(Aşağıda anlatılanlar, "Ünlü yazar Filânca'dan İmza Günü ve Söyleşi" yazısında anlatmaya başladığım hikâyenin devamıdır. Okumayana önce o yazıdan başlamasını öneririm.)
* * *
Efendim, Susurluk diye bir memleket vardır Balıkesir vilâyetimizin hudutları içinde. Bu Susurluk ufak tefek şirin bir kasabamızdır. Daha ziyade ayranıyla bilinir. Hani şu Ankara-İstanbul yolu üzerindeki konaklama yerlerinde satılan bol köpüklü ayranıyla.
Bir özelliğiyle daha bilinir ama o özellik bu sohbetin kapsama alanına girmez.
Biz bir vakitler, işte bu Susurluk kazasına imza günü için davet edilmiş idik. Kalktık gittik arabalı vapurlara binip.
Bu Susurluk maceramızdan aklımda kalan ayrıntı da şudur ki, o zamanki belediye erkânı -herhalde- iyi niyetle düzenlemiş etmiş bu kültür sanat şenliklerini, ama her yanından sakalet akıyor. Ülkeyle yaşıt renksiz gazetenin ikinci sayfasına makale yazan en genci seksen sekiz yaşlarında birkaç mümtaz şahsiyet, ahiretliği de takmış koluna, kalkmış gelmiş İstanbul'dan taa oralara. Üç beş kişiye daha Kuvva-yı Milliye ruhunu ve dahilî/haricî bedhahları anlatsın da memleket kurtulsun diye.
Lâkin adamcağızlara kasaba parkında öyle kuytu bir yer ayarlanmış ki, dinleyen yok. Herkes parkın diğer ucundaki demirden kutunun içindeki televizyonda oynayan Kemal Sunal filmini seyrediyor. Bu zavallılar da etraflarındaki üç-dört tanıdığa videonun sesinin yanında davulcu yellenmesi gibi kalan cılız ihtiyar sesleriyle Üsteğmen Kubilây'ı falan anlatmaya çalışıyor.
Devletin resmî ideolojisi olan Kemalizm'e günahım kadar sempati duymam ama o gün orada bu adamlara bu eziyeti yapan taşralı zihniyete içimden dışımdan hayli veryansın ettim.
Gece oldu. Hemen oracıktaki bir meyhanede bir şeyler atıştırıyoruz. Az ötedeki bir masada da belediye encümeni midir, şehremaneti hıfzısıhha dairesi midir, neyse o, kasabanın muhterem zevatı, bir de Oral Çalışlar ve ailesi… Bir ara garson geldi, "belediye sayın bilmem nesi falanca Bey sizi de masasına çağrıyor" dedi.
Kuruyası huyum gene devreye girdi o an. Zaten gün boyunca bir sürü şey görmüş kıl olmuştum. O gazla "Sen git o efendilere söyle, biz konsomatris değiliz!" deyiverdim. Ama öfkem geçmedi, ne dediğimi anlayamadan tepemde dikilmeyi sürdüren garsona daha da gürledim:
"O beyler bizimle yemek yemek istiyorlarsa, kalksın gelsin! Yakasını mı ilikleyecek, ne yapacak, misafire nasıl hürmet edilirse o biçimde gelsin, kibarca rica etsin. İkna olursak belki şereflendiririz masalarını. Bir buçuk porsiyon çöp şişe tav olacak kadar aç değiliz. Yediğimiz şeyin parasını ödeyebilecek durumdayız."
O öfkeyle davete icabet etmiş olan Oral'a nasıl haksızlık ettiğimi akıl edemedim tabii. Gitmedim masaya.
Epey sonra, içlerine dert olmuş -ya da kafalarına dank etmiş- olacak ki, masadaki kravatlı beylerden biri kalktı geldi ve aynen tarif ettiğim gibi saygılı bir tavırla "aralarına katılırsak çok memnun olacaklarını" falan söyledi.
Eh, eşek değiliz, yani o kadar eşek değiliz, böyle söylenince daha fazla inat etmedim, kalktık gittik.
Belli ki niyetleri halisane, yalnız, serde taşralılık var, biraz yol yordam bilmeme falan, onu tamir etme derdindeler. Kafalar da hafiften kıyak tabii. Onlarınki yani. Bendeniz dikenli tel, zaten içsem bile her zamankinden daha sivri dilli olmama imkân olmadığından, fark eden bir şey olmazdı zaten.
