Patronsuz Medya

Gırgır, bir "okul" muydu?

Necdet Şen - 16 Şubat 2004  


Sirkeci'den Vilâyet'e doğru çıkan kısa menzilli cadde Ankara Caddesi'dir. Biraz yukarısı ise Cağaloğlu. Doksanlı yıllara kadar matbuatın kalbinin attığı yerdi tarihî yarımadanın tam kalbindeki bu bölge. Biraz yukarı yürüyüp, Vilâyet'in önüne gelince Günaydın gazetesini soruyordun, gösteriyorlardı.

"Morg'un olduğu yokuşta, az yukarıda. Yerebatan sarnıcına yakın."

Gırgır, onun bitişiğindeki ek binadaydı. Matbaa mürekkebi kokusuyla karışmış keskin, sentetik bir koku karşılardı insanları merdivenlerde.

Yetmişli yılların ortalarıydı. Bir Pazartesi günü, sora sora bulduğum binanın dış kapısından içeri adımımı attığımda, Danışma'nın önünde benden önce gelmiş, yukarı kabul edilmeyi bekleyen en az yirmi kişilik bir kalabalıkla karşılaşmıştım. Hepimiz üç aşağı beş yukarı aynı yaştaydık. Oğuz Aral'ın Çiçeği Burnunda Karikatürcüler köşesinde biz yeni yetme çizerlere yaptığı davete icabet edip karikatürlerimizi göstermek için gelmiştik dergiye. Bir üst kattaki Oğuz Abi'nin odasına kabul edilmeyi bekliyorduk. Diğer çizerlerin ellerindeki ufak tefek zarfları görünce, koltuğumun altındaki bavul büyüklüğündeki dosya biraz garibime gitmişti. Herkes çekingen çekingen bir köşede dikiliyor, kimse bir diğeriyle konuşmaya cesaret edemiyordu. Birazdan, yani birkaç saat sonra, Abi'nin huzuruna kabul edilecek olmanın heyecanı damgasını vurmuştu ortama.

Okulu bıraktığım için bir yıl önce cep harçlığımı kesmişti babam. Gerçi evde karnım doyuyordu, ama ne gazete alabiliyordum ne de kitap. Cebimdeki hiç bir işe yaramayan son 25 kuruşu haftalar boyu avucumun içinde tuttuktan sonra, artık para kazanmanın bir yolunu bulmam gerektiğine kanaat getirmiştim. Elimden gelen pek fazla bir şeyim yoktu. Kaset icat olunca mertlik bozulmuş, 45'lik plakları artık satmayan tüm şarkıcılar pavyona düşmüş ya da işsiz kalmıştı. Yani daha başlamadan kursağımda kalmıştı şarkıcılık düşüm. Bol bol hayal kuruyor, bulduğum her kâğıt parçasına bir şeyler çiziktiriyordum. Ders kitaplarının boş sayfalarına bile… Madem şarkıcı olamıyordum, hiç olmazsa bu hayallere para ödeyecek birileri çıkar mıydı acaba?

Sonunda, para edecek başka bir marifetim olmadığını görünce aylaklığımın, yani düş kurma ve eli kılıçlı adamlar, kızlar, portreler, karikatürler falan karalayabilme "becerimin" üzerinden şansımı denemeye karar verdim. Haftalar boyu, tabii ki babamdan gizli, oturup harıl harıl bir şeyler çizdim. İşte bu kabarık dosya o birkaç haftalık didinmenin sonucuydu.

O yıllarda epeyce hayranlık duyduğum Oğuz Aral, tam da o aralar Gırgır dergisinde "Çiçeği Burnunda Karikatürcüler" diye bir bölüm açmış ve ikinci hafta benim karikatürüme yer vermişti. Karikatürümün yanına yazdığı övgü dolu yazıda "herhalde kendi kuşağından usta bir karikatürcü olduğumu, ama nedense adımı hatırlayamadığını, kadın ve seks konularının dışında da espriler düşünmemin yararlı olacağını" belirtiyor, "artık pazartesi günleri saat 17.00'de çiçeği burnunda çizerleri kabul edeceğini, benim de o pazartesi kendisini görmeye gelmemi" ekliyordu.

Bu çağrı bir tek bana değil, tüm "çiçeği burnunda"laraydı; bizimle yüz yüze görüşmek, tanışmak istiyordu Oğuz Abi.

Tanıştık. Pek hoşlandık birbirimizden. Bir süreliğine tabii.

