Patronsuz Medya

Geberteceksin hepsini!

Necdet Şen - 21 Şubat 2007  


2006 yazı, bizim buralarda cenaze yazıydı.

Bitişik dairemizde tek başına yaşayan tonton komşumuz Abidin Amca tam da arzu ettiği gibi, bir sabah "tık" diye götüren bir kalp kriziyle aramızdan ayrıldı.

Üst kattaki Ömer Bey, tam da Cem Karaca'nın öldüğü günün akşamında yine kalp krizi nedeniyle bir ambulansta terkettiği apartmana bir daha geri dönemedi.

Geçen yaz, 14 yıllık kanser mücadelesinin artık sonuna geldiği her halinden belli olan abimin evine taşınıyorduk her gün.

Ve aynı günlerde, diğer taraftaki bitişik dairede yaşayan 93 yaşındaki emekli askerî cerrah Suad Bey, 15 yıllık bunaklığın ardından yolun sonuna geldiğini belli ediyordu duvarları aşıp bize kadar ulaşan feryatlarıyla.

Ölüm, kaç yaşında gelirse gelsin, ister bir yakınına ister komşuna, insanı ölüm hakkında düşünmeye zorluyor. "Ben ne zaman öleceğim?" diye soruyorsun meselâ, "nasıl öleceğim?" diye merak ediyorsun. Abim gibi aylar boyunca acı çeke çeke mi, komşumuz Abidin Amca gibi birkaç dakikada mı? Cenazelere gide gele, ağlayan insanları göre göre, talkınları fatihaları dinleye dinleye, son nefeslerinde birden bire sakinleşen, sanki uykuya dalmış gibi munisleşen hasta yüzlere baka baka, nasıl kırılgan bir denge üzerinde yürüdüğümüzü, aldığımız her soluğun nasıl muazzam bir hediye olduğunu ve daha birçok şeyi düşünüyorsun.

Ayak altında dolanan, mutlulukla bacaklarına sürünen kediler, kedilerle köşe kapmaca oynayan sincaplar, her lodos sonrasında kıyıya vuran midyeleri kapıp kapıp içi açılsın diye yüksekten betona atan kargalar, yerdeki karınca, yapraktaki tırtıl, börtü böcek, hava, su, taş, toprak, hepsi, biz olsak da olmasak da bu gezegende milyonlarca seneden beri kesintisiz devam eden ve kibirlenip böbürlenmeyi gülünçleştiren birer yağmur damlacığı gibi etrafta duruyor, berrak bir zihinle bakılıp fark edilmeyi bekliyorlar.

Geçen yaz, bahçenin keyfini yeterince çıkartamadık. Bitişik dairedeki doktor Suad Bey, yattığı hasta yatağında gözlerinin önünden geçen korkutucu hayallere mi yoksa bedenini yoklayıp duran acıya mı tepki gösteriyordu bilemiyorum, ama pek fena bağırıyordu. Ne kadar yaşlı olursa olsun, ıstırap çeken ve dakika dakika ölen bir insan, daha yaşarken etrafını matem havasına sokuyor. Arada sırada yaşlı eşine "ne gibi bir yardımımız dokunabilir?" diye sormaktan fazlasını yapamıyorduk.

Benim yaşlarımda bir oğlu vardı doktor Suad Bey'in. Sadece bir kez görmüştüm. Babası bunadıktan sonra ziyaretine gelmez olmuştu. Tek çocuktu, üzerine titrenerek büyütülmüş, ha dediği yerde han yapılmış bir evlâttı. Evi üzerine yapmıştı babası hastalığının ilk yıllarında. Hayırlı evlât mirası sağlama almıştı ya, işi kalmamıştı bunak ihtiyarla. Yaşlı üvey anne, kocası ölür ölmez o evden kapı dışarı edileceğini biliyordu.

Son nefesini her halde oğlunun kollarında vermek isterdi ihtiyar doktor, ama olamadı. Hiç tanıyamadığı birileri vardı başucunda. Öldüğünde açık kalan göz kapaklarını son kez onlar örttü. O yaşta bile dimdik ve sportmen duran devasa gövdedeki canın çıkışı pek kolay olmamıştı.

