Patronsuz Medya

Sallantıdaki holding nesinden belli olur?

Necdet Şen - 13 Ağustos 2002  


Bahtsız ülkemin iktisadî hayatı tam bir Vahşi Batı görüntüsü arz ediyor.

Bir anda nereden türediği belirsiz holdingler beliriyor piyasada ya da onca yıl kendi halinde bir şirketken, aniden azmanlaşıyor bazı markalar.

Televizyonlardan ve gazetelerden üzerimize abanan trilyonluk ilân kampanyalarıyla haberdar oluyoruz bu yeni devlerin varlığından ve koştura yarışa her ne satıyorlarsa onun elzem olduğuna inanıp satın alıyoruz.

Daha işin başında 2 şeyi sağlama almış oluyor bu "dev" holdingler:

Bir, bizim tüketim çılgınlığımızın yol açtığı vakumun odağındaki başrol oyuncularından bir tanesi olmayı;

İki, herhangi bir yamukları varsa, bunun popüler medya tarafından halka açıklanmasının yolunu, onların kasalarına akıttıkları muazzam reklam girdileriyle kapatmayı.

Kapatıyorlar da.

Gazetelerde çarşaf çarşaf reklamları yayınlandıkça o şirketler hakkında sadece genel müdürleriyle falan yapılmış kaymak röportajları, ekonomi sayfalarında onların hisse senetlerinin nasıl sağlam bir yatırım olduğuyla ilgili "kıyakçı" yorumları okuyabiliyorsunuz.

Televizyonlardaki "trendy" programlarda o şirketlerin gizli ve açık reklamları yapılıyor, medya patronlarının kasalarına akan paranın karşılığı haber süsü verilmiş marketing olarak geri ödeniyor.

O nedenle, medya kimler hakkında olumsuz haberler yazamaz, bilmek istersek, gazetelerdeki ve ekranlardaki reklamlara göz atmamız yetiyor.

Dekorun arka tarafı

Bir de bu menfaat ortaklığının görünmeyen yüzü var: O saklanan arka planda tahmin edilemeyecek süfliliklerin döndüğünü ancak bu holdingler tarafından mağdur edilip "markazede" olduğumuzda ya da "tanrılar" o holdingi yemeye, parsayı bölüşmeye karar verdiğinde fark edebiliyoruz. Ama öyle bir menfaat zinciri ki bu, en tepedekinden en alttakine kadar, bu akıntıdan beslendiği için, onlara asla "ayranım ekşi" dedirtemiyorsunuz.

Bu zincir, onları kaypaklık, demagoji, beraber ve solo yalanlar safında birleştiriyor. Ama süflilik yine de etek altından sarkan kombinezon gibi sırıtıyor.

Bizler, yaptığımız her alışverişte feci kazıklar yiye yiye, para ödediğimiz ve hizmet satın aldığımız firmaların maaşlı demagogları tarafından eşek yerine kona kona ve ağzımızın içinden söve saya, ama asla vatandaş ve tüketici olarak bazı haklarımız olduğunu, bu haklarımızdan feragat etmenin de olgunluk değil yılgınlık olduğunu vezneyle market kasası arasında koşuştururken tükettiğimiz enerjimizin hakkımızı aramaya yetmeyeceğini, en iyisi "lânet olsun!" deyip bunu da yutmak olduğunu düşündüğümüz müddetçe, her türlü yanlışı sineye çekip oturuyoruz.

"Nasıl olsa bunlar da bir gün gümbürdeyerek batar, benim ahımı bunlardan Kemal Derviş çıkarır" diye avunuyoruz.

Maroken koltuklarında kasım kasım kasılarak oturan, her eleştiride "ama biz büyük holdingiz, ne haber?" diyerek burnundan kıl aldırmayan kravatlı hazretler de hazinenin yumruğu tepelerinde patlayınca bir anda mazlum kesilip, bize yaltaklanmaya, ezilenler için bir kenarda tuttuğumuz acıma kontenjanımızı sıyırtma manevralarına tahvil etmeye bakıyorlar.

Bazen yutuyoruz, bazen yutmuyoruz bu zokayı.

