Patronsuz Medya

Savulun! "Huysuz" geliyor!

Necdet Şen - 30 Temmuz 2002  


"Yahu meğer şeker gibi adammışsın! Halbuki senin için huysuz demişlerdi!"

Gitgide artan bir sıklıkta işitmeye başlıyorum bu yorumu ve her ne kadar etrafımdakilere pek renk vermiyorsam da güceniyorum.

Çünkü biliyorum ki, bu peşin yargı beni mezara kadar takip edecek. Muhtemelen öldüğümde bile ardımdan içinde şu ya da bu şekilde huysuz kelimesinin geçtiği yorumlar, yakıştırmalar yapılacak.

Bir lânet gibi yakama yapışmış olan bu iftiradan aklanmaya ne belâgatim yeter ne de etrafıma yaydığım olumlu titreşimler. Biliyorum çünkü, istersen dünyanın en kuvvetli nefesine sahip ol, sözünün kötü bir söylentiden daha hızlı yayılma şansı yoktur.

* * *

Huysuz muyum peki?

Olsam kaç yazar? Hem ne olacak ki, "öyleyim" desem de aynı kapıya çıkar, "değilim" desem de. Herkes neye inanmak istiyorsa o niyetle yorumlar. Hayatın kolayına kaçan insan için hayatı oya gibi işleyen kişi huysuzdur. Dangalak için kendi bönlüğüne gösterilen her tepki huysuzluk sayılabilir. Yüzleşmek yerine görmezlikten gelmeyi, dik durmak yerine mum alevî gibi kıvırmayı, doğrunun bedeli her neyse ödemek yerine yalana sığınmayı, "kazançlı" çıkmak adına adileşmeyi, yalnız kalmamak için kim güçlüyse onun dümen suyuna girmeyi, dışlanmamak için kliklere biat etmeyi seçen kişi için bunları yapmayan adam tekinsiz huysuz adamdır. Maçayı kollamak, hatta safdışı etmek, püskürtmek, cemaatin dışına kusmak gerekir öylesini.

Tut ki ben huysuzum; peki, soruyorum, o "iyi huylu" yazar-çizer-domalır bozuntularına; nerede ev ödevleriniz? Çıkartın görelim marifetlerinizi; neden Hızlı Gazeteci ayarında bir sabır ve emek hulâsası yok dosyanızda?

Sakın haset olmasın bu kişileri gıyabımda söyleten?

Hem huysuzluk neyin açıklaması? Bir insan sahiden de aksi ve huysuz biri olabilir, ama yine de temel mevzularda munis olana göre çok daha onurlu biri de olabilir.

Olmayabilir de. Neyi açıklar ki "huysuz" sıfatı? Arkasından çekiştirilen kişinin karşısında süngümüzün düştüğünü, varlık gösteremediğimizi, diş bilediğimizi itiraf etmekten başka?

Tut ki çekiştirdiğin adam huysuz ve sana kaş çattı, vıdı vıdı etti. Neden pıstın o zaman? Neden dik durmadın? Yok, pısmadın da karşılık verdinse, niye sen değilsin de o huysuz? Yoksa bu işin sırrı, senin arkadan konuşan, onun susan kişi oluşunda mı gizli? Yoksa sen beğenilme yarışındaki mağlubiyetinin intikamını mı alıyorsun arkasından toz yuttuğun insana böyle kulplar takarak? Yoksa sen iki yüzlüsün de onun dolaysızlığı mı karalayarak mundar etmeye çalıştığın?

Nesin sen? Melek misin? Evliya mısın? Tekâmül ettin, "oldun" mu? Kim verdi sana başkasının arkasından, "haa o mu, huysuzun tekidir" diye dedikodu yapma hakkını? Psikiyatr mısın? Filozof musun? Yargıç mısın? Nesin?

Niye kara çalıyorsun? Düşmanlığının nedeni ne?

* * *

Bu da benim lânetim

Hayatım boyunca kara bir yazgı gibi taşıdım bu "huysuz" damgasını. Yıllar geçtikçe daha da sık karşılaşmaya başladım insanlara benden önce ulaşan bu iftirayla ve yıllar boyu bu Allah'ın cezası yaftayı boynumdan atmak için had safhada tavizkâr davrandım onlara karşı. Üç kuruşluk sürüngenlerin beni üzmelerine izin verdim.

O insanların sonsuz zırvalama hakkı vardı; ama ben zırvaya ilk itirazımda "amma da huysuzsun" damgasını yiyordum bir kez daha.