* * *

Orda başladı aşkım, orda oldu ayrılık

Yetmişli yıllardı. Televizyon, önce yoktu, sonra günün belirli saatlerinde sade suya tirit siyah beyaz yayınlar yapan sıkıcı bir cihaz yerleşti evlerimize. Yaşını başını almış olanlara yetiyordu her halde o kadarı, Bedia Akartürk'ü falan dinliyorlardı, Zafer Cilasun haber sunuyordu, başbakan Ecevit sinirlenince tikleri artıyordu. Pek eğlenceli değildi televizyon. Ne var ki, benim yaşıtlarımın daha renkli hayalleri vardı. TRT'nin ölçülü biçili resmî dili kesmiyordu. İnsanı elinde Gırgır (daha sonraları Fırt dergisi) ile girdiği tuvaletlerde "gizli işler" çevirmeye iten ergenlik hormonlarımız vardı. Gırgır'a gönderdiğim ilk karikatürlerin kadınlı-seksli şeyler olması boşuna mıydı yani; derginin neredeyse her sayfası "Pakize" li karikatürler ve fotomontajlarla doluydu ve bu fakirin de acilen üç beş kuruş cep harçlığına ihtiyacı vardı.

Magazin mecmualarında "milletler nelere gülüyor?" gibi başlıkları olan ve yabancı dergilerden apartılmış karikatürlerin altına "Fransız karikatürü" ya da "Alman karikatürü" falan yazılan bir dönemdi. Akbaba diye bir mizah dergisi daha yayınlanıyordu o zamanlar. 67 yıllık yayın hayatının son yıllarını yaşıyordu Akbaba. Her ne kadar TRT ve Maarif Vekâleti kadar sıkıcı değilse de Gırgır'a kıyasla epey yavan kalıyordu. Hem çizerleri hem de okurları yaşı kemale ermiş, mizah dergisi okuma çağını çoktan geçmiş insanlardan oluşmuştu. Akbaba değişime ayak uyduramıyordu. Hâlâ eli fileli memurlar, fötr şapkalı hacıağalar, cumbalı ahşap evler, kırklı yılların otomobilleri, karikatürlerin alt kısımlarına yazılan nükteler ve parantez içine alınmış (gazetelerden) ya da (yazısız) sözleri oluyordu. Kısacası, yaşlanmaya yüz tutmuş çizerlerinin elleri gençlik yıllarında neye alışmışsa hep o klişelerle aynı minval üzere devam edip gidiyorlardı.

Gırgır, işte tam da böyle siyah-beyaz (daha doğrusu haddinden fazla gri) bir dönemde ortaya çıktı ve matbuatın formel diliyle bağdaşmayacak bir dinamizm ve arayış içindeki toplumun en azından gençlerine daha renkli ve daha sokak kokusu taşıyan bir dünya tasviri sundu.

Kökeninde Süavi Süalp'in "edepsiz" mizahı vardı Gırgır'ın. Gerçi Süavi Süalp derginin dışındaydı ama yine de onun -şimdi biraz Charles Bukowski'ye benzettiğim- marjinal dünyası Gırgır'ın yolunu çizmişti. Devlet aydınlarının seçkinci tavrına nanik yapar gibiydi Gırgır, cici çocuk olmayı reddediyordu. Doğal olarak tutucu ulema tarafından "yoz" diye damgalanmaktan yakayı sıyıramadı. Ama ne gam? Bu ulema zümrenin zaten "yoz" bulmadığı bir yenilik yoktu ki. Ha bir eksik ha bir fazla.

O zamana kadar çok dar bir entellektüel kesimde var olan eleştirel tavrın popülerleşip kitlelerin de diline dolanmasında en büyük pay sahibi olan yayın organlarının -yetmişli yıllar itibariyle- Cumhuriyet gazetesi ve Gırgır dergisi olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet'in Demirel ve AP çizgisine karşı takındığı çürütmeci muhalif tutum, Gırgır dergisiyle birlikte popüler kültürün neredeyse tüm alanlarına nüfuz etti. Kabuk değiştirmeye hazırlanan kapalı bir toplum, yavaş yavaş açık topluma dönüşmenin sinyallerini veriyordu. Onca yıl boyunca seyredilen filmler, romanlar, ders kitapları, müzisyenler, yukarıdan aşağı dayatılmakta olan "modernleşiniz" buyruğu, siyasal elit, kentleşme, kentlerdeki köyleşme, ekonomideki mafyalaşma, küçük burjuvalık, yabancılaşma ve şürekası Gırgır'ın alaycı dilinden payını almaya başladı.

Haddinden fazla kuru ve haddinden fazla resmî mizah dili, Gırgır'la birlikte renklenmeye, deyim yerindeyse, "Turist Ömer" leşmeye başlamıştı. Protokolde yer alamayanların sesi ve gülmecesi duyuluyordu ilk kez.

