Patronsuz Medya

Kimyasal silâh ha! Hafazanallah!

Necdet Şen - 28 Ağustos 2013  


Batı ittifakı en sonunda Suriye'ye saldırmak için aradığı "meşru" gerekçeye kavuştu. Şam'ın dışındaki Mudamiye bölgesinde 21 Ağustos 2013 tarihinde yüzlerce insan -kimler tarafından kullanıldığı ve neyin nesi olduğu henüz tam netleşmemiş olan- "kimyasal" bir şeylerle öldürüldüler. Bildiğimiz, şimdilik bu.

İnsanları kitleler halinde öldürmenin izin verilmiş (hem de kutsanmış) yolları varken, neden birileri Avrupa ve ABD'nin "kırmızı çizgi" olarak ilân ettiği bu rezilliğe başvurdu, bilemiyoruz. (Hayatın sırrını çözmüş ve karşılarına çıkan her yeni olguyu açıklayabilen üç beş cümlelik komplo kitleriyle zihnini modifiye etmiş olanlar hariç tabii. Onların bilmemek gibi bir sorunları olamaz; ellerindeki cevap anahtarları tüm kilitleri açar.)

Suriye'deki siyasal istikrarsızlığı ta en başından beri kendi fütuhat ve ganimet arayışının merkezine oturtmuş, küresel köyün ağır abilerini de arkasına alarak, eski vilâyetimizin şöyle en fiyakalısından tozunu atmak için sabırsızca eşkinlenen hükümetimizin de -bir anlamda- muradına ermesine fazla zaman kalmadı yani. Belki yarın, olmadı öbür gün, televizyon ekranlarında atari kıvamında bir güç gösterisi izleyecek dünya. Süpersonik falluslar kalkacak kalkacak koyacak, biz temaşa eyleyeceğiz.

İç savaştan ve kimyasal saldırıdan her nasılsa kurtulabilmiş bir miktar Suriyeliyi de koalisyon güçleri öldürünce adalet yerini bulacak.

Bunun kime ne yararı dokunacak, onca yıldan beri Esad hanedanının maestroluğundaki BAAS zulmüne uğramakta olan- başta Kürtler olmak üzere- yoksul Suriye halkının hayatında ne gibi bir olumlu değişiklik olacak, bilemiyoruz tabii, ilmimiz oraya erişmiyor. Ama bütün cehaletimize ve kandırılma babındaki heveskâr yatkınlığımıza rağmen, Batı ittifakının bu afurtafurunun bir ilke meselesi değil, çapul meselesi olduğunu, dilimizin yan taraflarında algıladığımız metalik tada bakarak hissedebiliyoruz.

* * *

Bu kimyasal silâh kullanarak öldürme meselesinin, lâfın gelişi de olsa, dünyanın bazı güç odaklarınca "kırmızı çizgi" sayılmasını gene de memnuniyetle karşıladığımı belirtmek isterim. Darısı öldürmenin her türlüsünün başına diyerek, konu hazır gündeme gelmişken, üstü tozla kaplanmaya çoktan yüz tutmuş bir başka bir kimyasal denemeden dem vurmakta "adalet ve kalkınma" adına yarar görüyorum.

Hayata Dönüş!

Bundan 13 bin yıl önce, 2000 yılında, cezaevlerindeki "f tipi hücre" uygulamasına (buna muvakkaten, hapishanenin içindeki derin hapishane diyelim) tepki olarak başlatılan ve gittikçe yaygınlaşan, sonu acıklı biten ölüm oruçlarını hatırlayan var mı?

Ya sonrasındaki, kendi ölümüne yatmış insanları ölmekten vaz geçirmek için Devlet güçleri tarafından 20 cezaevine birden eşzamanlı yapılan -ve günü 32 ölüyle kapatan- kara harekâtını?