Hoş beş ve tanıştırılma faslından sonra, yanımda oturan bir şahıs, kaşındı mı desem, boş mu bulundu, "elimizden gelenin en iyisini yapmak isteriz necdet bey, burada gözlemlediğiniz aksaklıklara yönelik eleştirilerinizi öğrenmek isteriz" diye bir inci yumurtlayıverdi.
Güldüm, suskun kalmaya çabaladım. Kıravatlı şahıs ısrar etti.
"Eleştirilerimi duymak istemezsiniz, " dedim.
"Gerçekten bilmek, hatamız varsa tekrarlamamak isteriz, " diye yanıtladı.
Tekrar "duymak istemezsiniz" dedim, "sizin ihtiyacınız, aslında eleştirilecek hiç bir şey olmadığını tasdik ettirmek."
Adam ısrarlı, "yok, illâ da dinlemek isteriz" diyor. Tamam, iyi niyetli, ama mübarek alkol de şişede durduğu gibi durmuyor ki! Kimini saldırgan, kimini hassas, necdet'i de daha fazla necdet yapıyor. Orada bana düşen, tabii ki uyumlu ve usulüne uygun konuşan biri olmak, ama yapamadım, necdetliğim galebe çaldı.
Yüz metre kadar ötede bir yazlık sinemada İlhan İrem konseri var, bangır bangır müzik sesi geliyor.
Sordum: "İlhan İrem'e kaç para ödediniz bu konser için?"
Utanarak "iki milyon lira" dedi.
Ölçü olsun diye söyleyeyim, o sıralarda bu para benim altı aylık kazancım.
"Peki" dedim, " Bahri Savcı'ya kaç para ödediniz?"
Tıssss…
"Oral Çalışlar'a kaç para ödediniz?"
Tıssss…
Oral atıldı hemen: "Estağfurullah! Ben para mara istemem!"
"Biliyorum Oral" dedim, "istemezsin. Hatta cebindekini de son kuruşuna kadar harcarsın dağarcığındakileri insanlara aktarabilmek için. Ben de öyle yaparım. Zaten kısıtlı bütçelerimizden fedakârlıklar yaparak geliyoruz taa buralara kadar. Sırf okurlarımızla tanışalım diye. Biz romantik bir kuşağız. Para almak şöyle dursun, canımızı ortaya koyarız. Ama şu var ki, şarkıcıya gözünü kırpmadan iki milyon lirayı bastırabilen kafa, aydın ya da yazar-çizer söz konusu olunca bir buçuk porsiyon çöp şiş yeter de artar diye düşünüyor. Öyle baktığı için de İlhan İrem'e stadyum tahsis ederken Bahri Savcı'yı kasaba parkında Kemal Sunal filmi seyredenlerin arasında kırık iskemleye oturtuyor. Sen bu manevî protokole itiraz etmeyebilirsin, ama ben ediyorum."
Masada sessizlik oldu. Yapmıştım gene yapacağımı. İnsanların en kaşınmaması gereken noktasını -suçluluk duygularını- kaşımış, öyle piç gibi bırakmıştım ortada.
Şimdiki kafamla düşünüyorum da, Kuvva-yı Milliyeci takıntılarını saymazsak, İlhan İrem de gayet değerli bir sanatçısıdır bu ülkenin. Örnek o olmamalıydı. Tesadüfen, o akşam orada onun konseri vardı. Cümle onun üzerinden kuruldu.
* * *
Ertesi gün, Susurluk'tan ayrılmadan önce, kasaba pazarını dolaştık. Baktım, bir tezgâhta boy boy inek çanları. Çok hoşuma gitti, her boydan birer ikişer seçtim aldım. Satıcı çok şeker bir adamdı.
- "Geçen hafta senin gibi bir İstanbullu Bey daha geldi, o da aldı bunlardan; dayanamadım sordum, beyim, senin ineğin danan yoktur, ne yapacaksın bu çanları diye; o da ben dekoratörüm, süs olarak kullanacam dedi. Bak, o nedenle sana sormuyorum artık."
Birlikte güldük.
Peronda trenimizi beklerken, kan ter içinde şişman bir adam geldi yanımıza. Belediye başkanıymış. Akşamki konuşmam kendisine aktarılınca çok duygulanmış, kumanya düzdürmüş hepimiz için. Poşetlere doldurulmuş peynir ve sucuklar ellerimize tutuşturuldu. Ardından devrimcilik ve halkçılık üstüne heyecanlı bir söylev dinledik ve koştura koştura uzaklaştı yine sayın başkan.