Ne var ki, Gırgır'ın bu fırlama, külyutmaz, klişelere çapraz bakıp madara eden yayın felsefesi, ilerleyen yıllarda yükselen popülaritesinden gaza gelip kendi klişelerini yarattı. Artık insansevmezliği ve hakareti düstur edinmiş "Post-Gırgır" bir dergici kuşağı vardı ortada.

Karikatürün yapısında hep var olagelen bu sinik tavır, Gırgır'da yükselip, Leman'da doruğuna çıktı. Oğuz Aral'ın yapıp ettiği ve dergide çalışan hemen herkesin doğal olarak içselleştirdiği mizah anlayışı, karikatürize edilen şahıs ve olguların saygısızca yerin dibine batırılması, aşağılanması, insan (özellikle erkek) fizyonomisinin çirkinleştirilmesi, hedef kişilerin sadece kusurlu yanlarıyla konu edilmesi, kusur bulunamıyorsa olası kusurların atfedilmesi, "aptal" ve "kötü niyetli" sıfatlarının bol keseden dağıtılması, ünlülerin "öteki"leştirilmesi, manevî şiddete maruz bırakılması ve diğerleri Idi. Tabii ki bu süreç "aşağılayın kahpeyi" mealinde bir talimat gerektirmiyordu. Karizmatik bir çizerin etrafına biriken ona hayran çocuklarla kotarılan tek sesli bir dergide, eğilim, ister istemez, "usta"nın klişelerini yeniden üretmek biçiminde oluşuyordu.

Zannedilenin aksine, bizim ülkemizdeki mizah -kısa bir zaman aralığının dışında- muktedirlerden ziyade "sivil"leri "hicveden" bir mizah oldu. Bizans eskisi kentin çekirdeğindeki dar bir alana sıkışıp kalmış olan yazar-çizer klanının geleneksel dili olan "Cumhuriyet Çocuğu" ağzı, Türk mizahının da yolunu, tarafını, dilini belirledi. Bu taraf, sırtında yorganıyla kentin çeperlerine yerleşen niteliksiz çoğunluğun değil, onları gütmeyi doğuştan edinilmiş bir hak olarak belleyen okumuş-yazmış zümrenin tarafıydı tabii ki. O nedenle de "ilericilik" ve "muhalefet" gibi kavramlar, mizah dergiciliğinde de Beyaz Türk'ün tarif ettiği biçimiyle, sorgulanmadan kabul edilip benimsendi.

Zaten her hafta 16 sayfa üzerinden yıllarca süren dergi yayını, zamanla sarakaya alınacak konu bulmakta zorlanan espricilerin bir kısmını kaçınılmaz olarak hayattan kopuk zorlama esprilere ve daha önce yapılanların tekrarına yöneltecekti. Siyasete ilgi duyanlar açısından da -o yıllarda- Cumhuriyet gazetesinden başka pek bir kaynak yoktu. Hal böyle olunca da mizah dergilerinin "öteki"si söz konusu gazeteden gayet net çizgilerle belirlenmiş olarak ithal edildi. Geriye sadece bu "kötü"yü karikatürize etmek kaldı.

* * *

Gırgır'da karikatür nasıl imal edilirdi?

Her Pazartesi (bazen Salı) günü yapılan "espri gösterme" toplantılarıyla başlıyordu Gırgır'da hafta. Genç çizerler ve "espriciler" rotatif artığı kâğıtların üzerine tükenmez kalemle kabaca çiziktirdikleri "espri"leri toplayıp tomar ediyor ve sırayla Abi'nin önüne koyuyorlardı.

Abi'nin tavrı, hımmm, nasıl derler, insanı ezecek kadar mağrur ve otoriter oluyordu bu toplantılarda. Çocuklar zaten hayranlık duyulan bir ustanın karşısındaydılar, "otur" denmeden oturulamaz (oturacak iskemle de yoktu zaten) "konuş" denmeden konuşulamazdı. Bir de üstüne Abi'nin "siz bir hiçsiniz" dercesine duruşu binince, ortam haddinden fazla otokratik bir görüntü arz ediyordu. Çalışanlardan bazıları o kadar abartıyordu ki bu "saygıdan" kendini kasma işini, Abi'nin yaptığı esprilere ayıp olur diye gülemeyen, nefesini tutup havasızlıktan moraranlar bile çıkabiliyordu. Sırat köprüsünden geçmek gibiydi espri toplantıları Gırgır dergisindeki yeni yetmeler için.