Galiba o insanlar "en garantili temize çıkma yolu olarak, temizi lekeleme" taktiğini el yordamıyla bulmuşlardı ve ense kökümüzdeki "dürüst ol" buyruğu onları pek fazla bağlamıyordu.

Her seferinde beni neyle suçladıklarını sordum bu molozlara. Kaçamak yanıtlar verdiler. Bir insanı çok hassas olduğu, tahmin edemeyecekleri kadar uzun zaman kafa patlattığı konuda bir çırpıda mahkûm edip, gerekçeli kararı yüzüne okumaya gerek duymayacak kadar özensizdiler. Ve kaypaktılar.

Oysa iddia ettikleri gibi "huysuz" olsaydım, onların berbat yanlarına dair suratlarına haykırmam gereken, ama yaralayıcı olmamak adına kursağımda tuttuğum o kadar çok gözlemim vardı ki… Nasıl ateşle oynadıklarının farkına bile varamadılar. Çocukça bir kolaycılıkla, üzerinde kafa patlatmaya üşendikleri, anlayamadıkları ya da derinine inebilecek çapta olmadıkları her konuda, tanımlamaya kifayetsiz kaldıkları her ayrıntıyı "huysuzluk" diye damgaladılar. Öfkeye kapılırsa ruhlarında çok derin ve tamiri zor oyuklar açabilecek olan ama bunu kullanmaktan kaçınan birine körlemesine saldırmaktan kaçınmadılar, ne yaptıklarına pek aymadan.

Birilerinin sahtelikleri hamlıkları ne zaman ortaya çıksa, arkamdan "huysuzun teki" dedikoduları yayıldı. Hakkımda uydurulmuş öyle abuk sabuk hikâyeler dinledim -ve okudum- ki, apıştım kaldım. O mikropların düşmansı enerjilerine akıl erdiremedim.

Katmerlenmiş suçluluk duygularının peşin savunması gibi algılamaya başladım zamanla bunu.

Şahsıma yönelik hoyratlıklarda çoğu zaman dilime ket vurdum. Ne zaman onlara "Siz çapsızsınız, kolaycısınız, dilinize doladığınız sözcüklerin inceliklerine hakim değilsiniz, düşünme hızınız sınırlı, bir sürü teferruatı birbirinden ayırabilecek incelikte olmadığınız, isteseniz de olamadığınız için, özünde benzeşmeyen durumları ezberinizden çektiğiniz üç beş ucuz sıfatla genelliyor, rahatlıyorsunuz. Sizin bu kadar az sözcükle konuşuyor oluşunuz, dilin yetersiz oluşundan değil, sizin o dili kavrayamayışınızdan, kofluğunuzdan, meraksızlığınızdan, " demek istesem, onun yerine nasıl olsa bunu da anlayamazlar dedim ve yine sustum.

Söylemediklerim, söylediklerimden kat be kat fazlaydı.

Gerçek şuydu ki, o "olağan" insanlarla aynı koridorları, aynı odaları, aynı sokakları paylaşıyordum ve uzlaşabileceğimiz bir orta nokta bulmak zorundaydık. Onları topyekûn zekî ve ince ruhlu yapamayacağıma göre, daha pratik davranmak ve kendi boyumu "bura" ölçülerine uyarlamak zorundaydım. Onlara yeterince vakıf olamadıkları dilin inceliklerini anlatmaya kalksam, nasıl olsa o da huysuzluğuma verilecekti. Ben de çaresiz, onlarla kendi vehmedilmiş, yakıştırılmış huysuzluğum bazında buluşup, uzlaşabildiğim kadar uzlaştım.

Uzlaşmaktan yorulduğum noktada da tereddütsüz çektim çizgiyi üzerlerine; bir daha ne semtlerine uğradım, ne de bir şans verdim yeniden arkadaş olmak için.

O pek beğendikleri çizgi roman kahramanının resmedilmiş huysuzluğunun kendi kavrama zaafiyetlerinin öyküleşip kendilerine gündüz rüyası olarak döndüğünü anlayabilecek çapta değildi çoğu. Nasıl ki o anti-kahramanın kaba saba tipinin, konuşma balonlarına yazılmış incelikli cümlelerle çekiciliğe dönüştüğünü çoğunun anlayamayıp, o cümleleri yazan, o yüz ifadelerini çizen adama "Hızlı Gazeteci sizin olmak istediğiniz kişi mi?" diye sorması gibi…

Şirinlik muskası gibi dolandım uzunca bir süre ortalıkta. Nietszche'nin de buyurduğu veçhile, "onlara katlanabilmek adına kendimi yanlış anlamaya" hazırdım.

