Patronsuz Medya

Bu adamlar stüdyoda mı yatıp kalkıyor?

Necdet Şen - 23 Mart 2003  


Bıktım yahu her akşam aynı adamları görmekten! Hangi kanalı açsam aynı bildik yüzler, hep aynı sorular, hep aynı yanıtlar! On dakika sonra bir başka kanala geçiyorum, o ne, adamlardan bazıları şimdi de orada; yine dinleye dinleye ezberlediğimiz tabldot yorumlar!

Misyoner papazları gibi kanal kanal dolanıp, mahiyetini bilmediğimiz dünyevî bir tanrının buyruklarını tebliğ ediyorlar.

Hani radyonun ilk zamanlarında teknoloji cahili halk, cihazın içinde minik adamlar var, onlar konuşuyor sanırmış ya, bende de ona benzer bir tecessüs hali var mîrim; acaba bu insanlar televizyon stüdyolarında mı yatıp kalkıyor? Evlerine gidip, şöyle ayaklarını uzatıp televizyonsuz birkaç saat geçirmeye vakit bulabiliyorlar mı? Bir evleri, aileleri, kendilerine ait özel hayatları var mı? Varsa, onlarla da "sözümü kesme, sen konuşurken ben dinledim, şimdi de sen dinle!" diye mi konuşuyorlar?

Merakımı mucip olan, memleketin âlî menfaatleri konusunda düzenli olarak yüksek kanaatlerine başvurulan bu zat-ı muhteremlerin hangi sebebe binaen Meksika dizilerinin maaşlı aktörleri gibi kanal kanal dolandıklarıdır.

Ekranlarımıza şöyle bir göz gezdiren mevzuya yabancı birileri burayı bir köy, o zevatı da köyün ihtiyar heyeti sanır. Oysa biliyoruz ki, bu ülke orta büyüklükte bir ülke, bir sürü uzman, araştırmacı, profesör, doçent, vesaire var; ama her nasılsa her konuda bu bir düzine kadrolu tartışmacıdan başkasını göremiyoruz ekranlarda. Hazretlerin hepsi de her konunun uzmanı, hiç bir soruya "bilmem ki" diye cevap verdiklerine rastlamadım.

Şöyle düşünüyor olabilirler mi?

"Memleket elden gitmek üzere, tersanelerine girilmiş, hazinesi yağma edilmiş, ben yol göstermezsem bu hükümet bıyıkları kesilmiş kedi gibi sağa sola yalpalar, arabayı devirir alimallah!"

Acaba bunların kartvizitlerinde ne yazıyor? Uzman Televizyon Yorumcusu falan mı?

Gözlerimizin önünde saçlarına aklar düştü hepsinin. Bazıları saçlarını boyadı, bazıları perçem takviyesi yaptırdı. Diğerleri üşendi herhalde, konuşa konuşa karta kaçtılar.

Söz konusu olan, onların tipleri, dil sürçmeleri ya da bilgi düzeyleri değil tabii. Varsayalım ki hepsi de birer derya, sadece gazeteci oldukları halde ulusal savunmadan ekonomiye, dış politikadan antiterör yöntemlerine kadar bilmedikleri hiç bir konu yok. Peki ama insan gene de bıkmaz mı her akşam televizyon stüdyolarında, spot ışıkları altında, hep aynı sıkıcı ve birbirini dinlemeyen tiplerle çene yarıştırarak vakit geçirmekten?

Sanki orası bir kıraathane ve bizler de onları gözetliyoruz.

(Hımm, parlak fikir, eli çabuk arkadaşlar, hemen yarın sabah televizyon kanallarından birine böyle bir format götürün, havada kapılır. Yani, bir kahvehane dekoru içinde, memleketin necip köşe yazarları ve kerameti kendinden menkul uzmanları bir yandan şeş kapısını alırken diğer yandan Amerikan saldırganlığının bir sonraki kurbanının hangi yoksul ülke olacağını tartışıp, arada bir de birbirlerinin kafasında ıstaka, okey tahtası falan kırsalar ne biçim reyting olur valla! Haydi, erken kalkıp televizyona koşan programı yapar.)

* * *

Mini test: Kimdir bu adamların amcası dayısı?