Kumanyayı daha fazla ayıp etmeyelim diye aldık, ama yiyesim gelmedi. İstanbul'da sokak kedilerine ikram ettim. Peynirin ucundan gevelediler azıcık, sucuğa dönüp bakmadılar bile. Küflendi -utanarak söylüyorum- çöpe attık.
Ama pazardan aldığım o çanlar gerçekten de çok işe yaradı. O zamanlar oturduğum Yeldeğirmeni'ndeki evde kapı zili arıza yapınca -bina çok eskiydi, tüm tesisatın değişmesi gerekiyordu- o çanların ucuna ip bağlayıp kapı zili olarak kullandım.
İkinci kullanışım daha anlamlı oldu. Feneryolu'ndaki teras katında terastaki bahçeme asmıştım onları rüzgârda çangırdasın diye. Ağırdılar, ne çangırdadılar ne çıngırdadılar. Ama ben, bilâhare, Beş Dakika Karanlık eylemleri nedeniyle her akşam yapılan "yak-söndür tantana-yap" festivalinde Susurluktan aldığım o çanlarla protesto ettim Susurluk Çetesi'ni.
"Çete" dedim de aklıma geldi. Bir sonraki durağımız olan Bandırma'da tanıştığım birileri kendi kendilerine "Festival Mafyası" diye takılıyorlardı. Sosyal Demokrat aromalı Kemalist belediyeler tarafından davet edildikleri festivallerin gözdeleri oldukları için bulmuşlardı kendilerine bu adı.
Gerçekten de böyle bir -mafya demek abartılı olur- hizipleşmeden söz edilebilir. İster sağda olsun ister solda, bir tarafa yamanmanın sıkı fıkı olmanın avantajları vardır; en azından tatil işini bedavaya getirmek açısından.
* * *
Bandırma ilçemiz, Balıkesir ilimize bağlı şirin bir belde olup, bir zamanlar festivalleriyle pek gündemdeydi. Günün birinde bu kulunuzu da davet etmişlerdi. Susurluk'tan daha önce.
Daveti yapan arkadaş, oradaki bir kitabevinin sahibiydi. Bendenizi özel konuğu olarak ağırlamak istiyordu. Neden bilmem, belki iyi niyetten belki ahmaklığımdan, "memnuniyetle gelirim ama isterseniz siz bu daveti Karikatürcüler Derneği üzerinden yapın, onları çiğnememiş olalım" dedim.
Adı Rahmi olan bu kitapçı arkadaş biraz itirazdan sonra mecburen "peki" dedi.
Ama aradan geçen bir hafta içinde dernekten arayan soran olmadı, ben de unuttum gitti konuyu.
Bir hafta sonra Rahmi tekrar aradı. Öfkeliydi. "necdet arkadaş" dedi, "bunlar hepten kafayı yemiş!"
Ben sormadan bir çırpıda anlattı.
Karikatürcüler Derneği'ndeki zevata "ben necdet şen'i konuk olarak ağırlamak istiyorum, bu isteğimi ona iletir misiniz?" diye sorduğunda, "boşver necdet şen'i, biz sana başka karikatüristler gönderelim" demişler. "Onlar kim?" diye sorma ey okur, tabii ki kendileri. Sadece kendileri olsa iyi, karıları, çocukları, yedi sülâleleri.
Aslında bu Karikatürcüler Derneği bir başka uzun yazıya konu olacak türden nev-î şahsına münhasır bir mevzu olup, uzun yıllardan beri kim olduğu, karikatür çizip çizmediği, çiziyorsa en son kaç yıl önce ve hangi yayın organında çizdiği kendileri ve yakın aile efradı dışında pek kimse tarafından bilinmeyen, ama yıl sonlarında yapılan dernek kongrelerine aksatmadan katılan, zaten o gün kongreye katılan bir avuç kişi oldukları için de rotasyonla yönetime giren, hatta bu yöneticilikleri kapmak için birbirlerine giren bir açıkgöz güruh tarafından ele geçirilmiş olup, derneğin adı ve derneğe sağlanan olanaklar onlar için lokum gibi bir rant kapısıdır. Herkesi, hükümeti, hatta ABD politikasını bile tozutarak eleştiren karikatüristlerin, üç beş açıkgözün arpalığı haline gelmiş olan kendi derneklerine karşı bu kadar ilgisiz, bıkkın ve suskun kalmaları da tam anlamıyla karikatürlük bir meseledir. Biz bunu başka yazıya saklayıp esas konumuza dönelim.
