Patronsuz Medya

Soysuzlaşınız efendiler!

Necdet Şen - 27 Aralık 2003  


İkinci büyük savaşa denk gelen yıllarda Ödemiş'te yapmış babam askerliğini. Silah altındaki köleliği -ya da beyliği- 48 ay 13 gün sürmüş. Ondan olacak, Ege türkülerini severdi. Likör bardağıyla -neredeyse damla damla- içtiği yeni rakıyla coşar, masadan kalkıp harmandalı oynardı arada bir. Sonra tekrar yerine oturur, olmayan gıdısını çıkararak türküye eşlik ederdi.

"Balo" diye bir şey vardı çocukluğumda. Annelerimiz pazar günleri baloya gider, kadın kadına dans ederlerdi. Puantiye, pötikare, japone kollu, kayık yakalı giysiler içinde poz keserken ve kuru pastalar limonatalar arasında Zenith -bazen de Lubitel 2- marka objektiflere gülümserken, sair zamanlarda radyodan dinledikleri Zeki Müren şarkılarına eşlik ederken, hep benzer türden bir yapmacıklığın içinde çakılı gibiydiler; pazar matinesinde, sabah kahvaltısından artmış kıymalı pidelerini kokuta kokuta yiyerek seyrettikleri Amerikan filmlerindeki kadınlara benzemeye çalışırlardı.

60'lı yıllardı, "memur hanımı" olan annelerimiz, "memur kızı" olan ablalarımız ve "memur çocuğu" olan oyun arkadaşlarımız, biz kepçe kulaklı veletler, "iğne düştü yakamdan, bir subay koştu arkamdan" tangosuna aşina kulaklarımızla taşradaki minik cumhuriyet kolonileri olarak yuvarlanıp gidiyorduk.

Suikaste urban giden Kennedy'ydi o zamanın en gözde pop yıldızı. Bir diğeri de Prenses Süreyya. Ölünce badem gözlü olanlar vardı, James Dean ve Norma Jean gibi.

Bir de Suzan Sözen. Devrik başvekil Menderes'in sevgilisiydi sanırım.

Şecaattin Tanyerli'nin tangoları, Orhan Boran ve Yuki, Hayat Mecmuası yok muydu, onlar da vardı. Keloğlan masallarının ve Hazreti Ali'nin Cenkleri'nin modası geçmişti artık, Tommiks - Teksas okuyorduk.

Namık Kemal fıkralarımız vardı bir de, içinde "bir Alman", "bir Fransız", "bir Amerikalı" ve "bir Türk" olan. Diğerleri zenginlikte ilimde fende, Namık Kemal ise züğürt tesellimiz olan cinsel azgınlıkta birinci olurdu hep. Kendimizi hüdainabit zekerinden başka öğünecek bir şeyi kalmamış bitik bir millet gibi görürdük. Bu fıkraları kim uydururdu, hiç düşünmezdik.

Saç maşasıyla saçlarını kıvırır (daha doğrusu yakar), Belgin Doruk'a benzemek için krepe yapar (yani kabartırdı) ablalarımız. pop müzik diye bir şey yoktu, "Türkçe sözlü hafif müzik" vardı biz büyürken. Dedemden kalma taş plaklar vardı, napoliten şarkılar, kantatlar falan, ama onları dinleyecek gramofonumuz olmadığından sedirin altında dururlardı, bavulu her itişimizde birer ikişer kırılırlardı uçlarından.

Sokaktaki adam İkinci cıgarası tüttürür ya da gazete kâğıdına tütün sararken, mühendis ve hakim hanımları Yaka, babam gibiler Yenice içerdi. Yassıydı Yenice sigarası, Yaka ise siyah bir kutuda olurdu. Şuh bir sigaraydı. Bu karton kutuları çöpe atmaya kıyamazdık. Zaten çöp dediğin de pencereden aşağı fayrap edilen, tavukların ve kedilerin içinde döründükleri bir şeydi.