Gazetelerin "köşe" yazarlarının memleketin ahval ve şeraitiyle ilgili her konuda ekranda ahkâm kesmeleri gerekir meailinde bir kural yürürlükteyse bilemiyorum. Benim bildiğim, bu ülkede halihazırda beşyüzün üzerinde "köşeli" yazar var; ama ekranda gördüklerimiz en fazla bir düzine kadar. Hani nerede gerisi? Onları niye göremiyoruz?

Bu durumda benim aklıma şu şıklar geliyor:

a) Diğer köşe yazarları ekrana çıkmaktan pek hoşlanmıyor ve çoğu zaman bu tarz teklifleri kibarca reddediyorlar.

b) Bu haber programlarını ya da açık oturumları düzenleyenlerle o programların daimî konukları arasında ahbap çavuş ilişkisi var. Kendi aralarında bir çeşit ekran eliti oluşturmuşlar.

c) Ekranda bu kişilerin bazılarının konuk edilmesi için buyruk "yüksek yerden" geliyor.

d) Diğer köşe yazarları televizyona çıktıklarında kanalın izlenme oranı düşüyor, ama bu kişiler çıkıp konuştuğunda her nasılsa ilgi tavana fırlıyor.

e) Hepsi.

f) Hiç biri.

* * *

Marka yazarlar

Dikkat ettiyseniz, doksanlı yıllardan itibaren gazetelerdeki köşe yazarları sütunlarının logolarının yanında sahne sanatçıları gibi pozlar verir oldular. Özene bezene çektirilmiş fotografları yazılarının üstünde gazino ilanları gibi belirmeye başladı. Gazete yönetimleri bir yandan haber merkezlerini tasfiye ederken, diğer yandan köşe yazarlarını parlatmaya, marka'ya dönüştürmeye başladılar.

Zamanla mevcut zevatın görüntü bakımından pek elverişli olmadığı fark edilince, gazete vitrinlerinde "müsait" bayanlar boy pos sergiler oldu. Akşamları genel yayın müdürünün metresi, gündüzleri köşe yazarı olan bazı hanım kızlar peydahlandı ortalıkta. Yazdıkları fındık kabuğunu dolduramayan -hatta bazen yazılarının başka birileri tarafından yazıldığı kulaklarımıza fısıldanan- matbuat meşhurları "yazar" sıfatıyla ortalıkta dolanıyor epeydir.

Sanırım gazeteciyi önce köşe yazarı yapıp sonra da cilalamak parlatmak ve "müşterisi olan" birer markaya dönüştürmek, televizyonun ardından nal toplama durumuna karşı bulunmuş pragmatik bir formül olarak göründü iş adamı genel yayın yönetmenlerine.

Bu eğilimin kokusunu alan bazı hırslı çocuklar "ne kadar şöhret o kadar köfte" şiarıyla etik metik gibi nafile konuları bir yana bırakıp kâh ana avrat söverek, kâh kuku muhabbetlerinin cılkını çıkararak hakikaten de hızla tırmandılar ikbal merdivenlerini. Dünkü stajyer muhabirlerin genel yayın yönetmenliğine zıplama ivmelerini gözlerimizle takip edebilmek ve kerametlerini sorgulamak da mümkün olamadı tabii.

Televizyonun ezici rekabetine karşı hayatta kalabilmek için bir önlem olarak düşünülüp uygulamaya konmuş olduğunu sandığımız bu manzara, yani "yazar"ların ünlü simalara dönüştürülmesi, döndü dolandı televizyon yönetimlerini de etkisi altına aldı. Artık onlar da ya kendi meşhurlarını yaratıp cilalıyor, ya da gazetelerin meşhurlarını ekrana buyur ediyorlar.

Ama burada sanırım kişisel ihtiraslar da devreye giriyor olmalı. "O çıktı ben niye geri kalayım?" duygusu ağır basıyordur belki. Doğrusunu isterseniz, bendeniz bu insanların -kendileri program yapıp sunmadıkça- ekranlara konuk olduğu için herhangi bir ücret talep ettiğini sanmıyorum. Bu televizyonların çoğunun stüdyoları kent dışında, Allah babanın isktir ettiği otoban kıyılarında olduğu göz önüne alınırsa, gün boyu o plaza binaları arasında seyyar satıcı gibi mekik dokumanın da pek cazip bir iş olmadığını düşünüyorum.

