Patronsuz Medya

Kadın Düşmanı

Necdet Şen - 26 Şubat 2001  


Bir tuhaflık var bende. Bazen hayatımın senaryosunu bir mizah yazarının yazdığını düşünüyorum.

Durduk yere değil tabii ki. Sebebi var:

Geçenlerde linkleri tıklaya tıklaya oradan oraya zıplarken, sitenin birinde bir yazıya takılmıştım. Yazının başlığı Kadınlar Tuvaleti idi. Hani ben yazsam, koca popolu feminist tayfasının beni pataklamak için her yerde fellik fellik arayacağı cinsten bir yazı.

(Feministler bunu yapmaz diye düşünen varsa feci yanılır. 15 yıl önce bunlardan bazıları Duygu Asena'ya gidip "biz necdet şen'i döveceğiz, bu konuda bize destek verir misin?" diye icazet istemişler, Duygu Asena da "hasttirin gidin" diye bunları kovalamış. Ben bunu Duygu'dan değil, geçen yıl tesadüfen rastladığım eski bir Kadınca çalışanından öğrendim, yani onun yalancısıyım.)

Ne diyordum, bu yazı zehir zemberek bir yazı. Daha da ilginci, bunu yazan kişi bir kadın. Özetle "Bazı kadınlar pistir, hem de çok pistir, ben erkek olsam suratlarına bile bakmazdım" diyor (ben de öyle yapıyorum zaten). Bu yazıyı okuyunca bayıldım ve "mutlaka sevgili okurcularım da okumalı" diye düşündüm.

Çünkü bir vakitler kötü kokan kadınlarla ilgili iki üç cümle bir şeyler yazıp çizdim diye aynı plazanın bir üst katında mukim bir Hanım kızımız konuyu üzerine alınmış ve bana yönelik pek cici bir yazı yazmıştı bahşedilmiş köşesinde, tam da kendi seviyesini yansıtır bir üslupla.

Kendisiyle hiç bir şahsî meselemin, hatta tanışıklığımın bile bulunmadığı bu bayanın o "fena koku" yazısına neden o kadar alındığının hikâyesini gayet yetkili bir ağızdan öğrenmiştim sonraları. Ama anlatmamayı yeğlerim. Saçma sapan bir mevzu işte.

İşte bu yazı (Kadınlar Tuvaleti) tam da bu konuya parmak basan bir başyapıttı. Onu mutlaka benim canımcığım darlingciğim okurcularım da okumalıydı.

Ama nasıl?

Kolayı var, ana sayfadan link verirsin, okuyacak olan tıklar.

Ama olmuyor. Çünkü o siteyi yapan vatandaş, sayfalarda frame ve ne olduğunu anlayamadığım asp falan gibi bir şeyler kullanmış, hangi sayfayı açarsan aç, sitenin genel adı çıkıyor, sayfanın link verilecek URL'sini bulamıyorum bir türlü (siz anlamazsınız, teknik mevzular).

Zaten kibar adamımdır. Kimsenin yazısına, sitesine, şusuna busuna izinsiz link-mink veremem. Ben de bunun üzerine sayfanın altındaki "webmaster" linkini tıklayıp, siteyi yapan eden muhtereme bir mail yolladım ve yazıya link vermek istediğimi, izin lutfetmesini istirham ettim.

Bir başka yazımda da belirttiğim gibi, bendenize mail atan herkese hemen yanıt yazarım. Ama bu arkadaş her halde mühim biri olmalı ki, lutfedip yanıt yazmadı. Ben de çok kızdım tabii (huyumdur, sessiz kalana kızarım) tam zehir zemberek bir destan döşenecektim ki, adamcağızın belini sakatladığını ve yattığı yerden kalkıp bilgisayarı açamadığını -ama doğru ama yanlış- öğrendim.

Eh, peki, sövüp saymaktan vaz geçtim, ama o yazıyı mutlaka size okutmam lâzım. Bu arkadaştan hayır yok, bendeniz de sayfanın linkini bulup yazamıyorum. Üstelik asıl onu yazan kişiden izin istemek lâzım ama webmastere ulaşamayan yazara nasıl ulaşsın?

Hiç bir şey için hırs yapmam, buna kafayı taktım. Ne olur ne olmaz, kaybolur maybolur diye o yazıyı bilgisayarıma kaydettim, ha babam de babam sayfanın linkini bulmak için deneyler yapıyorum…

Neyse, asıl anlatacağım bu değildi, konu dağıldı gitti. Hayatımın senaryosundan bahsediyordum.

On yıl kadar önce, rahmetli Adnan Kahveci, Boğaziçi Üniversitesi'nde vereceği bir konferansa yalnız gitmek istememiş ve "hadi beraber gidelim" diye beni de sürüklemişti. O gün arabası tamirdeymiş, komşusundan ödünç aldığı bir külüstürle gitmiştik okula.