Sabit kalem, mühür mumu, ıstampa mürekkebi kokardı adliye koridorları. Alt kattaki komşumuzun ıskarpinlerinin üzerinde karısının diktiği beyaz patiskadan tozluklar olurdu. Uçağa "tayyare", otomobile "taksi", milletvekiline "mebus" denildiği yıllardı. "Kömünist" ve "kızılbaş" sözcükleri en ağır hakaretti yetişkinler arasında. Komünistler tevkif edilirdi.

Bir de "Hûûcular" vardı. İkide bir basılır, yaka paça hapse tıkılırlardı. Hû çekmek kara büyü gibi bir şeydi her halde ama ne olduğunu pek bilmezdik. Cinsî sapıklık gibi görürdük. Çünkü kadınlar hu çekerken aniden histeri krizleri geçirmeye başlar, görtlerini yerden yere vururlardı. Yani öyle anlatılırdı.

En çok imam-müezzin türü adamlardan çekinirdik. Bize bir nevî ırz düşmanı -ya da şarlatan- gibi tanıtılmışlardı.

Vurun Kahpeye romanının ve filminin pek gözde olduğu yıllardı, ondan olabilir.

Köylülerin köylülükleriyle alay etmek pek modaydı. Onlar da "gasabalı" dedikleri bizlerden nefret ederlerdi; nedenini anlayamazdık.

Yakalara balina takılırdı dik dursun diye. Balina kemiğinden yapıldığı için balinaydı adı. Sivri topuk ve sivri uçlu sutyen modası çıkmıştı. Dükkânda satılmazdı sutyen, evinde makinası olanlar diker, olmayanlara satardı. Annemin Lada marka ayak pedallı bir dikiş makinası vardı, siyah siyah sutyenler dikerdi onda. Sokakta başına eşarp takmak ister, ama babam hışımla çekip alırdı başından. Cumhuriyet memurunun karısının başörtülü gezmesini utanç verici bulurdu.

Bizler ne kuştuk ne deveydik o zamanlar; yontuluyor, şekle sokuluyorduk Ankara tarafından.

Kendi ülkesinde gönüllü birer müstemleke aydını rolünü üstlenmiş olan Cumhuriyet bürokrasisi ve münevverleri, kararnameler, makaleler ve iç hizmet kanunlarıyla şekle-şemaile sokuyor, yontuyordu bizi. Onların deyimiyle "çağın ritmine ayak uydurmaya" çalışıyorduk.

Aslında olan biten şey, bal gibi yabancılaşma idi. Kendimize, soy ağacımıza, sayısız kuşaklar boyunca biriktirdiğimiz hayatı anlama, toprağa kök salma becerimize yabancılaşıyorduk. Kahir ekseriyetin yoksulluktan bitini kemirdiği bir ülkede, istihsalin ve gayrı safî millî hasılanın ne durumda olduğuna falan pek kafa yormadan, Cumhuriyet balolarıyla, nane likörleriyle, Zeki Müren şarkılarıyla "Modern Türkiye" ayinleri yapıyordu inkılâpçı kolonimiz.

Ahali'ye höt zöt edip poz keserek çağdaşlaştığını sanan bürokratik diktatörlüğün imtiyazlı insanları olan memur babalarımızı ve onların yakalarından düşmeyen altı oklu CHP rozetlerini "çağdaşlığın" simgesi olarak görüyorduk.

Zaman zaman bando-mızıka takımları, gezici tiyatro kumpanyaları, seyyar propagandistler ziyaret ediyordu güzide kasabamızı. Tabii ki ya balkonda ya locada yerimizi alıyor, sosyal takılıyorduk kasaba koşullarının elverdiğince. Türktük, doğruyduk, Halk Parti'liydik.

* * *

Robotluktan istifa ediyorum!

Biliyor musun, hiç hoşlanmam tiyatrodan. Biri kolumdan çeke çeke götürmediği müddetçe de gitmişliğim yoktur. Sayılıdır yani.

Baleden, operadan, resim heykel sergilerinden de hazzetmem. Kısacık fırfırlı etekleri içinde kıçını çıkara çıkara ve de ayak parmaklarının ucuna basa basa oradan oraya tin tin tin seğirten kızları ve oğlanları gülünç bulurum.