Beğenilen esprilerin çizilmesi de çoğu zaman ayrı bir badireydi. Aral kardeşler, dergilerine girecek tüm karikatürleri daha kurşun kalem aşamasındayken görmek istiyor ve kendi yaptıklarından farklı bir tarzda çizilen her türlü çizgiyi ucu kütleşmiş HB kalemleriyle bastıra bastıra "düzeltiyorlardı". Öyle bir düzeltme oluyordu ki bu, genç çizerin zaten korka korka çiziktirdiği titrek kurşun kalem izleri, küt kalemle üstünden geçilmiş o buyurgan ve kalın çizgilerin altında kayboluyor, schoeller karton üzerindeki "düzeltilmiş" çizgi karmaşasına bakan genç çizerin orada kuralları kimin koyduğu konusunda en ufak bir kuşkusu varsa da hemen siliniveriyordu.

İşte tam da bu nedenden dolayı, Gırgır dergisi -ve onun türevleri olan Fırt, Lâklâk, Avni, Hıbır, Limon, Leman, LeManyak, Lombak, Penguen, vd dergiler- hiç bir zaman bir okul olamadı. Orası, her hafta yayınlanan süreli bir yayına alel acele karikatürler yetiştirilen ve o karikatürlerden artan boşluklara da fıkra kısalığında komik yazılar yazılan bir işyeriydi. Haftanın yalnızca bir, hadi bilemedin iki gününde çalışılan ve "espri gösterme" toplantıları dışında pek görüşülemeyen, Abi'lerin karikatüristleri zile basarak hademe çağrır gibi çağırdığı bu yerde, usta olarak kabul edilen karikatürcülerin, kendilerinden daha genç ve hevesli çizerlerle bir araya gelip, onlara meslekî deneyimlerini aktaracağı ve becerilerini geliştirmelerine önayak olacağı bir ortam hiç oluşmadı.

İşin hep dar vakitte kotarıldığı, haftada bir ya da iki gece sabahlanıp uykusuz kalınan, azarlanma, aşağılanma, kovulma korkusuyla gerilim altında çalışılan, beher masaya yaklaşık dört-beş çizerin düştüğü, okuldan ya da mizah dergisinden ziyade, konfeksiyon atölyesini ve oradaki usta-çırak ilişkilerini anımsatan sıkıntılı bir ortamdı Gırgır dergisi. Çalışma koşulları pek iç açıcı sayılmazdı.

Başka türlü olamaz mıydı? Olabilirdi her halde. En azından Aral kardeşler, birlikte çalıştıkları gençleri bu kadar kasmayabilirlerdi. Onların -belli sınırlar içinde olsa dahi- yeni çizgi ve espri tarzlarını aramalarına olanak sağlayabilirlerdi. Nitekim, bu sıkı uygulamanın, derginin karakteristik döneminin sonlarına doğru bir parçacık gevşetildiğini işitiyordum (artık yoktum dergide), ama yine de genişletilen bu sınırlar, Abi'nin şart koştuğu patates burun, kocaman el-ayak-baş, her kıvrımı sıkı sıkıya belirlenmiş "koşan adam, şaşıran adam, hınzır adam" şablonlarını mecburiyet zoruna ezberlemiş genç çizerlerin kendilerini yeterince yaratıcı ve özgür hissetmelerine olanak verecek derecede olmadı.

Öyle ki, Gırgır dergisi bir patron darbesiyle el değiştirip tarümar edildikten sonra pıtırak gibi yayın hayatına atılıveren Gırgır türevi dergilerde, karikatürlerin arka planına konan sarı boyayı kaldırma cesaretini bile bulamadı Abi'nin izinden giden çizer ve espriciler. Sanırım, Gırgır'ın çok satan bir dergi oluşunun bileşenlerinin tam olarak bilinememesinden ve kerametin bir bölümünü de bu sarı boyada sanmaktan, belki tasarım ve editörlük konusunda herhangi bir artı nitelik taşımamaktan kaynaklanıyor olmalıydı.

Zamanla bu beceriksizliği üslup" diye benimseyip konuyu kapattı Gırgır kuşağı. Görüntüsüyle fanzin, içeriğiyle zevzek ve siyaseten totaliter bir yörüngede dönüp durmaya başladı.

Gırgır sonrası dergilerin, başlangıçta Oğuz Aral tarafından belirlenmiş olan bu çizginin üzerine ne kattığı ya da katamadığı, bu iddiasız denemeyi aşan daha kapsamlı bir incelemenin konusu; ama şu kadarını söyleyebilirim ki, Gırgır dergisindeki katı çalışma koşulları, ister istemez, aradan geçen 30 yıla yakın süreye rağmen, Gırgır çıkışlı çizerlerin örneğin bir 50 kuşağı karikatüristlerinin ulaştığı üslup çeşitliliğini ve grafik beceriyi yakalayamamış olduğunu gösteriyor.