Akşam, söyleşi bitip de dönüş için yola koyulduğumuzda, okulun çıkışına yakın bir yerde, akşam ayazında kat kat paltolara bürünmüş genç bir öğrencinin otostop yaptığını görmüş "şu çocuğu da alalım" demişti Kahveci.

İtiraf etmeliyim ki biraz canım sıkılmıştı. Sanırım diğer gazeteleri "boyalı" diye aşağılayan jakoben gazeteden çekip gitmeyi arzuladığım ve suskunluğa gömüldüğüm ve hiç bir okurumla karşılaşmak konuşmak istemediğim günler olmalıydı ki, arabaya binen öğrenci beni tanır-manır diye hiç arkaya dönmemiş, kafamda gözlüğümün üstüne indirdiğim yün berem ve yakaları kalkık paltomla ziyadesiyle loş olan arabanın içinde elimden geldiği kadar karanlıkta kalmayı seçmiştim.

"Zaten şimdi otostopçumuz Adnan Kahveci'yi tanır ve onunla ilgilenir, benden tarafa bakmaz bile" diye avunurken, genç kız "siz necdet şen misiniz?" diye sormaya gerek bile görmeden bendeniz kukumav kuşunu Hızlı Gazeteci hakkında soru yağmuruna tutmuştu yol boyunca.

Bu duruma hayret eden rahmetli Kahveci, "görüyorsunuz ya genç kuşak size acaip hayran" diye gaz vermiş, ben de bu gazın etkisiyle soruları bitmek bilmeyen genç okurumu "bir gün yolun düşerse uğra, çayımı iç" diye gazeteye davet etmiştim.

Gel zaman git zaman, bu konuyu unuttum tabii. Genç okurum da hiç bir zaman gelmedi çaya. Yalnızca bir iki kez ortak tanıdıklar aracılığıyla yolladığı selâmını aldım. Meğer o da benim gibi kedi delisiymiş, şimdi artık o da gazeteciymiş, derginin birinde çalışıyormuş, falanmış filânmış…

Konuyu gene dağıttık. Ben aslında internet hakkında konuşacaktım…

Yani, bu siteyi yapmakla fena etmedim galiba. Yıllardır görmediğim, izini kaybettiğim insanlardan mailler geliyor.

Bakalım sahil yolunda bana vakit ayırmak istemeyen değerli köşe yazarımız da "hadi yemeğe gidelim" diye mail atacak mı?

Haa, bir de "ben de Hindistan'a gittim" diye mailler geliyor, mutlu oluyorum. Doğrusu ben bu Hindistan'a bir Ahmet Utlu, bir de Orhan Kural gitti sanıyordum. Meğer oralara sponsorsuz, kamerasız, bacakları cepli pantalonsuz gidenler de varmış.

Bu gelen maillerden bir tanesinin başlığı dikkatimi celbetti. Şöyleydi başlık:

"Otostopçu kız büyüdü."

Haa, bu kız da otostopla gitmiş olmalı.

Yoo, meğer öyle değilmiş, bu bayan, Adnan Kahveci'nin arabasına otostop çeken ve kafamdaki kavuğa rağmen bendeniz ağaçkakan kuşunu tanıyan genç okurummuş. Dahası, iki kez Hindistan'a gitmiş, bugünlerde üçüncü kez gidecekmiş, on yıl önceki çay içme teklifim hâlâ geçerliyse buluşmak, belki rota hakkında biraz sohbet etmek istermiş.

Aaaa, ne demek, bayılırım. Fakat benim bir sorunum var, dört duvar arasında sıkıştım, bilgisayar ekranına yapıştım kaldım, altı aydır sokağa çıktığım yok, oturduğum iskemle mabadımın şeklini aldı desem yeridir.

Sokağa çıkmak için iyi bahane. Sahilde yürürüz. İşsiz birini görürsek görmezlikten geliriz.

Ama o gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu, genç okurumu oturacak ikinci bir iskemlenin sığmadığı minik odamda konuk ettim. İki çaydanlık dolusu çay içtik.

Çok sevimli, konuşkan, cin gibi bir genç kadın. Dahası, onun ilk Hindistan seyahatinden döndükten sonra yazdığı yazıyı lüks kâğıtlı bir dergide okumuş ve imrenmiş olduğumu fark ettim. Havadan sudan, Hindistan'dan ve daha birçok şeyden söz ettik, Nimet Hanım (valde) çay ve pasta servisi yaptı.

Sohbetin bir yerinde Ebru (otostopçu kız) öğrencilik yıllarından ve kadın milletinin pisliğinden falan söz ederken heyecanla sözünü kesip "evet yaa, geçenlerde o konuda bir yazı okudum, şahaneydi, tam da bundan bahsediyordu" diye atıldım.