Hele o tiyatro denen soytarılığı hiç anlamam. Baş parmağını ceketinin iliğine takıp göğsünü şişirmeye çalışarak konservatuvarda öğrendiği diyafram kullanma tekniğiyle "ve siz, Aleksey İvanoviç, tarihin karanlıklarına gömüleceksiniz" falan diyen hamşolar bana aktörden çok şaklabanı anımsatır.

Sesini bilmem kaç oktavlık bir esneklikte gezdire gezdire, yüzünü şekilden şekile soka soka "bak, ben ne kadar becerikliyim" dercesine böğüren tenorlara sopranolara da pek hayranlık duyduğum yoktur.

Ama Neşet Ertaş'a, Kıymet Unutma'ya, Burhan Çaçan'a hayranlığım ganidir. Jethro Tull'a Pink Floyd'a bayıldığım kadar Zekâi Tunca'ya da bayılırım. Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu başımın tacıdır. Orhan Abi'yi, Müslüm Baba'yı severim. Hoş gör, serde taşralılık var, bunca yıl içinde anca bu kadar batılılaşabildim.

Çok sesli müzik denince aklıma Ahmet Adnan Saygun değil Led Zeppelin ve Deep Purple gelir. Hadi bilemedin, Queen'in Bohemian Rapsody'si, Moody Blues'un Nights In White Satin'i falan. Ben öyle filarmoni orkestrası eşliğinde "leb leb bihiy yihi kahaa vuran kızan nem" diye zırtlayan hörtleyen ciykleyen ahiha hohiha kanon yapan maaşlı fraklı soytarıları anca cıvıtasım geldiğinde anımsarım.

Fakat, af buyur, kırk yılda bir yanlışlıkla AKM'ye ya da Aya İrini'ye yolum düşse, oralardaki vıcık vıcık yapaylık ayakkaplarımın tabanlarına yapışır, kaldırımlara sürte sürte temizlemeye çalışırım.

Yok valla, sarmısaklı kekikli zeytinyağına bandırdığım şu kızarmış ekmek gözüme dizime dursun ki, klâsik müziğe, baleye, operaya, tiyatroya düşman değilim; "tükürürüm" falan da demiyorum. Onlar da olsun, kime ne zararı var? Birkaç istidatlı genç evini geçindirir, dizi filmlerde falan oynayacak birkaç eğitimli insanımız olur, mektepte öğrenilmiş diyafram kontrolleriyle kürt takliti, rum takliti, kapıcı, temizlikçi, cahil halk takliti falan yaparlar, büyük annelerimiz bakar oyalanır.

Ama ben geri kafalıyım efendiler! Ortaçağ karanlığında kalmış, muassır medeniyetler seviyesine ulaşamamış bir odunum. "Çağdaşlaşma" mayası bende tutmadı. Eskaza bir köyde (hangi köyse orası) ev yaptırsam, salonuna kuyruklu piyano koymak aklıma gelmez. Cemal Reşit Rey'de bir konsere gitsem, ilk yarısında göz kapaklarım elimde olmaksızın ağırlaşır, uyuduğum etraftan fark edilecek diye uyumamaya çalışarak kendime işkence ederim.

Dahası, konçertoların bölüm aralarını hiç bilmem, müzik azıcık yavaşlayacak olsa bölüm sonu zannedip yanlışlıkla alkışlamaya kalkarım. Ya da öyle yapmamak için ön sıradaki "işi bilen" üç beş kişinin alkışladığını duyana kadar ellerimi yanlarımda saklarım.

Bazen onların da ofsayta düştüğü olur gerçi ama, en azından tek başıma maskara olmamış olurum alkışladığımda. Ama neden ille de alkışlamam gerek, onu hiç çözemem. Soru sormam, robot gibi alkışlar, gıcık tutsa bile öksürmemek için kendime işkence ederim.

E, hal böyleyken, müziği el çırparak dinleyenleri aşağılama hakkım doğmuş olur. Çünkü bildiğin gibi müzik ciddi bir iştir, kitap okur gibi dinlenir ve o esnada lâubalilik yapılmaz; bu, basit insanlara özgü bir davranıştır.