Ne çok terbiyesizliği sezgilerimle algılayıp bilincimle yok saydım. Hoyratlığa göğüs gerdim. Ne çok kabalığın, küstahlığın, hazımsızlığın, şirretliğin üzerimden kum fırtınası gibi geçip gitmesine direndim, o lânet olasıca haksız yargıyı bir kez daha işitmemek için. Ne çok öküzlüğe katlandım.

Onlar çoğunluktaydı ve kendi aralarında öküzce de denebilecek ilkel bir dille konuşuyorlardı.

Ve ben öteki idim zincirden boşanmış korkularıyla birbirlerine sokularak ve dışarıda kalana "boyalı kuş" muamelesi yapan sürü insanlarının gözünde. Onların boyun eğdiği düzene ve o düzenin dayattığı küspeleşme illetine rest çekebilme cüretini gösterebilene takacak başka kulpları yoktu.

"Ben iki yüzlü, sahtekâr, zavallı, küçük biriyim" diyemeyen herkes, "o huysuz" deme kolaycılığına saptı.

Şunu söyleyebilirim artık onlara:

Eğer seçim yapmak zorunda kalsaydım ve ola ki huysuzluk olsaydı bu yüzsüzlüğün karşıtı, gönül rahatlığıyla huysuzluğu seçerdim.

Ama biliyorum ki, ben aslında o zannettikleri kişi değilim. Bu sıfat sadece ve sadece bu kulpu takanların çapını tescil eden bir mezuniyet belgesi.

* * *

Son söz

Sen, bugüne değin muhtemelen benimle hiç karşılaşmamış, ama hakkımda şehir efsanelerinin bir kısmından -belki- haberdar olan yol arkadaşım; okurum…

Sen, bilgiyi kaynağından araştıran, kolaya sapmayan, klişelere sığınmayan hakikat arayıcısı.

Bil ki ne zaman adım geçse "haa o mu, huysuzun tekidir" diyen o fesat solucanlara şunu sorabilirsin?

- "Ne gibi aşağılık bir halinle yakalandın ona? Ne gibi bir temize çıkma ihtiyacı içindesin? Ne tarz bir peşin savunma bu? Niçin çelme takmaya çalışıyorsun? Neden olduğundan daha da yalnızlaştırmak için her yönden kuşatmaya çalışıyorsun?"

Bunca pisliğin, bunca özensizliğin, bunca kirlenmenin ortasında ola ki huysuz olsam da pek fazla dert etmezdim. Derdim ki onlara: "Tek kusurum da bu olsun". Ama artık taç gibi asa gibi taşıdığım bu yalnızlığımın ortasında biliyorum ki ben masumum ve o çürümüş cesetlerle aynı havayı solumaktan vazgeçeli çok oldu.

Artık öğrendim; onlar birbirlerini şu sefil parolayla tanıyorlar:

- "Haa o mu? O bizden biri değil!"

Yorumlar

Merhaba Necdet Şen, şu huysuzluk mevzuuna takıldım da. Bence kimin ne dediği o kadar da umurunuzda olmasın, çünkü o zaman insan işin içinden gerçekten çıkamıyor. Önemli olan tek şey sanırım içimizdeki sesin bize ne dediği.

Hem beni tanımayan bir insan benim için huysuz derse eğer bu beni niye üzsün ki? (Aslına bakarsan, en çok o üzer; çünkü ortalıkta kol gezen berbat bir dogmatizme ve sürü ruhuna işaret eder ki, en çok ona kahrolurum.) O onun ön yargısından ibarettir, gerçeği yansıtmaz.

Ne olur, öyle kişilerin sizin hakkınızdaki o muhteşem (!) yorumları sizi üzmesin. Aslında kendileri kaybediyorlar farkında bile değiller. Düşünsenize her geçen gün kalp ağırlıkları biraz daha çoğalıyor. BOŞVERİN…

Hem hiç de huysuz değilsiniz, hatta çok sempatiksiniz…

Seda Kabadayı - 1 Ağustos 2002 (14.00)

Merhaba Necdet Ağbi, ne zamandır size mail atmıyordum. Dün atacaktım aslında "Necdet Ağbi niye yazmıyorsunuz?" diye, bu sabah gördüm yazınızı.

Geçen gün Doğan Hızlan'ın programını seyrettim, güzel hoştu da çok kısa sürdü. Hızlı'dan ve diğerlerinden haberi olmayan izleyicinin aklında pek bi şey kaldığını zannetmiyorum.

Programla ilgili benim çok güldüğüm bi şeyi anlatmak istiyorum izninizle.