Belki de bunu olağan karşılamak gerekir. Çünkü Gırgır, son çözümlemede Oğuz Aral'ın mizahı popülerleştirme becerisinin üzerine kurulu, stüdyo mantığıyla, bir ustanın çevresinde konuşlanmış asistan çizerlerle kotarılan bir dergiydi. Oğuz Aral'dan artan boşlukları yine onun tarzıyla uyuşan karikatürlerle doldurulduğu bir "tek adam gösterisi" diye adlandırmak da sanırım yanlış olmaz.

Baştan net olarak *bu anlattığım şekliyle- tarif edilmese de, o dergiyi nasıl sattıracağını bilen bir profesyonel dümendeydi ve kuralların onun tarafından konuluyor olmasında tuhaf bir yan yoktu (hatta 30 yıl sonra o günlere baktığımda, bu uygulamadan o zamanlar, dergideyken rahatsızlık duyuyor oluşumun benim sorunum olduğunu anlıyorum; ama Abi'nin yanındaki gençlerle kurduğu sert ilişkiyi benimseyebilmek, sanırım bugün de becerebileceğim bir şey değil).

* * *

"Acık da biz ölelim" furyası ve çözülme

Gırgır dergisi, yetmişli yılların başında atıldığı yayın serüveninin en parlak dönemini yine o onyıllık zaman diliminde yaşadı. Çok sayıda genç çizer adayına şans tanıdı Oğuz Aral. Daha sonra kardeşi Tekin Aral tarafından çıkartılan Fırt ve Lâklâk dergileri de bu kervana katıldı. Çok sayıda yetenekli genç, bu iki kardeşin cömertçe ödedikleri telif ücretleri sayesinde, daha lise yıllarında babalarının birkaç katı aylık kazancı olan şanslı çocuklara dönüştüler.

Bu kabarık telif ücreti politikasından mı, karikatüristlikten köşeyi dönen iki Abi'nin oluşturduğu akıl çelici örnekten mi, yoksa 80'li yıllarda zaten toplumun her kesiminde "yükselen değer" olan sınıf atlama dürtüsünün sonucu mu bilemiyorum, karikatürü servet edinme kapısı olarak görmek ve o amaca ulaşmak için yapılan klikleşmeler, sürtüşmeler, ayak oyunları, bir sonraki çizer kuşağının standart niteliklerinden birisi oldu.

Gırgır dönemi, Oğuz Aral'ın kıvrak çizgilerinin ve becerikli çizgi romancılığının damgasını vurduğu bir dönemdir. Çizgilerdeki ve konuları ele alıştaki maharet, derginin ulaştığı satış başarısını olanaklı kılacak bir ivme kazandıysa da, az yukarıda sözünü ettiğim stüdyo işi (konfeksiyoncu) anlayış nedeniyle, daha sonra "akademi mezunu" olacak olan Gırgır kökenli karikatüristlerin çoğunun Oğuz Aral kalıplarından daha yetkin bir noktaya varamadıklarını teslim etmek gerek.

Gırgır'ın patron değiştirmesiyle ortaya çıkan dağılma süreci, Aral kardeşlerin başka bir gruptan çıkardıkları dergilerin kesin başarısızlığı sonucunda dergi piyasasından çekilmeleriyle daha da belirginleşti. Bir zamanlar 150 bin satan bir dergiyi (sanırım Lâklâk) "az satıyor" diye kapatan "Abi"ler, birkaç bin tirajı bile yakalayamıyordu artık.

Şöyle bir gözlemim var: Bir dergi ya da gazete, zaman içinde bir tiraj başarısı yakaladığında, o yayın organındaki "ağır top"lar bu başarıyı yaratan dönemsel koşulların ve diğer değişkenlerin payını yok sayarak her şeyi tamamen kendi kişisel karizmalarına bağlamak gibi bir hataya düşüyorlar. Aslında o yayından bıktığı halde sırf alışkanlık nedeniyle o an için satın almayı sürdüren okur oranı gözden kaçırılıyor. Sonra bir gün, şu ya da bu nedenle ve bir biçimde o yayın organı bu ağır topların ayaklarının altından kayıp gittiğinde kişisel karizmaların gerçek boyutu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.