O zaman olduğu gibi şimdi de insana pis bir şaka gibi geliyor, ama bu hunharlığın adı "Hayata Dönüş Operasyonu" idi. Hayata döndürülme esnasında öldürülen 32 kişinin ikisi jandarma askeriydi. Mahkumların onları kalaşnikof tüfeklerle vurduğunu söylemişti bize Devlet babamızdan aldığı sufleleri haber diye kakalayan çukur medyamız. Bunun kuyruklu yalan olduğu sonradan resmen kanıtlandı. O iki asker, kargaşada başka askerler tarafından sırtlarından vurulmuşlardı.

Kod adı "Tufan" olan bu askeri operasyonları izleyen süreçte ve ölüm oruçlarında toplam 122 kişi hayatını kaybetti, 600'den fazla insan sakat kaldı.

Diğer ölenlerin (mahkumların) kimi izdihamdan, kimi G3 piyade tüfeği kurşunundan, koğuşlara atılan gazdan, fosfor bombasından, üstlerine sıkılan tiner benzeri kimyasal maddeyle, alev almaksızın için için kavrularak, acı çekerek, saçlarının, parmaklarının, burnunun eridiğini görerek, insanlıktan çıkarak ölmüşlerdi.

Sadece Bayrampaşa Cezaevi'ndeki operasyonda 12 kişi canından oldu, 55 kişi yaralandı. Ölen 12 kişinin bulunduğu C-1 koğuşunda 5 kadının yanarak öldüğü, birinin de gazdan zehirlendiği bilirkişi raporuyla da tespit edildi.

Hayatta kalabilenler ve görgü tanıkları, hastanelere taşınan yaralıların bile, o haldeyken, asker tarafından hoyratça itilip kakıldıklarına tanık olmuşlardı.

Devletimiz mutad destanlardan birini daha yazıyordu.

Hakikat ve adalet aşığı medyamız, ölenlerin -örgüt içi emir komuta zinciriyle- kendilerini parmaklıklara zincirleyip yakarak, birbirini kalaşnikofla vurarak filân öldükleri martavalını kulaklarımıza öyle canhıraş bağırmışlardı ki, bir kez daha anlamıştık, bizim ülkede hep zulüm gören haksızdır, Devlet haksız olamaz.

Ve şerefli medyamızın diğer tüm manşetleri gibi, bunların da kuyruklu yalan olduğu kısa sürede ortaya çıkmıştı.

Murathan Mungan "bu ülkede her şey olunur, rezil olunmaz" demiş ya hani; sapına kadar gerçek; o katliamın suç ortakları, Rehalar, Fatihler, Ertuğrullar, Aliler ve saz arkadaşları aramızda halen muteber şahıslar olarak dolanıyorlar.

Olaylardan 10 yıl sonra 167 tutuklu ve hükümlü hakkında açıla-bile-n dava, 2009'un Nisan ayında zaman aşımından düştü. O günkü Devlet saldırısının nispeten şanslı mağdurlarından Pınar Selek ise şimdi -kanlı katiller gibi- kırmızı bültenle aranıyor.

Canım Devlet'im benim! Biricik aşkım!

* * *

Öğretmen Hacer Arıkan'ın çalınan hayatı…

Bir de Hacer Arıkan var. O "destanda" bedeninin yüzde 45'i yanarak Devlet'in biçtiği "hayata" dönen… Süreç sonrasında 50'den fazla ameliyat geçirerek saldırıda kaybettiklerini bir nebze telâfi etmeye, görenlerin -afedersiniz- dehşete kapılmayacağı bir insana benzemeye çalışan, en azından sokağa çıkabilecek duruma gelmek için mücadele veren genç kadın. Usanmadan "söyleyin, beni neyle yaktınız" diye soruyor Devlet'e.

Şu satırları yayınlamışız o günlerde Derkenar'da; sayfalar arasında gezinirken gördüm, kılçık gibi boğazıma battı:

* * *

Hacer Arıkan, Bayrampaşa C-1 koğuşunda, 19 Aralık operasyonunda, diri diri yakılmak istenen kadın tutsaklardan biriydi. Yanı başında altı arkadaşı yanarak öldü. Hacer yaralı kurtuldu. Tahliye edildi. Her yanındaki yanıklarla operasyonda yaşanan vahşetin canlı resmi gibi…

Şöyle anlatıyor Hacer "Hayata Dönüş" anını.