Ama artık en azından şunu gördük ki, her kerizlenmiş sıradan kişi (yani biz) o hikmetinden sual olunamayan, yanına varılamayan, değil kendisine, sekreterine bile ulaşılamayan tanrıcıklardan daha kalıcı, daha temiziz. Ve o küçük lordların hızla tırmandıkları kuşkulu tahtlarından nasıl gümbürtüyle yuvarlandığını seyretmenin hazzını her geçen gün daha da artan bir sıklıkta yaşıyoruz.

Artık, bir kedinin bir krala bakabileceğini biliyoruz. Ve anlıyoruz ki, türlü vaadlerle ve karınca duası gibi uzun ve minik hurufatlı sözleşmelerin altlarına attırdıkları imzalarla, emirlerinde çalıştırdıkları taşeron hukuk bürolarıyla dahi, hakkını aramaya kararlı tüketiciyi yıldıramayacak kadar kof ve iğreti hükümdarlıklar bunlar. Yıkılmak için darbeye ihtiyaçları yok, zaten durdukları yerde gümbürdeyerek çöküyorlar.

Bir şirketi ne batırır?

Bir şirketi ne maliye, ne BDDK, ne de IMF'nin buyrukları batırır. Şirketleri batıran şey, kendi omurgalarındaki kurttur.

Yani çapsızlık, lâçkalık ve şımarıklık.

Şirketleri üst kademe yöneticilerinin körlükleri batırır. Olan, ekmeğini kazanmaya çabalayan binlerce çalışana olur; işsiz kalırlar.

Bu kadar teori ve tıraş yeter, en iyisi ne demek istediğimi bir iyi bir de kötü örnek vererek anlatayım.

İyi örnek:

On yıl kadar önce, Kadıköy cıvarında otururken, evimin karşısında bir Alarko bayii açılmıştı. Ne satıyordu bilmiyorum.

Orayı açan adamla bir süre sonra "tanıştık" .

Dükkânının (aynı zamanda kapımın) önünde park edilmiş arabamı göstererek, "çek lan şu arabanı buradan!" diye horozlandığı zaman.

Belli ki, paranın şımarttığı çiğ hıyartonun tekiydi. Nezaketi bisküvi çocuklarına özgü bir zayıflık sanıyor olmalıydı. Yine de ona bir umutla "biraz daha nazik olmasını" söyledim. Aldığım yanıt küfür ve "döverim lan!" oldu.

Ne olacak, beni dövmek dünyanın en zahmetsiz işi. Gene aldırmadım. Zaten ekmek almak için çıkmıştım, adama sırtımı dönüp bakkala yöneldim. Bu tavrım molozu daha da cesaretlendirmiş olmalı ki, az ötedeki zerzevat satıcısını göstererek, "o adam benim hemşerimdir, şimdi seni ona dövdüreyim de gör gününü!" diye bağırdı arkamdan.

Gene güldüm. Her gün alışveriş yaptığım zerzevatçı yüzüme özür diler gibi bakarak boynunu büktü. Bakkala girdim, ekmeğimi aldım. Bu arada herifçioğlu hâlâ onu kışkırtmak için dil döküyordu.

Bakkaldan çıktım. Zerzevatçıyı fedailiğe ikna edemeyeceğini anlayan hıyarto işini kendisi görmeyi denedi.

Ondan sonrasını anlatmak istemem aslında.

Pek molozmuş, kıçındaki 43 numara ayakkabı iziyle topuklayıp sıvıştı. Kürt zerzevatçı molozun arkasından bakıp, özür diler gibi bir ses tonuyla "abi belli ki bunun burnu hiç sürtülmemiş, çocuk kalmış" dedi.

Ama bu kadarı yetmedi bana. Sabah sabah tadım kaçmıştı. Bu terbiyesiz herifle komşu olmak istemedim o saatten sonra. Aradım 118'i, "bana Alarko Holding'in numarasını verir misiniz?" dedim. Verdiler.

Sonra çevirdim Alarko Holding'in numarasını, "bana patronunuzun adını ve faks numarasını verir misiniz?" dedim, "tabii" dedi santralci ve verdi numarayı.

Patronların adı İshak Alaton ve Üzeyir Garih'miş.

Onlara durumu özetleyen el yazımla yazılmış bir faks mesajı gönderdim.

Yarım saat geçmeden İshak Alaton'dan "Sayın Şen, olaya çok üzüldüm, konuyu genel müdürümüze ilettim, gereken her neyse hemen yapılacak ve en geç bir iş günü içinde size bildirilecektir" içerikli yanıt geldi.