"Basit insan" derken kimleri kastettiğimi hiç kurcalama, onlar kendini bilir. Hani şu okumamış, diplomasız, dar gelirli, evinin tepesindeki demir filizlerini açıkta bırakan, sentetik giysiler giyen, haliyle kötü kokan, fıransız şarabı içmeyen, birayı şişeden içenler var ya…

Canım, hani şu "yoksul" dedikleri aşağılık iğrenç insanlar…

Hani bizim taraftakilere, yani şirketlerin içini boşaltıp, kendini savunsun diye üç beş köşe yazarı besleyen o asil insanlara hiç benzemeyen, helikopteri, yatı, metresi, yalakası falan olmayan yarı vahşi kalabalık, işte onlar…

Tabii bu örnekler bir anlamda teferruat, birazcık egzajere edeyim dedim. Her ne kadar jakbrel'le ivmontan'ı, ya da vasili kandinsiki ile piet mondrian'ı hep karıştırıyor olsam da alafranga müziği severek dinler ve abstre resme huşû ile bakarım. Hatta yohan sabahattin beribah dinlediğim bile olur asansörlerde.

Hatta meşhur cazcılar arasında arkadaşlarım bile vardır. Vardır ama, ben ez taym gooz bay'ın adını duymuşluğum olsa da melodisini ıslıkla çalamam. Ama tutam yar elinden tutam'ı da van mor kap of kofi'yi çalıp söyleyebilirim biraz.

Hasılı kelâm, kişi oğlunun kendi tercihi olduktan sonra Doğu'su da birdir yerkürenin Batı'sı da. Siyasî sınırlar geçici, insanlığın ortak kültür birikimi ona kıyasla biraz daha uzun ömürlüdür diye düşünürüm.

Ne üç telli curanın ne de kuyruklu piyanonun bir kusuru yoktur, kusur onlardan birinin bağnaz yandaşı olup diğerine nefret kusanındır diye düşünür ve bin yıllardan bu yana türkülerin okunduğu, destanların dilden dile dolandığı bu topraklardaki buyurgan memur diktatörlüğüne ve onun dayatmalarına karşı günden güne yoğunlaşan bir isyan duygusuyla dolup taşarım.

Ondandır dilimdeki alaycı üslup. Aşağılamanın kimsenin tekelinde olmadığını, kendine benzemeyeni, tahakküm edileni aşağılamanın pis bir alafranga hastalık olduğunu örneklemek içindir.

* * *

Müstemleke aydınlarının muassırlaşma projesi ve "cahil halk"

Saltanatı Osmanlı hanedanından alıp İttihatçı artıklarına devreden, ama emperyalizmin kucağındaki kıçımızı kurtarmak şöyle dursun, acıtan çıkıntının üstüne daha da fazla yerleştirmekten sapıkça haz duyan bir iktidar manevrasının bize "devrim" diye sokuşturulmasına itirazım var.

Mağlûbiyetin ezikliğiyle karşıtına dönüşmüş, kendi kimliğine yabancılaşmış Osmanlı paşalarının süngü zoruyla dayattığı Avrupa kültürünün "medeniyet", onun dışında kalan her şeyin "gerilik" olarak algılanmasını yanılgı olarak görüyorum.

En azından 80 yıllık propagandanın kafamıza kazıdığı safsatalarla hakiki çağdaşlığı birbirine karıştırmamaya çalışıyor, bilgi hamallığı yapıp, ezberden ahkâm kesmektense içine itildiğimiz cehaleti paşa paşa kabulleniyorum ve bilmediğim şeyler için "ben bunu bilmiyorum" demenin biliyormuş gibi yapmaktan daha haysiyetli bir tavır olduğunu düşünüyorum.