"Yakılan arkadaşlardan Nilüfer Alcan'ı gördüm. Ona seslendim sanki oturuyor gibiydi. Yanına vardığımda sanırım duman zehirlenmesinden ölmüştü. (…) "

"Çıkış noktasına gittiğimizde alevlerden dolayı nasıl çıkacağımızı düşünüyordum. O sırada kendimi kaybetmeye başladım. Kapıda arkadaşlar belirdi; Hacer kalk, gelebilirsin diyorlardı. Ben kalkmaya çalıştım ama kalkamadım. Arkadaşın biri alevlerin arasına girip beni dışarıya çıkardı."

"Gözlerimi yeni yeni açtığımda hemşire bana yeşil gözlüymüşsün. Çok güzel gözlerin var dedi. Ben de ona önemli olan dış görünüş olmadığını söyledim. Yaşama sevincimi kaybetmedim."

Türkiye'nin şık olmayan yüzünden minik bir ayrıntı Hacer'in öyküsü. Muhabbet tellâlı medyada yer alacak cinsten değil.

* * *

Unutmadan şunu da ekleyelim not olarak: Bu marifet Devlet eliyle gerçekleştirildiğinde, başbakanlık koltuğunda "halkçı" Bülent Ecevit, adalet bakanlığı koltuğunda hukukçu Hikmet Sami Türk, içişleri bakanlığı koltuğunda "efsanevi polis şefi" Sadettin Tantan, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü koltuğunda Ali Suat Ertosun, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı koltuğunda Ferzan Çitici, isimli şahıslar oturuyordu.

Operasyonun komutanı Engin Hoş, komutan yardımcısı albay H. İbrahim Tüysüz, ayrıca yarbay Burhan Ergin, İstanbul Jandarma Komando Taburu komutanı Servet Çakır, binbaşı Zeki Bingöl ve Fikret Ünalan da isimleri unutulmaması gereken efsanevi memleket evlâtları arasında. Çoğu şimdi emekli olmalı. Çocukları ve torunlarıyla mesut ve müreffeh bir hayat dilerim.

Peki şu isim bolluğunda bu samur kürkü üstüne alan kimse çıktı mı?

Soruşturma sürecinde, operasyonu fiilen yöneten jandarma binbaşı Zeki Bingöl, sorumlu kişi olarak sicil yönünden amiri olan jandarma tümgeneral Osman Özbek'i gösterdi.

Özbek, emri bizzat Ecevit'in verdiğini muhatabının da Jandarma Genel Komutanlığı ve İçişleri Bakanlığı olduğunu söyledi.

Sadettin Tantan ise operasyonların başsavcıların isteğiyle yapıldığını söyledi.

İnek içmiş, dağa kaçmış…

Ya sonra?

Sonrası Türkiye klâsiği…

Yoğun kamuoyu baskısı sonucu, anca olayın üzerinden 10 yıl geçtikten sonra, sadece 39 jandarma eri hakkında dava açılabildi. Davaya bakan adalet aşığı savcımızın adı: Ali İhsan Demirel'di.

Ne mi oldu? Gereken deliller toplanmadı. Az yukarıda da dediğim gibi, operasyon harekât emrinin altında imzası bulunan komutanların ifadesi bile alınmadı. Yargı sürecinde asker kesiminden istenen belgeler ya hiç gönderilmedi ya da eksik gönderildi. Asıl sorumlular hakkında takipsizlik kararı verildi. Mücrimler aklanmaya çalışıldı.

Özetle, hiç bir etkili ve yetkili şahıs hakim karşısına çıkartılamadı. Sadece er ve erbaşların yargılandığı bu davada ne kadar demokratik bir ülke olduğumuzu, operasyonları bile erlerin kendi inisiyatifleriyle yaptığını, komutanların onlara hiç bir konuda emir vermediğini, sütten çıkmış ak kaşık olduklarını öğrenmiş olduk.

Her biri birbirinden değerli, insancıl, namuslu, vicdan ve sağduyu timsali siyasetçi, bürokrat, güvenlikçi, hukukçu şahsiyetler… Heykelleri dikilse yeridir.