Ve yapıldı da. Hemen o gün adama hesap soruldu. Meğer daha bayiliği onaylanmadan tabelâyı oraya asmış. Başvurusu hemen reddedildi.

Ertesi gün, merhum Üzeyir Garih'ten üzüntüsünü bildiren kısa bir mektup aldım. Daha sonraki aylarda da bir bayram kartı. Musevîydi ama dînî bayramımı kutluyordu.

O "döverim lan!" diyen moloza gelince, kısa zamanda tabelâsını toplayıp cehennem oldu gitti. Kıçına yediği tekme de yanına kâr kaldı.

Ne Alaton'un ne de Garih'in beni tanıdığını, çizgi romanlarımdan haberdar olduğunu sanmam. Zaten o sıralar işsizdim, adım sanım kalmamıştı. Bu bence onların olağan tavırlarıydı. Her kim ararsa arasın, öyle yaparlardı sanıyorum.

O nedenle de her camiada saygın bir adları var.

Kötü örnek:

Kötü örnek iki tane. Ve ikisi de birbiriyle ilintili. Veezy ve Denizbank. Her ikisi de Vestel Holding'in yan kuruluşlarıymış. Ve öğrendiğime göre Vestel de Zorlu Grubu diye bir gruba bağlıymış.

Zorlu ailesi kimdir, necidir, bilmem; ama Veezy ve Denizbank'ı bilirim; iki senedir onlara maruz kalan ve yaka silken bir müşterileri olarak.

Veezy'den neler çektiğimi anlatmıştım, sık sık yazıyorum; ama Denizbank'ı anlatmamıştım, onu da biraz tanıtayım.

Prensip olarak cep telefonu, kredi kartı ve benzeri "modern" görünümlü toksik maddeleri kullanmam. Ama iki yıl önce içimde biriktirdiğim kitapları yazabilmek ve kendime internette bir web dergisi (soluk alabileceğim bir alan) yaratabilmek için bilgisayar almaya kalktığımda cebimde sadece 100 dolar vardı ve bu parayla ancak Veezy'nin peşinatı ödenebiliyordu. O nedenle, bilgisayarcının tüm "tapon mal, sakın onu alma" yollu uyarılarına rağmen boynumu kırıp bu önerilmeyen tercihe yönelmek zorunda kaldım. Başvururken "30 günde teslim edilecek" denen cihaz 90 günde teslim edildi ve benim Veezy çilem başlamış oldu.

Veezy'den bilgisayar almanın ön şartı, aynı holdinge bağlı olan Denizbank'tan kredi kartı çıkarmakmış. Ödemeler o kart ile yapılacakmış. Mecburen "peki" dedim, imzaladım sözleşmeyi.

Ama aradan geçen bu iki yılda ne kadar parasızlık çekersem çekeyim, her ay ilk yaptığım iş Denizbank'ın zorunlu olarak verdiği Veezy İnternet Kartı aracılığıyla tahsil edilen -dolar kuruna bağlı- Veezy taksitlerini yatırmak oldu. Sürekli kabaran bu taksitleri yatıramadığı için bilgisayarlarını geri veren arkadaşlarım da var. Paraları battı bir bakıma. Düş kırıklığı da cabası.

Bu iki yılda Veezy kartıyla yalnızca web dergimiz Derkenar'ın alan adı ve barındırma ücretlerini ödedim. O kartla başka alışverişler yapmak aklımdan bile geçmedi.

Geçen hafta sitenin barındırıldığı adresten "bu ayki ödememiz tahsil edilemiyor, hesabınızda sorun mu var?" tarzında bir e posta mesajı geldi.

Onlara "merak etmeyin, yarın bankayı arar, mesele neyse hallederim" diye -İngilizce- yanıt gönderdim, onlardan da "bekliyoruz" tarzında yanıt geldi.

Ah ne güzel! Çağdaşlık bu işte!

Fakat söz konusu olan Veezy, Denizbank ve şürekası ise iyimser olmak için o kadar acele etmemem gerektiğini sabah bir kez daha öğrendim.

Arıyorum arıyorum bankanın telefonları bir türlü açılmıyor. Çevir Allah çevir. Karşıma bir bant kaydı çıkıyor, "sıfıra basın" diyor ve sonra hat kesiliyor. Bir daha, bir daha, hep aynı.