"Rahmetli masondu" dedi acılı eşi iki fatiha arası. "Biraderleri onu pek severdi."

Onu pek seven "birader"leri de yoktu başucunda. Son 15 yılını dev cüsseli bunak bir kocayı çekip çevirerek geçirmiş yaşlı bir kadın ve ölürayak yataktan düşmesin diye yardıma gelmiş iki yabancı vardı sadece. Sağlıklı günlerinde paranın, eğlencenin, itibarlı bir yaşamın tozunu attırmış olan doktor Suad Bey, ayak takımı gibi, gariban bir vatandaş gibi öldü, dosttan biraderden evlâdü iyalden uzak.

Cenaze Zincirlikuyu'da defnedildi. Üvey anne ile hayırlı oğul o gün cenazenin hatırına didişmediler. Hep birlikte içinden cenaze çıkan ve ilk fırsatta satılacak ve babaya ait ne varsa kâmilen çöpe atılacak olan apartman dairesine gelindi adet olunduğu üzere.

Camide ve mezarlıkta aksi tavırlarıyla dikkatimi çeken orta yaşlı kel bir adam vardı. Camiden kabristana giden otobüste de yanımızdaydı. Bir de efendi tavırlı genç bir adam. Eve gelinip limonatalar içilmeye başlanınca kel herif, efendiden delikanlı ve kıymetli oğul havadan sudan bir sohbete başladılar. Filipinler'deki deprem ve sonrasındaki tsunamiden başlayıp ekonomiye kadar uzanan palavrası bol bir sohbet.

Sohbet sırasında anlaşıldı ki, efendi tavırlı diğer genç adam, hayırlı evlâdın çocukluk arkadaşı. Kel herifin kim olduğunu bilmiyorum. Herhalde rahmetlinin eski emir eri ya da makam şoförü falandır. Nasıl derler, biraz hırdavat tipli. Hali tavrı öküzcene. Karşına alıp konuşulacak birine benzemiyor.

Konu nereden geldiyse Kürt meselesine geldi dayandı. Hiç lâfa karışmıyorum. Orası kahvehane değil ki, cenaze evi, sırası mı siyaset konuşmanın? Birbirini tanımayan insanlarla dolu. Suad Bey'in "biraderleri" boşuna mı yasaklamışlar kendi aralarındaki yemekli sohbetlerde siyaset, din, spor konularında konuşulmasını? Netameli konular. İnsanların birbiriyle en çok ihtilâfa düştüğü, birbirlerini en çok incittiği tartışma kopma cepheleşme alanları.

Bir ara hızını alamadı hırdavat, "topunu geberteceksin bunların" dedi, "anca böyle çözülür bu mesele!"

"Bunlar" dediği Kürtler.

Sahi mi söylüyor diye yüzüne baktım. Şaka yapar gibi bir hali yoktu.

Kanım dondu. Zaten karışmadığım bu lâkırdının dinleyicisi olmak bile battı o an. Kalkıp sessizce terkettim cenaze evini. O günlük bir tane ölü yeterdi, üstüne on milyon Kürt cenazesini daha eklemek kaldırabileceğim bir yük değildi.

Ertesi gün minnet duygularını iletmek için yanımıza uğrayan dul komşumuzla kahve içtik. Söz nereden nasıl dolaştıysa, çok kıymetli, sülâlenin medar-ı iftiharı bir akrabanın övülüp göklere çıkartılmasına geldi. Türkiye'nin en seçkin üniversitelerinden birinin dekanıymış bu kişi. Dahası, kendi dalında (fizik mi biyoloji mi ne) dünyanın en iyi 7 bilim adamından biriymiş.

"Ne güzel insanın böyle bir akrabasının olması" dedim komşuya "pek dikkat edememişim, nasıl biriydi, tanıştırıldık mı onunla?"

Sanırım hayırlı evlâdın çocukluk arkadaşından bahsediyor. Şu kibar tavırlı, az konuşan çelebi delikanlıdan.

Ama yanılmışım. Kibar delikanlı otomobil tamircisiymiş.

Şaştım o zaman, "başka kim vardı dün orada, hatırlayamıyorum" dedim.