Başbakan'a ricamız: Bir de Hacer için ağlar mı?

Geldik bu güne… İsmi güzel "adalet" ve "kalkınma" şiarlı, şimdilik sadece işin kalkınma kısmına odaklanmış gibi görünen cihanşümul hükümetimiz, her halde şu saatlerde adalet ve insanîyet ve kimyasal silâhlarla katledilmiş Suriyeli sivillerin kanını yerde koymamak adına, bir savaş tezkeresi çıkarmak için abanıyordur meclisin üzerine. Bize vaad edilen; kan, ter ve gözyaşı.

Gazaları mübarek olsun. Ve de keselerine bereket.

Fakat bu arada, hazır konu -Suriye vesilesiyle- devletlerin kendi sivil yurttaşlarına kimyasal silâhlarla saldırmasının suç oluşundan ve bunun hesabının behemehal sorulmasından açılmışken, şu muhteşem "Hayata Dönüş" destanının yarım kalmış hesaplarını da kapatsak iyi olmaz mıydı?

Tamam anlıyoruz, Hacer Arıkan yurttaşımızın mahvedilen yıllarını ve solventle, fosforla, her ne ise onunla dağlanan güzelliğini ona aynen iade etmek, bu yoğun "ilahi adalet" meşgalesinin ortasında hükümetimizin gündemine giremeyecek bayat ve ehemmiyetsiz bir konu olabilir.

Ama hiç olmazsa, her ağladığında yüreğimizin yağını eriten sevgili başvekilimiz, en azından şık bir vitrin çalışması olarak, bizim kimyasal saldırı mağdurlarımıza vekâleten Hacer Arıkan için de şöyle yalancıktan bir ağlasa… O da olmadı, şöyle beş-on dakikalığına huzuruna kabul edip Devlet adına yarım ağızla bir özür falan dilese… "Bir ihtiyacınız var mıydı" diye sorsa… "Hukuk arayışınızın takipçisiyim" falan dese… Ne bileyim yani… Balık kavağa çıksa…

Olamaz mı? Yaş iş mi?

Niye?

Sonra birileri de çıkıp "madem düğümü çözmeye başladın, şu kontrgerilla meselesine de bir el at" der diye mi?

Ya da "şu ergenekon davasını, hükümeti düşürmek hayaliyle toplantı seminer falan yaptığı için müebbete mahkûm olan siyasî hasımlarının, hazır elin değmişken, kriminal şeceresini de (işledikleri veya organize ettikleri cinayetleri falan) kapsayacak şekilde genişlet, faili meçhulleri aydınlat" der diye mi?

Ya da "aslansın sen, hadi, Roboski'de ne olduğunu tam olarak halkına açıkla da, kimmiş çocuklarımızı öldüren bilelim, yoksa o da mı İsrail" der diye mi?

Diyebilirler, evet… Ahali biraz densiz…

Boşvermek en iyisi galiba. Hacer Arıkan'ı başbakanlıkta ağırlamak, gönül almak riskli iş. Hem, bu kız solcu. Başı da açık (fazlasıyla).

En iyisi, Hülya Avşar'ı, Hasan Kaçan'ı, Necati Şaşmaz'ı falan ağırlayıp uzun uzun "sen ben bizim oğlan" sohbeti yapmak.

Malum, iki tür insan yaşıyor bu ülkede:

1- AK Parti'ye oy verenler…

2- Çapulcular, otporcular, siyonist uşakları, köpekleriyle yatanlar, kadın mı kız mı olduğu belli olmayanlar, camide bira içenler, ayyaşlar, sokakta el ele dolaşanlar, çadırda seks partisi yapanlar, bölücüler, kan emiciler, leş kargaları…

Bendeniz, galiba ikinci gruba girenlerdenim. Bir de utanmadan, kime acıması gerektiği konusunda bilge kralımıza akıl öğretmeye kalkışıyorum.

Tırstım ha! Anamı da alıp gidecektim, fakat o kalktı gitti zaten. Göremedi bu muhteşem günleri.