Dünya kadar meşgalem var; artık tabakhaneye kitap, senaryo, web dergisi falan yetiştiriyorum; ama bu da bir sorun; borçlu kalmaya alışkın değilim.

İşi gücü bıraktım, kalktım yakınlardaki bir Denizbank şubesine gittim. Orada öğrendim ki, bankanın genel merkezi birkaç ay önce taşınmış, telefon numaraları değişmiş, santralde her halde işten anlamayan biri oturuyormuş, ondan böyle oluyormuş-muş…

Aaa, iyi, ne olacak? Red Kit'deki bankalar da aşağı yukarı bunun gibi. Belki kapıcı Hüsam efendiyi oturtmuşlardır santrale. O da ayağının kirlerini eziyorduk baş parmağıyla.

Bankadaki genç kız, eksik olmasın, bir faks metni yazıp ilgili birime gönderdi. Ben de bankanın en tepedeki genel müdürüne (alıştık ya, herkesi İshak Alaton ve Üzeyir Garih sanıyorum) durumu anlatan ve rahatsızlığımı dile getiren bir faks çektim.

Sorun çözüldü değil mi? Yaa evet… Çözülmez mi? Hah haaa!

Bu noktada en iyisi konuyu banka müdürüne bir türlü ulaştıramadığım ikinci faks mesajından öğrenelim:

Faks

Sayın Hakan Ateş

Geçtiğimiz Cuma (9 Ağustos 2002) günü size bir faks mesajı gönderip Denizbank'a ilişkin bir rahatsızlığımı dile getirmiştim.

Ne yazık ki, gündelik hayatımı fazlasıyla aksatan bu "ufak" ama can sıkıcı pürüz, son üç gün içinde çözülmek şöyle dursun daha da içinden çıkılmaz hal aldı.

Önce (bu mesajın size ulaşabileceğini ümit ederek) elinize geçmediğini sandığım önceki faks mesajımı özetleyeyim:

* * *

Veezy İnternet Kartı ile yaptığım online ödemede ortaya çıkan bir sorunu giderebilmek için Cuma günü Denizbank Kredi Kartları bölümünü aradım. Ancak, karşıma çıkan bant kaydı "santrale bağlanmak için sıfıra basmamı" bildirdikten sonra hat kesildi.

Aynı işlemi yarım saat boyunca tekrar tekrar denedim ve her seferinde aynı şey oldu, bankaya ait hiç bir dahilî numaraya ulaşmayı başaramadım.

Sorunu çözebilmek umuduyla gittiğim Şaşkınbakkal şubenizde "Genel Müdürlüğün geçenlerde taşındığını ve telefon numaralarının değişmiş olduğunu" öğrendim. Eski numaraların neden yenisine yönlendirilmediği soruma ise tatmin edici bir yanıt alamadım.

Hesap ekstreleri (posta ve email ile) düzenli olarak geldiğine göre, "adresimde bulunamamam" olasılığı söz konusu değil. Dolayısıyla, bu telefon değişikliğinden neden haberdar edilmediğimi merak ediyorum.

(Burada bir de "benim zaviyemden bakınca lâçkalık olarak görünen bu durumun oradan nasıl göründüğünü bilmek isterdim" diye bir cümle vardı, ama koskoca müdüre ayıp olmasın diye bu cümleyi ikinci faksa koymadım. Neyse, 2. mesajı okumaya devam edelim.)

Faks mesajım hemen hemen buydu. Ama devamı daha vahim:

Bankacılık mevzuatından hiç anlamam; yalnızca geçen yıl…

(…) (bla bla bla) (sıkıcı ayrıntılar) (bla bla bla) (…)

…isteyen bir faks mesajı çektim ve altına telefon numaramı ekledim.

Ama sıkışık çalışma trafiğimi bir kenara koyup tüm öğleden sonramı harcadığım bu iç daraltıcı işlemlerden sonra eve dönünce, saat 18.00 cıvarı, bankanızın bir çalışanı tarafından telefonla arandım ve "ufak" sorun daha da çapraşıklaştı.

Muhatabını asla dinlemeyen, gayet negatif, ağzımdan çıkan her cümleyi bir başka polemik cümlesiyle kesen ve konuşma boyunca (telefonların açılmaması ve gönderdiğim faks konusu da dahil) her konuda beni yalancı çıkaran Cengiz adındaki bu çalışanınıza (bırakın çözüm aramayı) sorunun ne olduğunu anlatmak bile mümkün olamadı.