O zaman aklıma yine bazı şıklar geliyor.

* * *

İkinci mini test: Bu adamların derdi ne?

a) Bu kişiler orta yaş bunalımı içinde, canları sıkılıyor, yaşlanmanın getirdiği ruhsal çöküntüyle baş edebilmek için göz önünde olmak, ağzına baktırmak, yani mühimsendiklerini kendilerine kanıtlamak ve huzura kavuşmak için bu kadar ekran sevdalısı.

(Nitekim, unutulmayı, kenara itilmeyi hazmedemeyen birçok medya ünlüsünü zaman zaman yine ekranlardaki "nostaljik" programlarda en kırık-küskün-suçlayıcı halleriyle izlediğimiz oluyor. Yeni ünlülere ateş püskürüyorlar. Sanırım, bir kez ünlü olan kişi, bunu kendisine bahşedilmiş kalıcı bir hak olarak algılama eğilimi gösteriyor.

b) Çok sık ekranda göründükleri için sahiden de birçok seyirci onları magazin yıldızlarına duyulan hayranlığa benzer bir ilgiyle izliyor, belki onlara bazı ilginç kişilik özellikleri atfediyor ve artık tanıdığını sandığı bu klişe figürlerin hangi durumda ne diyeceği ya da ne zaman hiddetlenip ortalığı birbirine katacağı konusunda falan bahse tutuşup eğleniyorlar.

(Nitekim bendeniz Doğu Perinçek'i bir tartışma programında konuşmacı olarak gördüğümde, sırf eğlence olsun diye, "bakalım kaç dakika sonra şirretleşip işi küfüre dökecek?" diye bir süre ekrana bakıyorum.)

c) Ekranları parsellemiş olan bu kişiler aslında şöhreti meslek haline getirmişler ve bunun meyvasını topluyorlar. Yani, toplumu yönlendiren bir kanaat önderi olmayı başardıkları takdirde, en azından mevcut işlerini kaybetmeme ya da o işten atılırlarsa bir başka yerde kolayca iş bulabilme şanslarını korumuş ve yüksek ücretleri de garantilemiş oluyorlar.

(Nitekim, çalıştığım son gazeteden ayrıldığım sıralarda ünlü bir "sponsorcu" dostum bana "kendini unutturma, madem seni seviyorlar, geri dön, unutulursan bir daha zor iş bulursun" dediğini hatırlıyorum. Gerçekten de kendisinin reddetmediği, hatta bizzat talepkâr olduğu medya starlığının ona nasıl hızlı bir servet kazandırdığını gördüğümde ne demek istediğini daha net kavradım.)

d) Ekranlarda görünmek, yazarsanız kitaplarınızı, şarkıcıysanız kasetlerinizi sattırıyor, gazeteciyseniz imzanızın daha pahalı bir markaya dönüşmesine olanak sağlıyor. O nedenle, belki de bazı medya demirbaşları istemeyerek de olsa, oyunu kuralına göre oynamak gerektiğine inanıyor ve öyle davranıyor.

(Nitekim, her halükârda kim ekranda daha çok görünürse o kişi seyirciyi kendisine bağımlı kılıyor ve bu da televizyon yöneticilerinin ilk önce onları aramasına neden oluyor. Ki burada bir kez daha seyircinin (yani bizim) ahmaklığımız devreye giriyor ve beğensek de beğenmesek de ilgisiz kalamadığımız bu tulûat kıvamındaki tartışma programlarının hep aynı sıkıcı ve boş konuşan orta yaşlı adamlara mahkûm olmamıza yol açan kısır döngüyü besliyoruz.)

e) Düşünün ki, Başbakan'dan Genel Kurmay Başkanı'na kadar devletin zirvesindeki bir sürü kişi o sırada elinde uzaktan kumanda, günün yorgunluğunu atmak için ya da belki "dünyada neler oluyor, halkım neler düşünüyor?" diye merak ettiğinden televizyona bakıyor. Olağan koşullarda bu mühim kişilerden randevu alması, alsa bile kendini o kadar uzun süre dinletmesi şansı çok fazla olmayan herhangi bir köşe yazarı ya da ajans temsilcisi, kendisine bahşedilmiş bir ekranda Bal Mahmut kıvamındaki belâgatiyle "Türkiye'nin krizi nasıl aşması gerektiğini" anlatıyor.