"Canım" dedi komşu, "yan yana oturuyordunuz ya, hani şu mavi gömlekli, saçları dökük, 60 yaşlarında…"

"Şu Kürtlerin tamamını öldürmekten söz eden mi?" dedim şaşırarak. Oymuş. Biraz sinirliymiş ama çoook kaliteli biriymiş.

"Bir cenaze evinde ülke nüfusunun onda birini topluca kırmaktan söz etmek nasıl bir iştir?" dedim, sustu komşum. "Bırakın bir bilim adamını, bir kara cahilin bile böyle çirkin bir lâkırdı etmekten hicap duyması gerekmez mi?" dedim, gene sustu. Sonra da izin isteyip gitti.

Komşum akrabasını pek savunmamıştı, ama bana hak verir gibi bir izlenim de bırakmamıştı üstümde. Olsun, akraba meslekî yönden başarılıydı ya, sanırım bu on-onbir milyon Kürdün yaşayıp yaşamamasından daha önemliydi.

Çoğunluğun yoksulluk sınırının altında hayatta kalmaya çabaladığı bir dünyada işleri tıkırında olanların muhtelif "biraderlik" şemsiyeleri altında toplanıp birbirlerini "bizdendir" esasına göre kayırmalarında da bir sakınca yoktu tabii ki. Bu tuzu kuru semtte oturduğumuza göre hepimiz tıpatıp aynı düşünüyor olmalıydık ki, rahmetlinin masonluğunun da kaliteli akrabanın Kürtlere karşı soykırım niyetlerinin de ortalık yerde pervasızca açıklanmasında bir sakınca görülmüyordu.

Yaşlı kadını kırmak istemezdim, ama gene de şaşkınlığımı kaçırmıştım ağzımdan.

* * *

Biraz daha zaman geçti. Yaşlı komşum, aynen tahmin ettiğim gibi, hayırlı evlât tarafından evden sepetlendi. Bitişik daire "morgıç" kelimesinin anlamını ev alıp satarak kolay yoldan servet kazanmak zanneden bir kerize anasının nikâhına kakalandı. Böylece hayırlı evlâtla kapı komşusu olma şansından mahrum kaldım. Yaşlı cerrahın evi bir buçuk yıldan beri şimdiki sahibinden daha ahmak bir alıcının çıkmasını bekliyor. Görünüşe bakılırsa, daha da çook bekler gibime geliyor.

* * *

Birkaç ay sonra abimi de gömdük Karacaahmet'te, affedemediği babasıyla sevemediği dedesinin arasına.

Yakışıklı, ağırbaşlı, kibar, ama geçmişiyle ödeşememiş, içe dönük bir insandı abim. Hiç arkadaşı yoktu. "Hayırlı evlât" yetiştirme konusunda o da çok "başarılı" olmuştu.

Ölenlerle vedalaştık. Gündelik hayatın hayhuyuna geri döndük. Geldik bugüne.

* * *

Birkaç gün önce ana caddelerden birinde yürürken, eskiden Ülkü Ocakları binası olan bir yıkıntının duvarında şöyle bir yazı gördüm:

"Ermeni soykırımı yoktur!"

Hemen inandım tabii ki. Çünkü inanmaya eğilimliyim. Soykırım yapmış bir milletin evlâdı olmak yüzümü kızartır. Tüm kalbimle bunun kötü niyetli birileri tarafından çarpıtılmış bir tarih yorumu olduğuna inanmak isterim.

Ama çocukluğumun Tirebolu'sunu hatırlamaktan da alıkoyamam kendimi.

1960'lı yıllar. Hap kadar çocuklardık. Evimizin çok da uzağında olmayan "Ermeni mezarlığı"nda kıvkıv (kovboyculuk) oynardık. Mezarlık dedimse, aslında bir mezarlık kalıntısından başka bir şey değildi. Kapağı açılmamış tek bir lahit, içi yağmalanmamış tek bir mezar, devrilmemiş, hatta alınıp götürülmemiş ve helâ duvarı yapılmamış tek bir mezar taşı yoktu. Otların arasında büyük ölçüde kaybolmuş lahitlerden ve adının "Ermeni mezarlığı" olması dışında hiç bir işaret yoktu oranın bir vakitler mezarlık olduğunu gösteren.

