gene aksi cevaplar veriyor, gene esirgiyoruz şefkatimizi. Sevgi ilişkilerini bile güreş gibi, elim sende gibi, sidik yarışı gibi yaşıyor ve bindiğimiz dalı kesiyoruz.

Kazara insanlara tatlı dilli davranan birisine rastlasak, "hayrola, bakıyorum sarkıyorsun manitaya" diye iğneliyoruz. Ama "ben neden onun kadar tatlı dilli değilim" sorusu pek aklımıza gelmiyor.

Bize tatlı dilli davranılsa arkasında çapanoğlu arıyoruz.

Bir köpeğin daha yavruyken bile tek ısırışta kolumuzu kopartabilecek güce sahipken, nasıl olup da öylesine alttan aldığının altındaki bilgeliğe akıl sır erdirmeye daha çoook uzağız.

Çünkü biz, uysallığı "köpeklik" olarak tanımlayıp aşağılayan bir kültürden beslenerek geldik bugüne.

Korktukça efeleniyor, efelendikçe korkutuyor, korkuttukça tepki alıyor, bu tepkilerden dolayı daha da korkup, daha da efeleniyoruz.

Klikleşiyor, dışlıyor, zorla düşman yaratıyoruz.

Alınganız. Çünkü içimiz gayya kuyusu. İlâhî adaletten tırsıyoruz.

Hepimiz bir parça şizofreniz galiba; bilinç altımızın hayaletleriyle dostlarımızı birbirine karıştırıyoruz.

Kendimizi sevmeyi beceremediğimiz için, sudaki diğer balıkları da sevemiyoruz. Suyun ayrılmaz bir parçasıyız, bunu göremiyoruz.

Biz ol mahileriz ki, derya içre ama deryaya yabancıyız.

Ne yapmış olursak olalım, sonuçta gene de masum olduğumuzu ve bize ne yapılmış olursa olunsun, onların da en fazla bizim kadar "kötü" olabileceğini, affedemediğimiz her olguyu ayaklarımızdaki demir prangalar gibi sürükleyerek dolanmakta olduğumuzu göremiyoruz.

Melek sık sık havayı koklardı. Biz havayı koklamıyoruz.

Serçeler ne zaman cıvıldasa Melek kulak kesilirdi. Biz ezberden yaşıyor, serçelerin sesini işitemiyoruz.

Öcülerden korkuyoruz.

İyi ama ÖCÜ nedir?

* * *

Öcü, bence, tanımlanamayan şeyin adıdır.

"Gitme oraya, öcüler yer seni" diye diye öğrettiler bize korkuyu.

Birbirimize neden öcü muamelesi yapıyoruz biz?

Tanımlama ihtiyacı mı?

Buna rağmen tanımlayamama mı?

Değişkenlik mi?

Yani hayat mı öcü?

Sahiden, öcü, aslında kıvrıla döne, köpüre çağlaya akan hayatın kendisi mi? Sürpriz mi? Hayata düşman mıyız biz o halde?

Hayatın bin bir rengi mi yoksa hoşgörü ve şefkatle bakmaya cesaret edemediğimiz? "Öcülerimiz", dostlarımızın bugünden yarına değişen ve yine değişebilecek olan halleri mi? Ve bizim onları zapturapt altına alma hevesimiz mi şu saldırganlığımızın arkasındaki?

* * *

Düşmansılığımızın son durağı, ne yaparsak yapalım, gene kendi çocuk ruhumuz bana kalırsa. Zehiri akıtan ve sonra zehirlenen biziz, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı korku kökenli saplantılarımızla biz kirletiyoruz.

Düşmanlığımız kendimize. Biz işte bu kısır döngüyü fark edemiyoruz.

Öcü biziz.

* * *

Melek Hanım'ı merak edenler için: Güle güle Meleğim →

Yorumlar

Gücü görüntülerle, güçlü görünmeyle karıştırıyoruz galiba çoğu kez. Aman ha zayıf yanlarımızı, zaaflarımızı görmesin elâlem… Bizler gibi içinde bin bir çeşit korku, endişe taşıyan tek tek insanlar çokluğu oysa "elalem" dediğimiz. Şefkatle, gönülle bakmaya çalışmak gerekir öyleyse herkese.

Yazınızı okurken, (sanırım Heiddeger'indi) bir söz geldi aklıma. "Zaten bulunduğumuz yere varmak…" O anda ne ve kim olduğumuzu gönülle ve akılla kavrayabilmek… Eninde sonunda kendi içimize doğru bir dünya yaratma yoluna girmenin kaçınılmazlığı… Tabii eğer biraz huzur istiyorsak. Filozofun formulüne bayılmıştım: ulaşılacak nokta ne para, ne iktidar, ne şöhret, ne kariyerdi; zaten bulunduğumuz yere, neysek o olduğumuza, kendimize ulaşmaktı önerilen amaç.

Bu çıkılabilecek en uzun yol gibi gelir bana. Kendilik dediğimiz şey üretilen de bir şey olduğuna göre.

Yazınız için çok teşekkürler, okurken yeniden insanlaştığımı hissettim.

Elçin Balkuv - 6 Aralık 2014 (19:31)

Keşke bu yazıyı daha önce okusaydım. Kendi payıma her cümleyi bir ayna gibi değerlendirip, kendimi gördüğüm noktaları mimledim.

Nasıl da ezbere yaşamaya başlıyoruz bazen.

Özeleştiri yaparak yenilenmeme sebep olan her satır için teşekkür ediyorum.

Başka dostlar da kendilerine ayna tutabilsin diye de paylaşıyorum.

Belki bir kaç kişinin daha "hah işte hayatımdaki o an" diyeceği noktaya gelmesini sağlar.

Hülya Yalçın - 29 Ağustos 2015 (00:17)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

99
Derkenar'da     Google'da   ARA