80 yıllık kültürel istibdatın sonuçları da ortadadır zaten görebilen için. Aslında pek anlamadığı, içinde hissetmediği halde kendini stravinski dinlemek, evinin salonuna amerikan bar yaptırmak, öztürkçe konuşmaya çalışmak, tuval üzerine bulaştırılmış her boyayı resim sanmak -ve çok etkilenmiş gibi yapmak- zorunda hisseden seçkin kitlenin içine düştüğü o yapaylık, iğretilik, ıkınma, biliyormuş da o an aklına gelmemiş pozları, kuşandıkları boyası dökülen karnaval maskeleri, öteki etkinlikle beriki etkinlik arasında kıçına neft sürülmüş gibi seğirtmeler, "ille de sanatçı olacağım" histerisi, paris'e niyork'a düzülen methiyeler, züppelik ötesi dükkân ve marka adları, kedilere köpeklere samimi arkadaşlara takılan yavşak lâkaplar, türkçe bağlaçlar arasına serpiştirilmiş ingilizce terimler falan bende kaşıntı yapıyor.

Muck! I kiss you! I kiss you! I kiss you!

21. yüzyıla girerken, çıkara çıkara bir tek İnternet Mahir'i çıkardık dünya çapında meşhur olarak. Bu müfredatla anca bu kadar olabiliyor.

Demem o ki, "derin" azınlığın marifetiyle kendi kendini sömürgeleştirmiş olan bu ülkedeki mağdur ve yoksul halkın, "muasırlaşma" hamlesi diye yutturulmaya çalışılan soysuzlaşmaya ve süngü refakatinde yürütülen acımasız talana tepkisi, raf ömrünü çoktan tamamlamış olan CHP geleneğini gömmek olmuştur. Pek de iyi olmuştur. Bu millet tek parti diktatörlüğünün kadim partisi CHP'nin defterini taa 1946'da dürmüş olup, ortada kâh "ortanın solu" kâh "sosyal demokrat" maskeleriyle dolanan bu hayaleti kaale almamasının müfredat aydını tarafından "cehalet" olarak adlandırılması lâf-ü güzaftan ibarettir.

Çoğunluğun aksine, muhterem şahsiyet Deniz Baykal beyefendinin hal ve tavırlarıyla, ilkesizliğiyle, kofluğuyla bu mümtaz partinin başına çok yakıştığını, zinhar değiştirilmemesi gerektiğini düşünürüm.

Ama ille de değişecekse, her konunun uzmanı, resmî dahimiz, üstad-ı âzam Bedri Baykam o yüce makama daha da fazla yakışır.

Hatta bence en uygun aday, manken olduğu rivayet edilen, ama galiba "başka bir şey" olan Tuğba Özay, CHP genel başkanlığı konusundaki favorimdir.

Halkla ilişkiler uzmanı Sisi hanımefendiyi de ihtimaller arasında tutmak mantıklı olur. Ne de olsa partinin adı "halk" partisi. Halkla şöyle 'altı ok'ka "kucaklaşmak" gerekmez mi?

Gerekir.

E, o halde?

* * *

Yaaa, iyi miymiş aşağılanan tarafta olmak?

80 yıllık modernleşme projesinin (cumhuriyet kisvesi altındaki örtülü saltanatın ve lâisizm kisvesine bürünmüş putperestliğin) ortaya çıkardığı eser, yapmacıklığın memleket sathına yayılması ve içi boşalmış karikatürleşmiş bir "modern yurttaş" tipolojisidir.

O "modern" ki, toplumun ezici çoğunluğunu (yoksulları, işsizleri, ezilenleri, oyun dışına atılmışları, umutsuzca yaşama tutunmaya çabalayanları) aşağılamanın kendini acaip şıklaştırdığını sanır.

Bordrolu aydınlar ve devlet kontenjanından dağıtılan "sanatçı" payeleri, kofluğunu Jön Türk raconuyla örtbas etmeye çalışan "sanatçılar" ve "bilim adamları", rejimin koçbaşları, üniversite amfilerinde bilim yerine propagandayla iştigal eden sahte entellektüeller…

Bilimsel anlamda artı değer üretemeyen, eğitim kurumlarında militanlıkla vakit öldüren hocaların ve öğrencilerin pek makbul sayıldığı bir ülkenin süngü zoruyla avrupalı yapılamayacağının ibret verici kanıtlarıdır etrafımızda olup bitenler. Sistemin üniversiteleri bilim adamı değil hırsız ve zorba yetiştirmekte, aralarından en utanmaz ve bağnaz olanlarını da piramidin en tepesine yerleştirmektedir. İdeolojisinde makyavelizmden ve yasalarında faşizmden intihal (tırtıklama) olan bir "uygarlaşma" projesinin seçkinleri de haliyle onlar olacaktır.