Beni borçlu durumda bırakan bu tahsilât sorununu daha makul kişilerle konuşarak çözebilmek için elimde olan telefon numaralarının hangisini denediysem, hiç biri açılmadı ve aynı bunaltıcı süreci tekrar yaşadım.

(… bla bla bla…)

Kısacası, bugün Pazartesi oldu ve söz konusu online tahsilatın halen yapılıp yapılmadığını bilemiyorum. Bankanızın telefonlarına ulaşamıyorum, ulaşacak olsam da karşıma diyalog kurulamayan bunalımlı bir memurunuz çıkıp günümü berbat edebiliyor.

Bankanızın müşterisi olmak benim tercihim değildi; bir kampanyaya girip bilgisayar aldım ve önce Veezy ve şimdi de Denizbank tarafından hayatımın zorlaştığı, yıprandığım, vaktimi ve enerjimi heba eden, öfkemi kabartan 3 yıllık bir sürecin içine düşmüş oldum.

Veezy şu ana kadarki performansıyla batma sinyalleri veren lâçka bir firma olduğu konusunda beni ikna etmiş bulunuyor; umarım Denizbank hakkında da böyle olumsuz bir yargıya varmam.

Saygılar.

Necdet Şen, 12 Ağustos 2002, İstanbul

* * *

Eeee, sonra?

Tabii ki bu mektubu ilgili yere fakslayamadım. Çünkü daha santral barajını aşamadığım bir bankanın genel müdürünün faksını nereden bulayım?

Bana o numaraları bulması ve faksı göndermesi için e posta ile bir "yakînime" yolladım. Ne mi oldu? Tam üç kez tekrar göndermeme rağmen, Veezy o mesajları yerine "ulaştıramadı" .

(Yok canııım, koskoca Veezy'nin teknik elemanları benim posta kutumu sabah akşam göz altında tutuyor olacak değildir her halde; böyle bir şey düşünemem. Ama "şirket" ten yakındığım bir mesajın her seferinde kaybolması ya da geri dönmesi ilginç değil mi?)

Ben de allem ettim kallem ettim, mesajı bir başka kanaldan "yakînime" gönderdim (ilk denemede yerine vardı) ve yattım uyudum.

Bugün öğrendim ki, "yakînim" de gerekli telefonlara ulaşana kadar saatlerce ter dökmüş, karşısına çıkan kişiler (yani bizzat şikâyet edilenler) arkadaşıma da genel müdürlüğün faks numarasını vermemiş ve "bize fakslayın" demişler.

Benim başka ne işim var? Boş gezenin boş kalfasıyım. Birkaç günümü Denizbank lâbirentinde şikâyetimi dinleyecek, en azından bana genel müdürlüğün faks numarasını verebilecek bir görevli aramakla geçirebilirim. Hiç sorun değil. Ekmek paramı sonra kazansam da olur.

Hem, bankalar bir nevî gizli örgüttür ve telefon numaraları öyle her isteyene verilmez. Hatta ana santrali bile açılmaz. Bankaya telefon edebilmek için önce muhtarlıktan belge, sonra da bir milletvekilinden arkasına çarpı atılmamış kartvizit getirmek gerekir.

Bugün kalkınca da üşenmedim, aramaya devam ettim ve uzunca bir süre oradan oraya aktarıldıktan sonra "Müşteri İletişim Merkezi" gibi bir adı olan bölümdeki bir "yetkili" ye ulaşabildim.

Karşıma kim mi çıktı? Hani şu asla dinlemeyen, sözlerimi ağzıma tıkan cici çocuk Cengiz var ya, o canım, kim olacak?

Ona doğrudan doğruya "sizinle iletişim kuramıyoruz, bana bir başkasını verin, ona anlatayım" dedim. Biraz inatlaştıktan sonra başkasını verdi.

- "Haa evet, dilekçeniz bize ulaştı" dedi o başkası.

- "Ne dilekçesi hanımefendi? Sizin astınız mıyım ki dilekçe göndereyim? Ben Denizbank'ta memur değilim; müşterinizim; ve bankanız bana para karşılığı hizmet sunuyor. Bir de utanmadan sizi şikâyet etmek için gönderdiğim faksa el koyup sümen altı mı ediyorsunuz?" dedim.

