Patronsuz Medya

Noolucak ki canım, iki dakikada çizersin

Necdet Şen - 20 Temmuz 2001  


Televizyon denince akla yalnız TRT'nin geldiği tek kanallı ve siyah beyaz yıllarda, yani, çok değil bundan 20 yıl önce, Kayhan Öztepe'nin yapımcısı olduğu Yeditepeden diye bir müzik eğlence programı vardı.

Sunuculuğunu Güner Ümit'in yaptığı o programın son üç bölümünde kimliği gizlenen bir çizer, sahnede şarkı söyleyen sanatçıların karikatürünü çiziyordu.

Bir şarkı aşağı yukarı üç dakika falan sürdüğüne göre, o üç dakika içinde sahnedeki şarkıcıyı gözlemliyor, kılık kıyafeti, davranışları, şarkısının içeriğiyle ilgili acil bir kanaate varıyor, o konuyu kafasında soyutlayıp içinden mizahi bir öz çıkarıyor ve şarkının sonlarına doğru karikatürünü bitirmiş oluyordu.

Doğrusu rasyonel aklın kavrayamayacağı bir hız bu; o kadar kısa sürede bunları yapabilen kişiye aslında dahi demek gerekir. Bir hızlı düşünme ve sanatsal yorumlama rekoru kırılıyordu orada.

Tabii aslına bakarsanız öyle olmuyordu.

Programın görünmez çizeri o karikatürleri bir gün öncesinden evde çiziyor, stüdyoya bitmiş karikatür getiriyordu.

Programda şarkı süresince üç kez görünüyordu onun karikatür çizen eli. Birincisinde, şarkının ilk yirmi saniyesi içinde karikatüre henüz başlamışken, ikincisinde şarkının -ve karikatürün- ortasında, üçüncüsünde de şarkının son kelimeleri söylenirken, karikatürün bitmiş hali… Sonra Güner Ümit bitmiş karikatür elinde sanatçının yanına gidiyor ve "görünmeyen çizerimiz sizin bir karikatürünüzü çizdi, nasıl, beğendiniz mi?" falan diyerek çizimi konuğunun eline tutuşturuyor, o da "aaa, ne hoş!" falan deyip, yerini sonraki sanatçıya terkediyordu.

Bu üç görünüm için üç ayrı taslak çiziyordu görünmez çizer: Karikatürün yeni başlanmış hali, yarı yarıya çizilmiş hali, bitmiş hali. Kameranın kendisini çekmediği anlarda el çabukluğuyla bir öncekini sümen altı yapıp sıradakini çıkarıyordu.

Nereden mi biliyorum?

Bendim o kişi, oradan biliyorum.

Kameranın beni çekeceği zaman stüdyo yönetmeni haber veriyordu. Zaten önümde monitör vardı, yayındaki görüntüyü görebiliyordum. Konukların arasında oturduğum için, yanlışlıkla diğer kameranın çektiği görüntüye girsem bile seyirci uyanmıyordu.

Hızlı Gazeteci'nin ilk ilhamını aldığım dostum rahmetli Gülden Yıldız önermişti bu programa çıkmamı. TRT'ci Kayhan Öztepe programını renklendirmek için bu canlı yayında karikatür işini düşünmüş. Bendenize "çizebilir misin?" diye sorulunca, "kimse o kadar kısa sürede espri bulup anında karikatüre dönüştüremez; ama merak etmeyin, ben onları evde çizer ve orada sanki sıfırdan çiziyormuş gibi yaparım" demiş ve yukarıda anlattığım üç aşamalı yöntemi bulmuştum (illüzyonist Sermet Erkin de Güner Ümit'e ufak tefek illüzyon numaraları öğretiyordu programda millete uygulasın diye; biz ikimiz programın görünmeyen aşçı yamaklarıydık).

Yirmi beş yaşındaydım o zaman, para falan almasam da böyle bir şeyler yapmak ilginç gelmişti.