Budur işte dağ yamaçlarına, kale burçlarına, devlet dairelerinin duvarlarına, Atatürk resimlerinin altına üstüne yanına yöresine yazılmış "muasır medeniyet" mahyalarının hulâsası ve yekûnu:

"Yapmacık olunuz efendiler! Poz kesiniz! Sahte olunuz!
Çünkü, ben size modernleşiniz demiyorum!
Ben size özünüze yabancılaşınız diyorum!"

Yabancılaştık başkumandanım! Bir sonraki emriniz?

Yorumlar

Merhaba Necdet Şen, Müfredat Aydını'ndan sonra daha ağırı yazılabilir mi demiştim.Yazılabiliyormuş… Her yazı farkındasınızdır tabi ki, daha ağır olmasının yanı sıra daha geniş bir kitleyi kapsıyor. Yazdıkça açılıyorsunuz. Aslında yazının sorununun yeniden değerlendirilmesi gereken, tabudan! çok tabucular tarafından yaratılan hatalar zincirinin binlerce sayfada anlatılması gerekirken iki paragrafta anlatılma çabası ve aceleciliğinden kaynaklandığını düşünüyorum.

Büyük hayranlık duyduğum zekânızın Sinan Çetin seviyesi değerlendirmelere inmesine inanılmaz derecede şaşırıyorum.Dayatmaya karşı verilen haklı içgüdüsel tepkinin sizin gibi bir filozof tarafından bu kadar abartılmasını anlayamıyorum.

Kendinizi reenkarnatif bir vaka olarak görüp o günleri hissetmeye çalışmanın ötesinde bizzat yaşamış gibi - Kısa bir dönem hariç-yaptığınız tespitlerinizi ileriki kuşaklara da aktarılması gereken bir külliyat haline getirmenizi öneriyorum. Reenkarnasyon geçirmediğiniz iddiasında iseniz 1881'de doğduğunuzu varsayıp zaten Allah vergisi zekânızla benzeri kulvarlardan geçip, özellikle 30 Ağustos 1922 tarihinden itibaren neler yapacağınızı biraz kurgusal, biraz bilimsel bir şekilde külliyatınıza ekleyebileceğiniz hususundaki naçizane fikrimi kaale alırsanız beni ziyadesiyle memnun etmiş olursunuz.

Çünkü yapanın yaptığını kuru kuruya eleştirmek yerine, alternatif getirerek baştan beri yapılması gerekenin anlatılması ve bunun benim gibi iki kelime birşey okuyup kendini alim sanan şaşkınlar tarafından öğrenilmesinin en temel insan hakkı olduğunu düşünüyorum. Hem bu konuda uğraşırken bir kenarda gizli kalan siyasi ve askeri dehanız da belki ortaya çıkar.

İyi günler dilemek istiyorum saygılarımı sunup ama illa da şu yazdıklarınızın islami tosuncukları ne kadar mutlu edeceğini düşünmenin hiç hoş bir duygu olmadığını eklemek istiyorum.

Hızlı gazetecinin 23.ünden sonrasını aramızdaki husumetten dolayı artık alamayacağımı, Web sitenizi ise başta Ali Türkan olmak üzere diğer yazarlar için ziyaret etmek zorunda olduğumdan utanarak ama daha az sıklıkla tıklayacağımı üzülerek bildiriyorum.

Külliyat konusunda ciddiyim

İyi yıllar dileklerimle

Meçhul Kemalist - 31 Aralık 2003

O husumet size ait sayın Meçhul Kemalist, hayrını görün, ben kimseye husumet duymam.

İnce alaylarınızdan dolayı sizi ne kadar takdir ettiğimi anlatacak kelime bulamıyorum. Yazı yazmak gibi zor işlerle kendinizi yormayıp yazanlara burun kıvırmak entellektüel merdivenin en üst basamağıdır. Aşmışsınız, gözüm kamaştı.