- "Bu konuyla ilgili merci biziz" dedi memure.

- "Peki iletecek misiniz sizinle ilgili bu şikâyeti orada adı yazılı olan genel müdürünüze?" diye sordum, "tabii ki hayır" dedi.

Sorun, bunların anlaşmalı olduğu Master Card'ın bir uygulama değişikliğinden kaynaklanıyormuş, artık online ödemelerimizi o kartla yapamayacakmışız.

- "Peki bunu bize bildirdiniz mi?" diye sordum, "hayır, niye bildirecekmişiz ki, bu Master Card'ın uygulaması" dedi.

- "Peki ama ben sizin kartınızı kullanıyorum ve bu uygulama yüzünden işleri aksayan benim; Veezy kartındaki bir değişiklik neden Veezy'yi ilgilendirmesin?" dedim; memure bu cümlelerimi benim saplantılı olmama bağladı.

Ayrıca, "Genel Müdür mühim adammış. Öyle her müşterinin şikâyetini dinleyemezmiş. Bu işlere onlar bakıyorlarmış."

Tabii bu genç Hanım kızımıza bu ülkede "mühim adam" lıkla İnterpol'ün kırmızı bülteni arasındaki mesafenin kısalığından hiç söz etmedim. Bilmez o konuları. Dilerim onun "mühim" patronu böyle bir felâket yaşamaz.

İşte bu kadar…

Orada bir banka var uzakta. Ama o banka ne halt eylerse eylesin, ne yanlış yaparsa yapsın, en tepedeki zevatın bundan haberdar olma şansı bile yok. Bu yolu yöneticiler bizzat kendileri kesmişler.

Telefonları açılmayan, müşteriyi bezdirenlere ilişkin şikâyet mektuplarının bizzat o kişiler tarafından ele geçirilip yok edildiği bir banka: Adı Denizbank! Çağdaş bankacılığın adresi!

Dijital teknoloji! Füme camlı plaza binaları! Zırhlı arabalar! Bilmem kaç kanallı telefon santralleri! Ticaret Odası'na kayıtlı şu kadar şirket! Her şey son model! En pahalısından! Yıllık ciro bilmem kaç milyon dolar! Falanca holdingi geçtik! Ohh, harika!

Haa, biz mi? Bizler sayısal değeriz.

Ah, o kravatlı beyler! Bir de tebdili kıyafet halkın arasında dolansalar da görseler bakalım, o halk onlar için ne düşünüyor?

Batacaksınız beyler, batacaksınız; bu gerçek bugünden görünüyor. Titanik kadar azametlisiniz ve onun gibi siz de batacaksınız!

Bizim verdiğimiz paralarla ayaktasınız ve o paralar sonsuza kadar kasalarınıza akacak sanıyorsunuz.

Ahmak olduğumuza bu kadar yürekten inanmayın. Biz küçük balıklar her koşulda suyun yüzünde kalacak biçimde evrimleştik. Biz değil, siz batacaksınız! Çok irisiniz ve beyniniz cüssenize oranla adamakıllı ufak.

Batacaksınız! Ve olan maalesef yüzlerce holding çalışanına olacak. Sizin kusurunuz yüzünden onlar işsiz, ekmeksiz kalacaklar.

Sizi BDDK falan değil, bönlüğünüz batıracak.

Okura not:

Bu uzun şikâyetnameyi sonuna kadar okuyabilme sabrını gösterenlerdensen, valla helâl olsun. Ben bile daraldım yazarken. Ama ne yapayım ki derdimi anlatabileceğim senden başka kimsem yok.

O nedenle, bana bir güzellik yap ve bu yazıyı tanıdığın herkese gönder, onlar da okusun.

Çünkü bu şikâyet, şahsî bir şikâyet değil, hayatımızı yakından ilgilendiren kronik bir sorunun (tüketiciyi avanak yerine koymanın ve "ufak dağları ben yarattım" sendromunun) taze bir örneği.

Onlar medyaya verdikleri trilyonluk reklamlarla oralardaki ağızları büzmüş olabilirler. Ama e postalarımıza yansıyan tercihlerimizi, özgür kanaat ve protesto hakkımızı ipotek altına alabilmek için daha hin yöntemler aramaları gerekecek. Sadece Derkenar.com'un değil, aslında internetin de patrosuz efendisiz bir mecra olduğunu, burasının satın alınamayan, tekelleşilemeyen bir yer olduğunu önce biz öğreneceğiz sonra onlar.