Ama toplumun neredeyse tamamında var olan allahın cezası bir önyargıyı daha da pekiştirdiğimin farkında değildim sanırım.

O önyargı, başlıkta belirttiğim, "noolucak canım, iki dakikada çizersin" önyargısıydı.

Nah çizilir iki dakikada!

Tam çeyrek asır boyunca siz değerli okurlarımın beş on saniye -bilemedin üç beş dakika- bakıp geçtiği o karikatür ve çizgi romanlar için dirseklerim masaya dayalı, sırtımın kamburunu çıkara çıkara göz nuru döktüm. Bazen hiç bir şey yapmadan, hatta su içmeye, çişe gitmeye bile üşenerek, sekiz on saat boyunca bomboş kâğıtlara bakıp durduğum, hafakanlar bastıran bir gerilime, sıcağa, soğuğa, uykusuzluğa, ama en berbatı da yanlış anlaşılmaya, bazen hiç anlaşılamamaya katlanarak, her gün bir öncekinin fevkinde eserler üretmek için yürek tükettim.

Asla, ama asla iki dakikada hapşırır gibi çırpıştırılan bir şey değildi karikatür ve çizgi roman; o eğri büğrü çizgilerin ardında adanmış hayatlar vardı. Sokakları unutması gerekiyordu yeteneğine tutsak çizgi roman sanatçısının; bitmek bilmiyordu iş. Tam o haftanın (ya da günün) çizgilerini teslim ettim rahatladım derken, aklına bir sonraki günün (ya da haftanın) sorumluluğu geliyor ve huzur falan kalmıyordu.

Mozart'ın bestelerine, Yahya Kemal'in, Nazım'ın şiirlerine (hatta budalalık katsayın müsaitse) Picasso'nun resimlerine baktığında "bunu ben de yapabilirim" duygusuna kapılırsın. Beatles'ın besteleri de bu duyguyu verir insana; çünkü yalındır. Karikatür de aynı duyguyu verir; o kadar az şey vardır ki orada, sanatçı mürekkebi savurmuş, kağıdın üzerinde karikatür hasıl olmuş sanırsın.

Yok mu sahiden böyle yapanlar? Olmaz olur mu? Sürüyle.

Yıllarca çöp adamlar çizerek toplumun bu konudaki cehaletini istismar eden bir yığın şarlatanla paylaşmak zorunda kaldım dergi ve gazete sayfalarını. Onlar gerçekten de iki sigara arasında berbatın berbatı şeyler çiziktiriyor, ama toplumun genel ahmaklığıyla atbaşı bir koşutluk içinde oldukları için gerçek sanatçıya göre daha kolay kabul görüyorlardı.

Bunun nasıl heves kaçırıcı bir şey olduğunu nereden bilsin benim canımcığım okurcularım?

İyi bir şey ortaya koymak için çok ama çok çalışmak, çok acı çekmek gerekir. Dahası, en başta yetenek avantajıyla donatıldığın için kendine ucuz şarlatanlıkları değil, en yüksek pırıltı noktalarını yakıştırır, taşıdığın yetenek fazlasının her geçen gün cezaya dönüştüğünü gözlemlersin; çünkü egon her başarıdan sonra çıtayı daha da yükseğe yerleştirir. Sisiphus'un cezasını biçersin kendi kendine. Her gün en tepeye taşıdığın kaya tam zirvedeyken aşağı yuvarlanır, ertesi gün gene oraya taşırsın.

Ortalama okur "noolucak canım, iki dakikada çiziveriyor işte" diye düşündüğü için, yaptığın işi işten bile saymaz, "mesleğim çizerlik" desen, "asıl mesleğin ne?" diye sorar. Patron herkese para dağıtırken, sıra sana gelince eli cebine gitmez. Editör, ne kadar beğense de bulmacanın ve yıldız falının yanına koyar eserlerini. Okur ancak onun siyasi tercihiyle seninkiler benzeşiyorsa ve onun yalanlarını, komplekslerini, çirkinliklerini yüzüne vurmuyorsan, maskelerini indirmiyorsan sever seni; eserlerinin sanat değeri değil, taşıdığı siyasi bildiri belirler alacağın alkışı ya da maruz kalacağın nobranlığı.