İlk paragraftaki cümlenizden anladığım kadarıyla mesleğiniz "Seviye Kontrol Mühendisi" gibi bir şey olmalı. Okumuş biri olduğunuz zaten belli oluyor. Ezberinizin kuvvetli olduğundan da hiç kuşkum yok. Ne var ki dilbilgisi derslerinden de kopyayla geçmiş olmalısınız.

Kullandığınız "İslâmî tosuncuk" gibi klişeler zamanınızı hangi "tarikat" ın yayınlarını hafızlayarak geçirdiğiniz hakkında yeterince fikir veriyor.

Tarihin sadece reenkarnasyonla bilinebileceğini düşünen siz akıllı -ve demagog- kardeşimi tebrik etmek istiyorum. Yaşınız kaç bilemiyorum, ama Cumhuriyetin ilanından önce doğmuş bir baba ve Rus harbini görmüş büyükanne, dede, kırk yılı aşkın yoğun okuma uğraşı size yeterince anlamlı gelmiyorsa, birlikte ruh çağırma seanslarına katılır, sözünü ettiğiniz kitabı sizin yüksek sezgi gücünüzden destek alarak birlikte yazarız. Hatta elimiz değmişken, daha yirmili yaşlarda dinozora dönüşmüş ezberci müfredat çocuklarına da bir bölüm açarız.

Yazılarımı ve kitaplarımı okumama kararınız da memlekete hayırlı olsun. Kendiniz açısından isabetli bir karar vermişsiniz. Ama siz eğer onları bana lütuf olsun diye okuyor idiyseniz, zahmet etmişsiniz, ne gerek vardı?

Siz en iyisi bu siteyi hiç tıklamayın. Bir kaybımız olmaz. Hem -aramızda kalsın ama- Ali Türkan da bu konularda en az benim kadar münafıktır. Diğerleri de. Zaten bir münafıklık yuvası olan bu sitede yayınlanan her yazı benim tarafımdan seçiliyor. Bünyenizde alerjik tepki yaratan fikirlerimle sizi zehirlemek istemem.

Böyle "konuya vakıf" bir okuru yitirdiğim için bir yerime inme inecek diye korkuyorum, Allah yardımcım olsun.

Size de uğurlar olsun. Merhuma saygılar.

Necdet Şen - 31 Aralık 2003

Sonradan "milli şef" olarak ilan edilen bir devlet büyüğümüz, milli mücadele yıllarında yanındaki komutana şöyle diyesiymiş:

"Unutma, halk düşmanımızdır!"

Bunu söylemekle kalmamış, manası "halk yönetimi" olan yeni devlette yetki sahibi olur olmaz, ilk olarak halk türkülerini yasaklamıştır. Yabancılaşmanın baş aktörlerinden biri odur. Ama ne kadar uğraştıysa da, her köylüye piyano, her ilkokul çocuğuna mandolin çaldırtamadı. Gözleri açık gitmiştir merhumun.

Siz bir zamanlar köylü kıyafetlilerin Ulus Meydanı'na girmemesi için kolluk kuvveti bulunduğunu biliyor muydunuz? Bunu yapan vali, tabii ki "şef" inden gereken övgüyü almış, ve bir başka meydana adı verilmiştir: Tandoğan Meydanı!

Bugün de üniversitelerde yaşatılan baskıyı kaldıralım diyenlere, darbe veya darağacı şıklarından birini seçmelerini söyleyenler, aynı kökten geliyor olmalı.

Ali Sedat Çetinkoz - 10 Şubat 2008 (13:23)

Necdet Bey'in yazdığı yazıları okursanız, üniversiteye gitmenize gerek yok. Aradaki fark şu: Sadece diplomanız olmayacak ama bir üniversite mezunundan daha fazla bilgi sahibi olursunuz.

Yazılarınız için size müteşekkiriz. Sizin yazılarınızı okuduktan sonra, medya yazarlarının neden köşe yazısı yazmaya çalıştıklarını anlamaya çalışıyorum. Sevgiler ve saygılarımla.

Saim Yardımcı - 2 Ekim 2012 (01:44)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

97
Derkenar'da     Google'da   ARA