Diyorum ki, "Midas'ın kulakları eşek kulağı gibi" ve diliyorum ki rüzgâr bu fısıltımı en ücra köşelere bile ulaştırsın.

* * *

Bunları da okumakta fayda var:
Veezy saç baş yolduruyor!
Sadece 2 hafta oldu

Yorumlar

Sayın Şen… Ne güzel de özetlemişsiniz Türkiye gerçeklerini. Büyüğüm demekle büyük olunmuyor. Büyük olmak için gereğini yapmak elzem oluyor.

Yabancı uyruklu'ların şirket kurup şirket yönetmedeki vizyon ve misyonları takdire şayan.

Bunların dışında kalanlar önce kendilerinin, sonra yandaşlarının cebini doldurmayı amaç edinip, hizmet ve misyon eksikliğinin sonuçları oluşur.

Yeşil sermaye; önce birlikte saf tuttuğu müslüman kardeşini öper, ortada kalmış sermaye (safını belirleyememiş kabesi yalnızca PARA olan sermaye) ise herkesi ve her coğrafyayı öper. Devlet veya devletçikler de buna çanak tutar.

Mustafa Kurt - 4 Mart 2008 (10:54)

Bir şirket batarken ya da yönetiminin burnu necasetten kurtulmazken, "beter olsunlar" demek gibi "kurumsal" ölçekli beddua türleri de olabilirmiş, yeni yeni öğreniyorum.

Bugünlerde Turkcell'in ve esas patronu Karamehmet ailesinin düştükleri zor durumu da medyada böyle bir perspektiften izliyorum. Allah'ın sopası yok ama TMSF'nin var.

Özetleyeyim:

3 sene önce yerleştiğim sahil kasabasında, daha pratik olur zannederek (reklamlarına aldanarak) satın aldığım, alırken de ısrarla sorduğum "bunu filân kasabada kullanacağım, 3G teknolojisi orada çeker mi?" sorusuna ısrarla "tabii tabii, her yerde çeker" diyerek kakaladıkları VINN zamazingosu yüzünden 8 ay kan kustum. İnternet, yok denecek kadar yavaştı. Basit bir web sayfasının açılması bile dakikalar sürüyordu, o arada gidip kendime çay demliyordum. Sık sık da kesiliyordu.

Sonunda sabrım taştı ve noterden bir ihtarname çekip, resmi bir dille "alın bu ayıplı hizmetinizi başınıza çalın" dedim ve gittim Telekom'dan ADSL hattı bağlattım.

Şans bu ya, meğer bizim kasabada ADSL altyapısı çok yeniymiş. O gün bu gündür internete jet hızıyla bağlanıyorum. Her gün 2 online film seyrediyorum.

Turkcell'e gelince, çektiğim o ihtarnameye yasal süre içinde cevap vermedi ama daha sonra telefonla, epostayla, türlü çeşitli blöflerle, tehditlerle, ürkütmeye ve aslında hakkı olmayan ve zaten tahsil etmesi de mümkün olmayan paraları benden koparmaya çalışıyor.

Her seferinde gereken cevabı -kibarca- verip telefonu suratlarına kapatıyorum.

Düşünüyorum da, Tüketiciyi Koruma Yasası'nın maddeleri ve içtihatları bu kadar apaçık ortadayken, talep ettikleri o haksız ödemeleri normal şartlarda asla alamayacakları, ellerindeki tek kozun bizim bu blöfleri yutma ihtimalimiz olduğu, besbelli değil mi?

O zaman arabanı park ettiğinde pis bir suratla yanına yaklaşıp, "bana para ver arabanı kollayayım, yoksa serseriler çizerler" diyerek üstü kapalı tehditle para sızdıran otopark mafyasından ne farkları kalıyor? Ticaret mi şimdi bu?

Emin değilim ama galiba nefesi kuvvetli biriyim; kime beddua edersem tutuyor.

Bir kez daha söylüyorum; Allah'ın sopası yok, ama neyse ki TMSF var!

Adalet Tokmak - 23 Mayıs 2013 (12:33)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

323
Derkenar'da     Google'da   ARA