Bu durum, 1991 yılında Cumhuriyet gazetesinin yaşadığı ortadan ikiye bölünme sürecinde de görüldü. Gazetenin en çok "okunan" köşe yazarları, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu ve diğerleri, o anki 130 bin cıvarındaki tirajın tamamen kendi kerametleri olduğunu sanıp, gazeteyi terk ettiler. Terketmekle de yetinmeyip, orada kalanlara karşı ağır bir hakaret ve yıpratma savaşı başlattılar. Tiraj 30-40 binlere düştü. Ama bir yıl sonra yönetim kurulunda çoğunluğu ele geçirip "muzaffer" bir edayla geri döndüklerinde de bu tiraj 30-40 bin cıvarında demir attı, ne yapsalar yukarı çıkmadı. Karizmanın gazı kaçmıştı. Ağır toplar, gazeteden zaten bıkmış olduğu halde madde bağımlısı gibi satın almayı sürdüren ama okumayan "okur"ları pek hesaba katmamışlardı. Bu tepişme sırasında onları ilelebet kaybettiler.

Gırgır ve Fırt olayında da, Aral kardeşlerin editörlükten çekilmesiyle ortaya çıkan yön/yöntem kargaşasında görüldü ki, beğenilen bir karikatürist/esprici olmak başarılı bir dergi çıkarmak için yeterli değil. Dergiler mitoz bölünmeyle çoğalırken, satış rakamları da mum gibi erimeye başladı. Ama sanırım Oğuz Aral'ın öğrencileri zengin olma hırsından kolay kolay vazgeçemiyorlardı. Gırtlaklaşma, kazık atma, sabaha karşı darbeleri, arkadaş satma öyküleri dilden dile dolanırken, bugün ayrıntılarını anımsamakta zorlandığım bir hayhuy, neredeyse her "olmuş" çizerin kendi dergisini çıkartması, gece yarısından sonra topluca işi kırıp başka patronla iş bitirme, mevcut patronu ayak oyunuyla safdışı bırakıp dergiye el koyma, yol arkadaşlarını uyutup tek patron olma ve nihayetinde bir eliyle 3 milyon dolarlık matbaa makinesi satın alırken, diğer eliyle de yoksulları "satılmış" diye aşağılayan karikatürler çizme becerisini gösteren patron karikatüristler dönemini başlattı.

İşin moral boyutu belki bir başka incelemenin, hatta kitabın konusu olacaktır. Ama bu değişimin karikatür estetiğine yansıması ne oldu diye sual eden olursa, şunu söyleyebilirim: Gelen gideni aratıyor. Aral kardeşleri "yoz" falan diye sıfatlandıran seçkin zevat, sanırım bugünkü "alkol/hedonizm/sinkaf" üçgeninde hapsolmuş, toplumsal hayattan adam akıllı kopmuş, konu yelpazesi sadece dergi içi ahbaplıklarına ve Beyoğlu barlarına indirgenmiş, cümle kurma ve nükte yapabilme becerisi de "_mına koyiim" mantrasına indirgenmiş çizer kuşağını yorumlayabilecek cesareti kendinde bulamıyor olsa gerek.

Bunun vebalini Gırgır dergisini yoktan var edip Türkiye için rekor sayılacak satış çizgisine çıkaran Oğuz Aral'a yüklemek haksızlık olur. Başlangıçta doğru yönlendirilmemiş ve fazlasıyla baskı altına alınmış da olsa, her çizer kendi sanatsal gelişiminden kendisi sorumludur. Gırgır, zamanla yarışılarak üretilen bir dergiydi. Editörlüğünün yanı sıra her hafta dört-beş sayfa Utanmaz Adam ve yarım sayfa Avanak Avni çizen Oğuz Aral'ın dergideki genç çizerlere Çiçeği Burnunda Karikatüristler köşesinde tekrarlayıp durduğu "gereksiz taramalardan kaçının, daha hınzırca şeyler düşünün" ve benzeri öğütlerin ötesinde bilgi aktarımından fazlasına ne zamanı ne de enerjisi yeterdi her halde. Bu gelişimi herkes kendi mecrasında kaydetmeliydi.

Kişisel olarak kaydedenler de oldu nitekim, ama bu başarı dergilerin genel havasına yansımadı.

Yine de Oğuz Aral, bir dergi editörünün yapabileceğinden daha fazlasını yaptı. En azından, yetmişli ve seksenli yıllarda birçok genç insanın karikatüre yönelmelerine ve bu işten hatırı sayılır paralar kazanmalarına zemin hazırladı. Gerçi fatura üzerinde oynamalar yaparak patronunu tongaya düşürmekte, bir miktar para da oradan cebe indirmekte sakınca görmediyse de (bu konu adliyenin alanına girer, onlar da bildiğim kadarıyla 11 buçuk ay hapis cezası verip tecil ettiler), Abi'lerin eli -çömez gibi kullanılan- çalışma arkadaşlarına karşı telif konusunda çoğu zaman açık oldu.