Neyse ki birkaç yıl içinde şu meşhur Karadeniz sahil yolu geçti üzerinden ve mezarlığın ne ismi kaldı ne de cismi.

Ama babamın anlattıkları kaldı anılarımda. Ve onun başka akranlarının anlattıkları. Onlar görmemişlerdi, yaşları o olayların failleri -hatta tanığı- olmaya uygun değildi, daha yaşlı insanlardan dinlediklerini naklediyorlardı.

Tüyler ürperticiydi anlatılanlar.

O güne kadar komşuları olan Ermeniler gece vakti çoluk çocuk sandallara dolduruluyor, salkım saçak Ermeni dolu tekneler denize açılıyordu.

Hep boş dönüyordu sandallar. Daha doğrusu, sadece onlarla beraber yola çıkan Türkler oluyordu o sandallarda.

O Ermeniler, insaniyet namına sınır dışına mı kaçırılıyordu, yoksa babamın kahramanlık öyküsü anlatırcasına hikâye ettiği gibi denizin dibine mi yollanıyordu, benim bilmem mümkün değil. Zaten onun da orada burada dinlediği şeylerdi bunlar. Kuşaktan kuşağa anlatılırken içine ne kadar palavra karışmıştı, ne kadarı hakikatti, onun da bilmesine imkân yoktu. Ama ben biliyordum ki, büyüdüğüm mahallede kadınlar çocuklarına kızdıkları zaman "gâvur ermeninin uşağı!" diye sövüyorlardı.

Sorunlarını öldürerek çözen, ya da sorun olarak algıladıklarını topyekûn öldürmekten söz eden, sadece sokak aralarında sürten ipsiz ve kopuklarıyla değil, hukukçularıyla, rektörleriyle, tarihçileriyle cinayeti kutsayan bir kültürden geliyorduk.

Ama duvarda yine de "Ermeni soykırımı yoktur!" yazıyordu.

Demek ki yoktu.

Muhtemelen yirmili yaşlarda ve muhtemelen içini nefretle karartmış bir oğlan duvara "yoktur" diye yazmışsa, yoktur tabii ki. "Belki de vardır, olmuş olabilir, bir düşünelim" diye ısrar etmek neye yarar? Gerçek ne olursa olsun, canımızı en az acıtacak olana inanmak gerekir. Zaten bizim halkımız son derece munis ve insancıldır. Üniversitelerimiz bilim yuvasıdır. Dünyanın en kaliteli profesörleri ve en vatansever katilleri bizim ülkemizde yetişir. Dolayısıyla bazen tek tek insanları bazen de topluca bir halkı yok etmeyi ne düşünür ne de yapar bu millet. Çünkü muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.

O arada bir biçimde ölen birileri varsa ve dünya bunu ayıplıyorsa, o ölenler kesinlikle kendi kendilerinin boğazını sıkarak ya da harakiri yaparak ya da koyun sürüsü gibi hep birlikte uçuruma atlayarak falan ölmüştür. Dünya bunu ya anlayamıyor ya da anlamak istemiyordur. Bunun için yaygara kopartmaya değmez. Dünyanın eşekliğine verelim. Üzmeyelim birbirimizi. Değerli zamanımızı aramızdaki "türk oğlu türk" olmayanları saptayarak ve icabına bakarak değerlendirelim.

Bu memleket ancak böyle böyle payidar olur efendiler.

Yorumlar

Acı bir tebessümle okudum yazınızı… Sadece şunu söylemek isterim; sizin varlığınızı geç de olsa öğrenmiş olmaktan mutluyum… Umuduma su veren yüreklere eklendiniz… Hoşgeldiniz…

Melek - 20 Mayıs 2007

O duvarda yazan "Soykırım yoktur" cümleciğine bizler de inanmak isteriz pek tabi.

… de ne ad verilirse verilsin o trajedi sonrası bu gün sayımız milyonlardan elli bin civarına düşmüşse sorulması gerekli sorular ve alınması gerekli yanıtlar var diye de düşünmüyor değiliz biz "ötekiler".