Karikatür ve çizgi roman, ağır işçiliktir bu işi namusuyla yapan her çizgi sanatçısı için. Ama çizgi romancı ve karikatürist (uyduruk olmayanı) okura anlatamaz bir türlü bunu; okur onu bir TV programında yirmi yıl önce üç dakikada çizildiğini "gördüğü" karikatürlerin verdiği yapay bilinçle değerlendirir.

O nedenle, kötü karikatüristler müreffeh, iyi karikatüristler münzevi olur. Doğal bir eleme yaşanır ve piyasa kaçınılmaz olarak molozlara kalır. Gerçek bir sanatçı barınamaz bu hokkabazlık ortamında. Didiklerler adamı. Bırak sıradan okuyucuyu, en başta diğer karikatüristler düşman olur bu işi hakkıyla yapana; onu yok sayar, hırpalar, kuyusunu kazar, kendi aralarında klikleşir ve kıskandıkları parlak çocuğu dışta bırakırlar. Mevcutlu olarak bulunmadığın meyhane bar mavralarında dürülür defterin gıyaben. Kitap yazar tek satır olsun adını anmazlar, yolda görüp kafalarını çevirirler. Kabahatin nedir anlayamazsın uzun yıllar boyunca, hep farkında olmadan bir suç işledim sanırsın.

Oysa tek bir suçtan hüküm giymişsindir aslında; onların çok arzuladığı şey olan YETENEK onlardan çok sende, doğuştan vardır; Salieri'nin Amadeus'a duyduğu nefreti besler sana daha az yetenekli meslekdaşlarının çoğu, sen bunu çoğunlukla anlayamazsın. Gün gelir, daha fazla nefrete ve düşmansılığa dayanamaz, bırakırsın tacını tahtını onlara, basar gidersin ortalıktan, meydan molozlara ve yellozlara kalır.

Hayat senin içinden tüm haşmetiyle gelir geçer, servetini insanlara dağıtamazsın.

Cimriliğinden değil, kitle sağır olduğu için.

Boynunda hep bir idam yaftasıyla dolanırsın, kifayetsiz muhterisler sırıtırlar arkandan.

Kötü sanatçı iyi sanatçının katilidir.

Kötü sanatçıyla iyi sanatçıyı, şarlatanla adanmış kişiliği ayıramayan her sanat izleyicisi bu cinayetin suç ortağıdır.

Nietzsche "tersine sakat" der bir şeyi diğer insanlardan daha fazla olan insanlar için; bu sakatlığı fazlasıyla ödetirler Vasatistan'da adama.

Böylesine değer bilmez bir ortamda iyi bir şeyler yapabilmek için kendini ne kadar zorlayabilir ki "tersine sakat" daha fazla acı çekmek, daha fazla örselenmek, daha fazla dirsek çürütmek için?

Bu kuru gürültüde susmak, esasında haykırmak değil midir?

Yorumlar

Ben de senelerden beri hep karikatür bir çırpıda çizilir sanıyordum. Madem bu kadar azap çekerek çiziyorlar, deli mi bu karikatürist milleti, neden daha rahat işlerle uğraşmıyorlar da kendilerine eziyet ediyorlar. Acaba "sıradan biri" olmaya mı tahammülleri yok?