Kuşkusuz, bu kadar popüler olabilmiş bir gelenek birçok olumlu ve olumsuz yoruma konu olacaktır. Ama bugün, 30 yıllık bir mesafeden baktığımda, yetmişli yıllardaki Gırgır dergisinin yeri kolay kolay doldurulamayacak bir canlılığın ve doğurganlığın kaynağı olduğunu düşünüyorum. Gırgır, yaşayan bir organizmaydı; doğal olarak sözünü söyledi, tekrara düştü, yaşlandı, ömrünü tamamladı ve bitti. Ama bundan sonra karikatür ve çizgi roman yapacak olan herkes, orada bir durup, soluklanıp, Gırgır dilinin neyin nesi olduğunu anlamaya çalışmadan yoluna devam edemeyecektir. Böyle bir külliyatı toplumumuza kazandırmış olması, bundan sonraki kuşakların ve araştırmacıların da Oğuz Aral'ı ve Tekin Aral'ı saygıyla anmasına yeter sanıyorum.

Diğer yandan, Gırgır'daki bazı sakat klişelerin bugün daha da kalın çizgilerle devam ettirildiğini görmek üzücü. Gırgır ve Fırt dergilerinin artık bir başkası tarafından çıkarılan hayaletlerini saymazsak, Leman ve Penguen dergileriyle varlığını sürdürmekte olan Gırgır türevi mizahın, kaynak dergiye göre daha kaba, marjinal ve içeriksiz olduğunu söylemek durumundayım.

Gırgır'ın tavrı, kadınları, eşcinselleri, azınlıkları, dînî cemaatleri, Batı'yı, Doğu'yu, Türkiye'yle ihtilâflı ülkelerin halklarını, moda eğilimleri, popüler kültür yıldızlarını, arabeskçileri, metalcileri, sporcuları, parlamentoyu, sivil siyasetçileri, "solcu" olmayanları (ki bu epeyce tartışma götürür bir solculuk), kısacası, dergi çizerlerinin kendi meşrepleri gereğince "öteki" olarak algıladıkları herkesi kaba bir dille yerin dibine geçirmesi, kişilerin ve markaların adlarından hakaretamiz sözcükler türetilmesi, o ocakta yetişmiş mizahçıların kronik yanlışı haline geldi. Artık -bıkkınlıktan mı kabızlıktan mı bilmem- Gırgır'daki nispeten örtük iğneleyici üslubun da zamanla bir kenara bırakılıp "haftanın lâlesi" gibi sadece küfüre dayanan bir manevî şiddet, "mizah" adı altında pervasızca uygulanır oldu.

Galiba mizahın özündeki muhalefet etme düsturu, ne yazık ki hem Gırgır'da hem de onu izleyen dergilerde sığ sularda seyretti. Önceki kuşak dergilerde bu durum daha da içler acısıydı. 1960 ihtilâli sonrasında çizilen "sallandırın bunları" bağlamındaki karikatürlerin bu ülke mizahının utanç vesikaları olduğunu düşünüyorum. Gerçek iktidarı elinde bulunduran silâhlı ve silâhsız bürokrasiye hemen hemen hiç değinmeden, sadece seçimle gelip -bazen darbeyle- giden sivil siyasetçileri "hicvetmeyi" yeğleyen Gırgır öncesi ve sonrası popüler çizerler "muhalif olmak" kavramının içini pek iyi doldurabilmiş gibi görünmüyor. Ama yine de tarihe bir kayıt düşmek gerekir ki, 12 Eylül darbesini izleyen baskı döneminde, o darbeye ve uygulamalarına dil uzatabilecek cesaret de yalnızca Gırgır'dan geldi.

Günümüzde Hürriyet gazetesinde yazarlık (nadiren de çizerlik) yapmakta olan Oğuz Aral'ın siyasî duruşunda algıladığım yüzeysellik, devlet yanlısı ve kaba saba tutum, 12 Eylül dönemindeki o cesur çıkışın derin bir sivil toplum bilincinden çok kişisel diklenmeye dayandığı kanısına varmama neden oluyor.

Gırgır ve onun açtığı yoldan ilerleyen mizah ve karikatür eğrisinin -ki buna televizyonda dizi yazarlığına yönelen Gırgır çıkışlı espriciler de dahil- çoğunlukla kendilerini sol çizgiye daha yakın görseler de, bu solculuğun CHP geleneğinden daha yaratıcı bir solculuk olamadığı ortada. Bu haliyle Gırgır türevi dergilerin solculuğu -biraz mübalâğa ile- aşiret törelerine sımsıkı bağlı feodal delikanlıların, kardeş kanı akıtan nevrotik namus takıntısıyla fazlaca benzeşiyor. En ufak farklılıkta kasaturasına davranan bura solcusu/mizahçısı her taşın altında bir "ihanet" ve "iffetsizlik" arıyor. Öyle olunca da, toplumsal gelişmeler kabilenin töreleriyle uyum sorunundan ibaret bir "mevcut yoklaması"ndan öteye geçemiyor.