- "Kadınlar Tuvaleti yazısından söz etmiyor musun? Onu ben yazdım" dedi gayet sakin.

- "Şaka yapıyorsun" dedim.

- "Yooo" dedi, "Ebru Gürsoy benim sürü sepet takma adımdan biri, çalıştığım gazete ve dergilerin dışında bir yere yazınca takma ad kullanıyorum, Gürsoy annemin kızlık soyadı" .

İnanasım gelmiyor. Yahu bu yazı benim bugüne kadar hırs yaptığım tek şey. Önümdeki kirli peçetede o yazının linki olabileceğini tahmin ettiğim rakamlar harfler duruyor.

Başka ayrıntılar da anlattı Ebru ve bu yazıyı sahiden de onun yazdığına ikna oldum. Zaten konuşma tarzı tam da o yazıdaki gibiydi.

Dedim ya, benim hayatımın senaryosunu bir mizah yazarı yazmış, başka türlü olmasına imkân ihtimal yok. Çünkü ben hiç evden çıkmam ama kırk yılda bir süt almak için bakkala gitsem, yolda olmayacak şeylere tanık olur, yıllardır görmediğim insanlarla burun buruna gelirim. Hiç televizyon açmam ama kırk yılda bir kez açacak olsam, o anda yüzyılın olayı cereyan eder canlı yayında. On yıl sonra bir okurum evime ziyarete gelir ve o kişi haftalardır fellik fellik bulmaya ulaşmaya çabaladığım kişinin ta kendisidir.

(Madem bu günlerde yukarıdaki ak sakallı benim isteklerime karşı duyarlı, şu güzeller güzeli Angelina Jolie niye beni hâlâ aramıyor?)

Sonuç olarak, oradaki sitenin belini sakatlamış olan meçhul webmasterine buradan sesleniyorum:

Geçmiş olsun birader. Email'ime cevap vermene gerek kalmadı. Ben o yazının yazarını buldum ve ondan özel izin kopardım. Yok senin sitene link-mink, ben Türk'üm, kanımda talan var, Ebru'nun yazısını aynen aldım ve kendi siteme koydum. Tekrar geçmiş olsun. Bir isteğin olursa çekinme söyle.

Sevgili Adnan Kahveci, sana da allah gani gani rahmet eylesin, mekânın cennet olsun. Sayende okurlarım Kadınlar Tuvaleti yazısını okuyabilecek. Seni ve benzersiz kişiliğini inan ki çok özlüyorum. Çıkmadı hâlâ ikinci bir Adnan Kahveci.

Sevgili Ebru, umarım Hindistan'dan, alnının ortasında kırmızı boya ve çantanda sandal ağacından tütsülerle sağ salim döner, aynı güzellikte yeni yazılar yazarsın.

Sevgili okurum. Eh artık sen de bir zahmet, o yazıyı okuyuver. Görüyorsun ya Allah baba senin bu yazıyı okuman için nasıl tesadüfler yarattı.

Sevgili koca popolu feminist. İllâ sinirleneceksen bana değil Ebru'ya sinirlen. Ama bana sorarsan, sinirlenmek yerine acı gerçeği kabullen.

O acı gerçek şudur: Cennet vatanımızda feminizm o kadar özünden saptırılmış ve makul olmasını beceremeyen huysuz ve saldırgan kadın portreleriyle özdeşleşmiştir ki, ister istemez aklı başında her kadın salak ve kompleksli zannedilmemek için bu zümreyle arasına kalın bir set çekmek zorunda kalmıştır.

Vaziyet bundan ibarettir.

Haa, bir de televizyon kameraları önünde öne atılıp çemkirerek belediye zabıtası tokatlayan makyajı akmış, gözleri yuvalarından fırlamış geçkin bayanların yarattığı şiddet ve karşı-şiddet ortamı var ki, insanın "Allah sokaklardaki aç-açık bütün kuyruklu evliyaları menopozlu hayvansever bayanların şerrinden korusun" diyeceği geliyor.

Şimdi ben bunları söyledim ya, saçları itinayla taranmış, ıskarpinleri gıcır gıcır boyalı bir takım kart zamparalar beni "kadın düşmanı" olmakla suçlar.

Yok, daha neler…

* * *

Konuyla ilgili yazı: Kadınlar Tuvaleti →

Yorumlar

Muhteşem, muhteşem, muhteşem. Yazılarınız beni okurken gülümsetiyor, sanki sizinle karşılıklı konuşuyoruz. Müthişsiniz hocam. Söylicek söz bulamıyorum, yazılarınızın devamını bekliyorum.

Melahat Erdoğan - 20 Nisan 2011 (11:28)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

100
Derkenar'da     Google'da   ARA