Eh, düşünün bakalım, o oturumların yayınlandığı saatlerde Millî Güvenlik Kurulu üyeleri köşelerine çekilmiş kalın teorik kitaplar mı okuyordur, yoksa elinde zap tabancası, her evin baş köşesine kurulmuş olan formatlama cihazından Hüsnü Mahalli'yi ya da Mehmet Barlas'ı mı dinliyordur?

(İşte bu da 28 Şubat'ın nasıl da yapanın elinde patlayan amatör bir darbe olduğunun sıkı bir kanıtıdır efendiler! Apoletli toplum mühendisi Çevik Bir'in artık esamisi okunmuyor, ama Mahir Kaynak, Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand her akşam ekranda.)

Güç Oyunu'nda (güzel İngilizcemizde Power Game diyorlar) kim galip kim mağlup? Siz bu ülkeyi yönetmek isteseniz, maddî/manevî yatırımlarınızı hangi markalara yapardınız?

* * *

Siz hangi "yazar"ın tarafını tutuyorsunuz?

Yok valla! İki gözüm önüme aksın bu adamları zerre kadar kıskanıyorsam! Bu satırları size, bir zamanlar çalıştığı gazetelerin en üst yöneticileri tarafından Ankara'daki siyaseti izleyip yorumlaması istenmiş, bu tarz ahkâm programlarında arızî ya da daimî konu mankeni olması defalarca teklif edilmiş, ama her seferinde "fetva mercii olmak istemiyorum" gerekçesiyle o "ikbal"den imtina etmiş bir fanî yazıyor.

Bu bir tercihtir, ben bunu seçtim onlar diğerini. Onlara da benim gibilere de seçimlerimiz hayırlı uğurlu olsun. Bendeniz sadece kuytu ve huzurlu köşemde karınca kararınca durumu nasıl gördüğümü açıklamaya çalışıyorum.

Meraklısına. Sadece meraklısına.

Biliyorum ki, medya çalışanları arasında bu tarz tekliflerin üstüne atlamayan başka insanlar da var. Ama yine biliyorum ki, davetli olmadığı programlara bile türlü çeşitli ayak oyunlarıyla gidip oraya oturan ve her soruya konunun uzmanı gibi cevap yetiştiren, hatta soru sorulmadığı zamanlarda bile yırtık dondan fırlar gibi lâfa karışıp, yarının hacıyatmazlarından biri olmaya soyunan birçok insan var.

Çünkü onlar biliyorlar ki, seyircinin hafızası balık hafızasıdır ve ahlâkî sicil nasıl olursa olsun, inatla kapıları zorladı mı, de üç ya da beş vakit sonra o ekranların demirbaşlarından biri olarak toplumun (hatta yönetim elitinin) kanaatlerini belirleyebilme noktasında olabilir.

Peki niçin ister bazıları bunu?

Çünkü GÜÇ, bir zırhtır, parlak kumaştan bir kaftantır, çekici gösteren fiyakalı bir yeledir. Güç, refah içinde bir yaşantının da garantisidir; dahası, meraklısına tadına doyulmayan bir manevî tatmin sağlar, derinlerde kanayan gizli yaraları iyileştirir.

Güç, çoğunlukla onu en çok arzulayana ve peşinden koşana giden şımarık bir yosmadır.

* * *

Kısacası, şunu demek istiyorum… Bu durum bir Güç Oyunu'dur… Eeemmm… Yani…

A-aaaa! Nooluyor? Gözüm ekrana kaydı da…

Vayyy, bi dakka, televizyonda Nazlı Ilıcak'la Emin Çölaşan dalaşıyor! Vay canına! Bana müsaade çocuklar, bu kavgayı seyretmezsem olmaz.

Baybay! Bizden ayrılmayın! Bu akşam muhtelif kanallardayız!

Yarın akşam da! Ondan sonraki akşam da! Önümüzdeki hafta ve ondan sonraki haftalarda da… Mümkünse ilelebet…

Taa ki bizden daha lâfazan ve daha gözü kara bir velet arkadan yetişip oyuncağımızı elimizden alana dek…

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

215
Derkenar'da     Google'da   ARA