Tabii şu soru da yanıt bekliyor bizden: Hiciv sanatı, hep iddia edildiği gibi sahiden de ezilenlerin ezenlere karşı bir silâhı mıdır, yoksa bu tanım, yetmişli yılların militan solcuları tarafından tahrif edilmiş -ve stratejiye eklemlenmiş- bir mizah tanımı mı? Çünkü eğer mizahın sadece ve daima güçlü olanı eleştirmesi yapısal bir zorunluluk ise, iktidar elitinin dışında kalanlara, değişimden yana ve sisteme karşı olanlara karşı takınılan bu -sol kisveli- tutucu muhalefet neyin nesi? Emekli generallerle ve ittihatçı artıklarıyla aynı dili konuşan mizahçı hangi "baskı"ya baş kaldırıyor olabilir?

* * *

Eeee, sonuç?

Sonuç olarak, Gırgır dergisini izleyen sonraki kuşak dergilerinin de "okul" olmayı başaramadıklarını, sadece "usta"dan edinilmiş (doğru/yanlış) alışkanlıkları sorgulamadan ve üzerine pek bir şey katmadan yineledikleri, belki dergiciliğin yoğun temposu yüzünden, belki kişisel ve dönemsel nedenlerden dolayı entellektüel kapasitelerini geliştiremedikleri, doğurgan bir sanat ortamı yaratamadıklarını, pazarlamacı yanı sanatçı yanından daha baskın olan birkaç karikatüristin ticarî kıvraklığıyla ayakta kalan birkaç dergideki yönetici kadroyla geçinebilme başarısını gösterebilen "uyumlu" azınlıkla sınırlı kalan bir gerileme tablosunun ortaya çıktığını da ayrıca eklemek zorundayım.

Kişisel görüşüm, bu akımın son yirmi yılda hiç bir yeniliğe imza atamadığı, daha yetmişli yıllarda yapılmış ve tüketilmiş klişeleri durmaksızın tekrarlamaktan öteye geçemediği ve o kuşak çizerlerinin (bu satırları yazan muhterem de dahil olmak üzere) eski parlak günlerine dönüş yapabileceklerine dair herhangi bir sinyal veremediklerini belirtmek zorundayım.

Buna karikatürün dünya genelinde içine düştüğü ilgi azalması, kavram yaratamama, önemsizleşme sürecini de göz önünde tutarak bakarsak, yeni kuşakları karikatür ve çizgi romana yönlendirecek farklı ve güçlü akımlar ortaya çıkana kadar, bu gerilemenin sıradaki aşamalarını da gözleyecekmişiz gibi görünüyor.

Ondan sonrasını da başkaları yazar artık.

Yorumlar

Gırgır'dan daha acımasız okullar da var Necdet abim.

İlkokuldaki bir anımı paylaşayım sizinle.

Yer Doğubeyazıt Kâzımkarabekir İlkokulu. Ders, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi. Öğlenciyiz ve son dersleri işliyoruz. Okul paydos zilinin çalmasına da yaklaşık yarım saat var. Herkesin açlıktan gözleri yerinden fırlamak üzere ve paydos zilini bekliyoruz evlere koşmak için. Kısaca, açlıktan zombiye dönmüşüz. Öğretmenimiz bir öğrenciyi yanına çağırarak, bir şeyler alması için dışarıya gönderdi. Öğrenci bir süre sonra elinde bir paketle döndü ve elindeki paketi öğretmene teslim etti. Öğretmen paketi masaya koyup açtı. Bir de ne görelim? İki tane lahmacun. Kokusu değil burnumuza, bütün hücrelerimize, geçmişimize ve geleceğimize nüfuz etti. Öğretmen, ayıp olmasın diye sınıftaki 50 - 60 kişiyi de birlikte lahmacun yemeye davet etti: "Çocuklar! Siz de açsanız buyurun, birlikte yiyelim." Tabi ki hiç kimse cesaret edip masaya yaklaşamadı.

Sanırım hocamız Din Kültürü ve Ahlak çerçevesi içerisinde bize sabır nedir onu öğretmeye çalışmıştı.

Ne dersiniz? Yorum sizin.

Saim Yardımcı - 7 Nisan 2013 (14:55)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

85
Derkenar'da     Google'da   ARA