Şu an ben yaz okulundayım, Ankara'da 2 arkadaşın evini şereflendiriyorum…

Neyse dergiden öğrendim programın adını zamanını, ama benim kaldığım evde cnn türk yok diye cnn türk'ü olan başka bir arkadaşımın evine gittim.

Programın 5. dakikalarında falan Brave Heart'daki savaş öncesi sahne geldi aklıma. Ordu çok işittiği Wiliam Wallace'ı kanlı canlı ilk kez görüyor ve sesini duyuyor. Sonra birkaç İskoç bağırıyor:

- "William Wallace 5 metreymiş. Osururken dötünden şimşekler çıkarmış. Ok işlemezmiş…"

Aklıma bu geldi, sonra rahat bir 5 dakika gülmüşümdür her halde (evdekiler sordu tabii "niye gülüyosun, manyak mısın?" diye ama renk vermedim).

Şimdiye dek tüm kahramanlarım kitap üstündeydiler (Küçük Prens, Goldmund, Zorba, Don Kişot…) Siz benim bildiğim ilk kanlı canlı kahramansınız. Aslında kahraman demek uygun değil pek sanırım ama daha uygun bi kelime bulamadım (belki de "güzel insan" yazmalıydım). Sizin gibi insanlar maalesef pek az artık.

Umarım bana kızmamışsınızdır, yalakalık ya da yavşaklık olarak değerlendirmemişsinizdir; çünkü bunları ne zamandır size yazacaktım zaten ama fena haşlanmaktan çekiniyordum. Şimdi çekinmiyor muyum diye sorarsanız, evet ama herkesin bir çatlama sınırı var, içimde kalmasın dedim.

Çok uzattım, umarım haliniz keyfiniz yerindedir.

Sağlıcakla kalın. Sevgiler, Umutla…

Çağrı Coşkun - 3 Ağustos 2002 (16.00)

Kıraat ettiğim hafiften isot lezzeti de taşıyan bu güzel risale beş yıl önce neşredilmiş, yani biraz eski; ama İsa'nın 2000 yıl önce öldürülmüş olması beni bağlamaz, ben yeni duydum. Yani, iki satır sözüm var ve aşağıda yazıyorum (ve Risalenin Naşirine en derin muhabbetlerimi iletiyorum). Bu gazeteci, televizyoncu taifesi hakkında buradaki yazıları okuyup, bu sektörün ve "meta"larının iç yüzünü gördükçe adamlar gözüme "muhabbet tellâlı" gibi görünmeye başladı.

Bu huysuzluk tanımlaması uzun bir zaman benim de üstüme yapıştı. Önceleri bundan rahatsız oldum; ama sonraları insanların bu kelimeyle ne anlatmaya çalıştıklarını anladığımda hissettiğim şey büyük bir huzur oldu. Anladım ki bu insanlarla aramızdaki algılayış, anlayış ve ahlâk anlayışı farkları Kûh-i Keşişten bile büyük. Bu ilişkiler olsa olsa adama yük olur dedim ve çekiverdim kuyruğunu gitti. Böyle büyük farklılıkların olduğu yerde ne kadar kalender olursan ol, ne arkadaşlık, ne sohbet, ne de geyik muhabbeti oluyor. Kalenderlik belâsına yeteri kadar dik duramayınca bu insanları sanki sırtında taşıyormuşsun gibi bir ağırlık hissediyor insan halet-i ruhiyesinde.

Aslında, onları rahatsız eden şeyin özeti "bildiğimiz üç kuruşluk şeyin yanlış veya çok eksik olduğunu, çapsızlığımızı, güç ve iktidar açlığının gözümüzü kararttığını neden görüyorsun ve yüzümüze vuruyorsun"dan ibaret. Ahlaki ve vicdanî bir karar vermeleri gerektiğinde, bu insanlar ahlâki ve adil olanın değil, güc'ün ve iktidarın yanında yer alıyorlar.

Bu yüzdendir ki ister solcu, ister ulusalcı, ister anasının örekesi kılığında olsun bol miktarda Faşist üretiyor canım memleketim. Yerleşik yargılara, genel-geçer (kulaktan duyma) sığ bilgilere prim vermeyen, omurgasızlık hakkında aykırı lâflar eden, güç ve iktidar ilişkilerini ve onların nimetlerini reddeden; yani sürüye katılmayı reddeden adama huysuz dendiğini anlayalı epey zaman oldu.

Bu "huysuz"lar meczup muamelesi görse, hatta şifa niyetine günde üç posta kötek yese yeridir.

Kâmuran Kızlak - 13 Aralık 2007 (18:37)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

63
Derkenar'da     Google'da   ARA