Vartkes Hergel - 24 Mayıs 2007 (10:03)

Hoştur güzeldir ama akıllıcadır, orası kötü…

Aklı akıl yorumlayamaz, aklı, kendisine ters düsen delilik yorumlayabilir.

Uslanmak nedir? Diri yanların törpülenmesi ise, bin kere uslanmaya hayır…

Delilik olmadan aklın özgür kılınması mümkün görünmüyor.

Cazibesini yitiren akıl güzelligini delilikte bulur.

Antires Mansur - 2 Haziran 2007 (19:56)

İki kişi arasındaki anlaşmazlık mahkemeye gidip sonuçlansa bitmiş mi olur? Vicdanların ne halde olduğunu bilir mi mahkeme? Kardeşimizi vuran biri 16 yıl içeride yatsa yüreğimiz hemen soğuyacak değildir. İnfaz bile yetmeyebilir. Bu ancak kişisel af ile mümkündür. Ancak bir şartla: Bir gün bu sönmüş ateşi üçüncü bir kişi, kendi hesabına bir tarafa gidip "bu cinayet hiç olmadı" diğer tarafa gidip "kanın yerde mi kalacak" diyerek tekrar eşeleyip tutuşturmazsa. Ben bunları yapan aynı kişidir diyorum, hesabı her neyse… Af etmeli ve afta kararlı olmalı. Af ederek insanlığa geri dönmeli. Yoksa biz bu üçüncü şahısların oyuncağı olacak ve insanlığımızı unutacağız.

Ali Sedat Çetinkoz - 1 Aralık 2007 (13:29)

Yine çok güzel konuları içine almış yazınız teşekkür ederiz… Anlattığınız temalar içinde özellikle "Türk oğlu Türk" meselesi artık kanımıza dokunur oldu bu ülkede. Bırakın artık diğer din mensuplarına yapılanları kendi dinlerindeki insanlara dahi o muameleleri yapmaktalar bu zihniyettekiler. Ve bir ülke için bu konudan daha yıkıcı bir durum olamaz kanaatindeyim. Ve büyük şehirler de yeri gelince araştırılıyor etnik köken meselesi veya hangi dindendir vs

Fakat ülkemizin ağır çoğunluğu ufak tek belediyeli şehirlerden oluşmakta, bu ise Cumhuriyetten beri ötekileştirilen halkın bu yerlerde, bir de "Türk oğlu Türk" olarak geçinen bir şehir ise bu şehir (allah muhafaza:) gerek başta iş hayatı ve gerekse sosyal iletişim felç olmakta ve yaşamak tam bir işkenceye dönüşmekte, bu bağlamda büyük şehirlerde yaşamak daha avantajlı diye düşünüyorum…

Bu konuda şunu da eklemek istiyorum: Bu "IRKÇI" düşünce yapısının özellikle uzun yıllar öncesinden başlayan sistematik bir şekilde Devletleştirilen ve Millileştirilen bu durumun şu an topyekûn müzdarip olduğumuz terör sorununun da temellerini oluşturduğu kanaatini birçok insan gibi taşımaktayım…

Ülke vatandaşı olarak can alıcı sorunumuz olan bu konuda hükümetin sergilediği olumlu duruşun değişmemesini ve daha da geliştirmesini temenni ederiz…

Henet - 15 Aralık 2007 (16:14)

19 Mayıs 1919'da 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Samsun'a ayak basan Mustafa Kemal'in esas görevi, Mütareke'yi tehlikeye düşüren bu çatışmaları önlemekti. Bu dönemi Kutsal İsyan adlı romanında anlatan H. İ. Dinamo'ya göre Mustafa Kemal, Havza'ya gelir gelmez bölgenin namlı kabadayılarından Topal Osman Ağa ile görüşmüş ve "Pontus belâsından kurtulmayı Topal Osman'ın tecrübeli ellerine bırakmıştı".

Topal Osman da "Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak" demişti.

Topal Osman o tarihlerde İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarındaki suçlarından dolayı aranıyordu. Muhtemelen Mustafa Kemal'in ricası ile Temmuz 1919'da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırıldı ve Topal Osman, Trabzon Valisi Cemal Azmi ve Giresun Mutasarrıfı gibi yerel yöneticilerinin itirazına rağmen Trabzon havalisinde Pontuslu Rumları temizleme işine başladı.