Tayfun K. - 26 Mayıs 2007 (21:16)

Elya Kazan özyaşam hikayesinde, yetenek insanın en büyük düşmanıdır, demiş. Gerçek bir sanatçı üretirken, kaygıların ve düşüncenin doruğuna ulaşır. Dolayısıyla mesleğini icra ederken gündelik yaşamda savunmasız kalabilir. Sadece yetenek karın doyurmuyor. Esnaf değildir, çizerek para kazananlar. Bir sinema eleştirmenin yazısını okumuştum, (Türk medyasında) seyrettiği bir film için "çizgi roman sığlığında" diye yazmıştı. Sinema eleştirmenin(!) bunu yazdığı bir ülkede, çizgi roman veya karikatür çizmenin neden meslek sayılmadığına şaşırmamak gerek. En azından yakın zamnda öyleydi. Çizgi roman çok zor bir sanattır. Çok şey ister ki; kurgu, grafik, edebiyat, akıcılık, ışık, desen bilgisi, anatomi, drama, komedi ve hatta, sıradan insanlar için bla bla diye gider. Çok bilgi ve yeteneğin bileşkesidir. Ayrıca zeki olmanız gerekir. Çizerek para kazanmak için bunların hepsinin bir arada olması da gerekmez. Netekim, iki-üç dakikada çizerek para kazananlarda vardır. Bla, bla, bla…

Atalay Bilge - 9 Kasım 2007 (22:35)

Ben sanatçılar hep aynı hamurdan yapılmıştır ve hepsi birbirinin dostudur sanırdım. "Kötü sanatçı iyi sanatçının katilidir" sözünüz beni çok etkiledi. Kimbilir kaç değerli insan bu yüzden küstü gitti, bizim ruhumuz duymadı. Hiç düşünmediğim bir açıyı gösterdiniz. Teşekkür ederim.

Günsu Kocagöz - 5 Aralık 2007 (18:34)

"Kötü para iyi parayı kovar" diye bir lâf duymuştum. Galiba sanatçılar açısından bakıldığında, bu özdeyiş "yeteneği kıt sanatçı daha yeteneklinin ayağını kaydırır" diye uyarlanabilir. Bunu sanatçının (belki de insanın) bencilliğiyle açıklamakta mahzur görmüyorum. Karıncalardaki kollektivite bilinci ne yazık ki insanlarda pek yok.

Necmi Ziya - 15 Aralık 2007 (11:27)

Yazık ki, sanat da her dalıyla yenidünya düzeninden ve bu düzenin getirdiği pazarlama çılgınlığından nasibini aldı ve almaya da devam ediyor.

Örneğin, her gün kitapçıların "yeni çıkanlar" ve "en çok okunanlar" raflarını süsleyen, cicili bicili kapakları olan ama kazara okumaya kalktığınızda içeriğiyle, diliyle, çeviri facialarıyla okuma zevkinizi kursağınızda bırakan kitap görünümlü nesneler "kitap" mıdır hakikaten fikir penceresinden süzülüp gelen? Kim okur ki bunları? Ne zaman en çok okunan olmuşlardır?

Veya şimdilerde hemen her alışveriş merkezinin zemin katlarında işportada satılır gibi satılan, reprodüksiyon bile olmaktan uzak, tuval üstüne ucuz bir baskı tekniğiyle basılıp satılan tablolar sanat eseri midir? Ama maalesef bu sözde tablolar "dekoratif bir obje" olarak peynir ekmek gibi tüketilmektedir. Gelgelelim, taklitlere esin kaynağı olmuş gerçek ressamların, çizerlerin ismini bile zikreden yoktur bu sanat tüketicileri (!) camiasında.

Demem o ki, yukarıda sözünü ettiğim kitaplar da, resimler de farklı sanat dallarını icra edenlerin ürettiği sanat eserleri değil, olsa olsa serbest pazar ekonomisine en kısa yoldan katkıda bulunabilecek tüketim nesneleri olabilir. Bu noktada ise tespitlerinize katılmamak işten değil.

Ancak benim hâlâ umudum var. Azınlık da olsa, sizin çizgi romanlarınızdaki yaratım sürecini takdir edebilen, bir eser üretilirken eser sahibinin arka plandaki sancılarını, ifade etme çırpınışlarını derinlemesine değerlendirebilen Derkenar gibi vahalarda toplanmış birçok insan olduğunu biliyor, görüyorum.

Sinem Hürmeydan - 20 Ağustos 2013 (23:42)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

277
Derkenar'da     Google'da   ARA