* * *





Fotograflar:

Yanda → Hacer Arıkan'ın, Devlet tarafından "hayata döndürülmeden" önceki yüzü.

Sayfanın orta yerinde → Hacer Arıkan'ın bugünkü hali.

Biraz üstteki 3 resim → Resimler kendini anlatıyor; açıklamak gereksiz.

Bir üstte → "Hayata Dönüş" üçlüsü: Hikmet, Bülent, Sadettin.

Yorumlar

Evet, bu ülkede yakın tarihe kadar DGM denilen ucube kurumlar vardı.
Astığı astık, kestiği kestik adalet makamları.
Aman tanrım, neydi o devirler?
Necdet Usta tüm gerçekliğiyle bir bölümünü aktarmış, yürek dağlayan türden. Yaşlanmış bedenimi tekrar isyana davet ediyor.
Onlarca genç; hunharca öldürüleni, Hacer gibi sakat kalanı.
Bir tanesini tanıyorum, yaşı on altıydı. Lise 1 öğrencisi. Ümraniye cezaevi baskınında kafatası jandarma dipçiğiyle paramparça olmuştu.
Mucize işte, öldü diye ilân edilen genç Haydarpaşa Numune Hastanesi'nin o günkü hekimleri tarafından hayata döndürülmüştü…
İktidara inat, kurulu düzene inat.
Hesaplaşma meselesine gelince, ah Usta ahhh!
Hangi birini sıralasam?

Macit Cününoğlu - 29 Ağustos 2013 (15:32)

Konuşmak çok zor ama, Hacer'in hikâyesine uzak durmak daha zor. Kendimizi Hacer'e yakın hissetmemek de çok zor bence. Zulmün iktidarına karşı, "öyle olmasın" diyebilmiş pek çok "sıradan" örnekten biri çünkü Hacer. Tanımadığımız, bilmediğimiz, bilip de bilmezden geldiğimiz daha niceleri var.

Ama zulmedenlerle zulme uğramış insanlar arasında da elle tutulur acaip bir fark var; bu kurbanlarla, o tiranlar yan yana durduklarında (ki durmazlar ya); sanırsınız birileri dünya cehennemini sırtlarında taşıyorlarmış da sürüngene dönmüşler, diğerlerinin ayakları da bu acılı topraklardan yukarılara doğru iyice bir havalanmış, yere değmiyorlar.

Nasıl olduysa olmuş; sanki Allah tarafından sırlı bir el dokunmuş, birinin yüzünün Rabbiyessir'ini silerken, diğerini gülümsemelere boğmuş. Halbuki Hacer gibileri ne kadar zor bir şeyi beceriyorlar. Yaşadıklarına rağmen, hayata gene bütün güçleriyle gülümsemeye devam edebilmek için, insanda mangal gibi yürek olması gerekir.

Mahmut Taha - 30 Ağustos 2013 (12:02)

Vaclav Havel, hükümetlerin tarihte daha önce eşi görülmedik bir şekilde, aşırı oranda sosyal mühendis rolüne soyundukları sistemlere bir isim takmış; onlara "post-totaliter" sistemler demiş.

Havel bu tür sistemleri tek bir kişinin ya da küçük toplulukların uyguladığı çıplak güce/çıplak iktidara dayanan basit totaliter sistemlerden ya da klâsik diktatörlüklerden ayırmış. Çünkü "post-totaliter" sistemlerde güç/iktidar kullanımının, diğerlerinde olduğu gibi öyle pek "çıplak" veya "görünür" olduğunu düşünmüyor. Tersine diyor; "bir güdümleyici araçlar şebekesi" böylesi bir toplumun her hücresine sızmıştır. Havel'e göre, neredeyse dünyevîleşmiş bir din olan, net, mantıklı, genellikle kavranması kolay bir ideoloji ortaya koyan bu sistem, her şeyi açıkça ve edepsizce çarpıtır. Bu, insanların bir hakikat olarak kabul etmiş görünmeye zorlandıkları bir "yalanlar sistemi" dir:

"Bürokrasiden ibaret yönetime halk yönetimi denir, işçi sınıfı işçi sınıfı adına köleleştirilmiştir; bireyin tamamıyla aşağılanması onun nihaî kurtuluşu olarak sunulur; halkın bilgi ve haber akışından mahrum edilişine bilgilendirilmek denir; iktidarın güdümleme için kullanılmasına gücün iktidar denetimi, keyfi güç kullanımına da yasalara uymak denir; kültürün bastırılmasının adı kültürün geliştirilmesidir, sömürgeci nüfuz alanının genişletilmesi ezilenlere destek olarak sunulur; ifade özgürlüğünün yokluğu en yüksek özgürlük biçimi haline gelir; göstermelik seçimler demokrasinin en üst biçimi, bağımsız düşüncenin yasaklanması en bilimsel dünya görüşüdür; askeri işgaller artık kardeşin kardeşe yardımıdır."

"Çünkü, bu rejim kendi yalanlarının esiridir ve her şeyi çarpıktır. Geçmişi çarpıtır. Şimdiyi ve geleceği çarpıtır. İstatistikleri çarpıtır. Hiç kimseye zulmetmediği, hiç bir şeyden korkmadığı havası takınır. Yalan söylemediği yalanını söyler."

Ne dersiniz, Havel'in sözleri sizlere de tanıdık geldi mi?

Exlibris - 31 Ağustos 2013 (11:36)

Değerli Exlibris, yaptığınız alıntının bu kadarı bile çok şey anlatıyor. Keşke kitaptan daha geniş bir alıntıyı bizimle Kitap Kurdu bölümünde de paylaşsanız, ne iyi olurdu.

(Not: Paylaştı… Edepsizlik Anarşi ve Gerçeklik. Teşekkürler Exlibris.)

Büdütör - 31 Ağustos 2013 (12:00)

"Hayata Dönüş" rezaletinin hesabının yargı önünde sorulabilmesi ihtimali demek ki henüz bitmedi. Yeniden açılan davanın dünkü duruşmasında mahkemeye sunulan Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) müfettiş raporu, fecaati açıkça ortaya koyuyor:

"Cezaevine yapılan müdahalenin kendiliğinden gelişen olaylar sonucu birden karar verilerek yapılan ani bir operasyon olmadığı açıktır. Bakanlık ve komutanlıklar nezdinde konuşulup tartışılmış, planı önceden hazırlanmış, görev alacak birimler ve komutanları isim isim belirlenmiştir. Operasyon planında 'hukuki sorumluluk doğurmayacak şekilde operasyonun bütün safhalarının video kamera ve fotograf makinesi ile tespit edecek tedbirlerin alınacağı' kaleme alınmıştır. Operasyon başlamadan, kayıtların hukuki sorumluluk doğurmayacak şekilde ifade edilmesi emredilerek, hukuki olmayan uygulamaların olabileceği kabul edilmiş ve delillerin karartılması istenmiştir."
'Bayrampaşa'da suçlar örtbas edildi' (İsmail Saymaz - Radikal)

Yakın tarih, biraz gecikmeli de olsa, aslına daha uygun şekliyle kayıtlara geçebiliyor. Başta Ecevit+Türk+Tantan üçlüsü olmak üzere, zamanında şişirilmiş, allanıp pullanmış "halkçı" ların aslında neyin nesi olduğu mahkeme zabıtlarıyla tarihe kazınıyor.

Bugünkü iktidar sarhoşlarının alacağı dersler apaçık ortada, ama bu dersi alırlar mı, şüpheliyim.

Necdet Şen - 9 Ekim 2013 (10:50)

Alacakları ders? Karnelerinde sivasta insan yakanların hamiliğiyle iktidara geldi bu insanlar. Gezide uyguladıkları şiddetle, "kızılbaş-alevi" söylemiyle oylarını konsolide eden bir hareket cezaevindeki sol mahkûmlara uygulanan şiddetten ne dersi çıkarabilir?

Barış Başar - 1 Kasım 2013 (13:49)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

83
Derkenar'da     Google'da   ARA