Falih Rıfkı'ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı üç Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkencelerle bölgeyi Rumlardan tamamen temizlemişti.

Dr. Rıza Nur, Topal Osman'a "Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma" demiş, o da "Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lâzım olur diye saklıyorum" karşılığını vermişti. Rıza Nur'un "Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler" demesi üzerine "Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim" diyecekti.

Kaynak: Pontus'un gayrı resmî tarihi (Ayşe Hür - Birikim)

Web Gezgini - 14 Mart 2010 (22:45)

Gazi'nin Topal Osman'la iş bağladığı ve kaplıcalarında şifayab olduğu rivayet olunan Havza ilçesine bağlı köyümüzün iki üç kilometre yakınında yine Havza'ya bağlı, tepeler içinde, çizgi filmlerden çıkma şirin mi şirin bir köy vardır.

Sakinlerini biz hep muhacir olarak bildik. Çocukluğumuzdan beri bize anlatılan hikâye, buranın daha önceki Rum sahiplerinin yüz yıl kadar önce buradan göçüp gittiği, giderken varını yoğunu, altınını gümüşünü toprak altına gizlediği, boşalan köye de Balkanlar'dan kalkıp gelen bu muhacir soydaşların yerleştiğiydi.

Bu garip olayı çocuk aklımızla hep "Rum köylüler durup dururken, 'buradan sıkıldık hadin kendimize başka bir yer bulalım' diyip köylerini terketmeye karar vermişler" şeklinde yorumlardık. Ötesini de sormazdık. Topal Osman ve eşkıyalarının ya da onların başka kankalarının geçerken şöyle bir eğleşip, eğleşirken "siz ne arıyorsunuz burada, toplayın pılınızı pırtınızı, naş naş!" diyip çoluk çocuk tüm ahaliyi yollara dizmiş olabileceği ihtimalini düşünmemiz için ne bir kuşkumuz ne de o kuşkuya yol açacak bilgimiz vardı.

İnsanın ağır alkollü bir gecenin ertesinde yaşadığı nedeni belirsiz pişmanlıklar vardır. Olayları tam detaylandıramazsınız, sebebini bilmediğiniz şekilde bir takım garip davranışlarda bulunmuşsunuzdur ve de birilerini o an farkına varmadan incitmişsinizdir.

Alkollü olmanız gerekmez, iki gün önce, iki hafta önce ya da bir kaç yıl önce, bizzat parçası olduğunuz bir olay yaşanmıştır ama olgörüp yaşananları netleştiremezsiniz kafanızda.

Aynı şey toplumlar için de geçerli değil midir?

Yüz yıl önce devletlerin kıyasıya birbiriyle savaştığı, eşkıyalığın, derebeyliğin kol gezdiği bir ortamda yaşanmış bir takım acımasızlıkları "hayır bu böyle değil şöyle olmuştur, onlar da şöyle şöyle işler yaptı" şeklinde tuzu kuru açıklamalarla gerekçelendirmeye çalışmak, daha üç gün önce burnumuzun dibinde yaşanmış bir depremde kaç kişi öldüğünü netleştiremezken, soykırımla öldürülmüş yüz binlerce insanın sayısını sanki oturup saymış gibi son hanesine kadar vermeye kalkışmak ve bunları yaparken de nerede, kim tarafından ne amaçla hazırlandığı belirsiz bir takım belgelerin arkasına sığınmak; istediğiniz kadar titriniz olsun isminizin önünde, bu bilim adamlığı değil düpedüz densizliktir ve dahi sahtekârlıktır.

Yüzyıldır gözlerimizin önüne çekilen perde artık kumaşı ömrünü tükettiğinden olsa gerek, sapır sapır dökülüyor. İyi de oluyor. Bu sahtekârlığın arkasında gizlenmeye çalışılan insan dramlarını, o insanlara empati duyarak anlamaya başlıyorsunuz ve her defasında içiniz cız ediyor. Insanları rızası olmadan köylerinden sürmek, çoluk çocuk yollara dizip hiç bilmedikleri bir geleceğe zorlamak nasıl bir vahşettir ve hangi toplumsal/ülkesel çıkarla izah edilebilir?

Yalçın Şahin - 15 Mart 2010 (17:29)

Bilenler bilir, savaşın en acımasız olduğu seksenli yıllarda, zamanın yegâne tv kanalı TRT'de sıradan bir akşam yemeği üzerine ceset seyretmek vatan hizmetinin bir parçasıydı. Bu aralar sigara içen adam görüntüsünün toplumsal ahlâkımızı bozacağını düşünenler, o zamanlarda karnı deşilmiş kadınların, alnında kurşun deliğiyle öylece uzanan bebeklerin, birbirinin üstüne yığılmış cesetlerin, hem de herhangi bir buzlama, mozayikleme yapılmadan ekranda gösterilmesinde hiç bir sakınca görmezlerdi.

Öbür tarafın ölülerini de izlerdik haliyle. Kirli pasaklı, paramparça olmuş kıyafetleri içinde yan yana üst üste yatarken üzerlerinde sinekler uçuşurdu. Perişan kelimesi durumlarını izah etmeye yetmezdi; amaçlanan da zaten bu halin teşhiriydi. Bir yandan teröristlerin nasıl acımasız, insanlık dışı, cani yaratıklar olduğu, öbür yandan da bu canileri avlayan askerin nasıl fedakâr ve kahraman olduğu fikri gün be gün toplumun bilinç altına zerk edilirdi.

Aradan yirmi küsur yıl geçmiş. O zamanlar henüz dünyada bile olmayanlar, şimdi hâlâ insanların beşer onar öldüğü aynı kirli savaşın gönüllü tarafları olarak sokaklarda çılgın Türk eylemleri yapıyorlar. Yaptıkları şeyin insanın binlerce yıllık tarihinde, farklı coğrafyalarda, farklı kimlikler altında ama tıpatıp aynı reflekslerle ve aynı haklılık inancıyla binlerce kez tekrarlanmış olduğunu düşünmeden.

"Geberteceksin hepsini" ile "Onlar bizim kardeşimiz" arasında gidip gelmektense her iki ifadenin de var olduğunu baştan kabullendiği "biz" olgusunun sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Yüzde 99. 99'unu tanımadığımız bir topluluğu arkamıza alıp "biz" derken, belki hayatımızda hiç ayak basmadığımız topraklarda yaşayan, hiç yüzgöz olmadığımız ve kısaca "onlar" dediğimiz başka insanlarla aramızda yarattığımız hayali dostluklar ya da hayali düşmanlıklar aslında aynı şeyin farklı görüntüleri olabilir mi?

Yalçın Şahin - 19 Temmuz 2011 (10:42)

Ben de yazınızı kendi çocukluğumu canlandırarak okudum. Ermeni köyüymüş bizim köy. Bugün hâlâ her ne kadar tahrip edilmiş olsa bile Ermeni eserleri durmakta. Ara ara bizim köyü ziyarete gelen olur. Ancak dost canlısı (!) köylümüz nedense her seferinde gâvur soyu gelmiş diye pek hoş (!) karşılar hemşerilerini.

Merak ediyorum, bugün gerekli şartlar sağlanırsa (25 C, 1 Atm) Kürt Halkı harakiri yapar mı?

Serap Özçelik - 20 Temmuz 2011 (15:52)

Serap Abla, 25 C, 1 Atm nedir? Ben bunları anlayamadım da…

Pıtırcık - 20 Temmuz 2011 (16:08)

Yorum değil, Pıtırcığın Serap Abla'sına sorup öğrenemediği 25C, 1Atm meselesini izah için zıpladım, sazanım ya… Yaşadığımız ortam, ideal şartlar olarak kayda geçirilmiş olan, 25 Celcius derece sıcaklıkta ve 1 Atmosfer basınçta, güzel kafa yapar, onu demek istemiş. Şimdi çıkarın ağzımdan olta iğnesini, salın beni denizlereee…

Ali Sedat Çetinkoz - 30 Ağustos 2011 (21:35)

Tebrik ederim ne güzel bir anlatımınız var hayranlıkla okudum. Var olun!

Gülsen - 2 Kasım 2011 (19:53)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

101
Derkenar'da     Google'da   ARA