Rahmi anlatıyor: Festival komitesindeki -kim olduğunu söylemek istemediği- birileri bana, Oral Çalışlar'a ve Cemal Süreya'ya itiraz etmiş. Diğerlerini veto etme gerekçelerini bilemiyorum ama beni veto etme gerekçeleri, oraya davetli olan hanımefendi yazarlardan biriyle bir zamanlar aramızda geçmiş bir gönül ilişkisi imiş. Bizi orada karşılaştırmak istememişler.
Buyur burdan yak! Tamam, kız oğlan kız değilim. Geçmişte elime üftade eli değdiği de olmuştur diyeyim. Hatta bazılarının adlarını yüzlerini unutmuş olma ihtimalim bile vardır. Ama daha bunamadık kardeşim, o sırada otuz üç bile değil yaşımız. Hem o zamanlar şimdiki gibi akşam barda genel yayın müdürüyle "tanışıp" ertesi sabah "yazar" uyanan kevaşeler bu kadar çok değil ve benim de öyle birileriyle muaşaka yapmışlığım vakî değil. Bu da nereden çıktı şimdi?
Düşünüyorum düşünüyorum çıkamıyorum işin içinden. Sordum "kimmiş bu kadın yazar" diye. Rahmi "ben de bilmiyorum, ama festivale davetli olan bayan yazarlar şu şu şu" diye tek tek saydı. Daha da karıştı kafam. Çünkü o yazar hanımlardan bir tek rahmetli Tomris Uyar'ı daha çocuk sayıldığım yıllarda görmüş konuşmuşluğum var. O da annem yaşında o sıralar. Diğerleri babaannemden de yaşlı.
Ve ne alâka kardeşim? Varsayalım ki bu hakirin vaktiyle Kerime Nadir hanımefendiyle gayet içli, ihtilâçlı, hicranlı, hissî bir münasebeti oldu, diyelim ki kader ağlarını ördü ve rüzgâr bu iki aşığı hazan yelleri gibi savurdu falan filân… Bu artık hiç bir platformda karşılaşamayacağız demek değil ya! Hasbinallah ki o kadar olur!
- "Boşver Rahmi, zaten ben imza günü ve söyleşi yapmaktan sıkılırım" dedimse de dinletemedim. "Bu iş benim için artık onur meselesi oldu, başım dik dolaşabilmem için senden mutlaka gelmeni rica ediyorum" diyor, bir gıdım geri adım atmıyor.
Sonunda "bana bir gün daha mühlet ver, bu işi ya çözücem ya da kendimi tren raylarının altına atıcam" dedi, kapattı.
Ertesi gün tekrar aradı, "belediyedeki sersemler sonunda yaptıkları hatayı anladılar, seni onur konuğu olarak davet ediyorlar ve diğer konuklar belediye misafirhanesinde ağırlanırken sen dört yıldızlı bilmem ne otelinde kalacaksın, geliyorsun değil mi?" diye son hamlesini yaptı.
- "Bunlar beni sırf o kadın yazarla (her kimse o) karşılaştırmamak için dört yıldızlı otelde ağırlayacaklardır. Gelmem Rahmi" dedim. Ama Rahmi teke gibi inatçı, "gelmezsen ben bu Bandırma'da kimsenin yüzüne bakamam" diye ağlamaklı oldu.
Neyse uzatmayalım, o zamanki nöbetçi üftadeyi taktık kolumuza atladık feribota, Bandırma şehrine vasıl olduk. Rahmi karşıladı iskelede. Lüzumsuz teferruatı atlıyorum, orada güzel şeyler de oldu. Meselâ, yıllardır görmediğimiz Arif Damar üstadımızı görebilme ve Cemal Süreya ile tanışabilme mutluluğunu tattık.
* * *
Haa, tabii ki festivallerin ve imza günlerinin gülü Erdal Atabek de orada. Kamber'siz düğün olur mu hiç? Kasaba meydanında etrafına bir kalabalık toplamış, bağıra çağıra "çocuklar çiçektir, umuttur, yarınlarımızdır" diye derin mi derin bir söylev veriyor. Millet de "ne satıyor bu" der gibi bakıyor.
Söylevinin ortasında, karşısında on yaşlarındaki oğluyla dikilip sirk seyreder gibi bakan kadına dönüp tumturaklı bir tirada başladı üstad:
- "Şu çocuğun gözlerindeki zekâ pırıltısını görüyor musunuz? İşte bu çocuklardır aydınlık ve çağdaş bir Türkiye'nin mimarları!"
Çocuğun annesi pek de o fikirde değil:
- "Yok amca, bu oğlan kütük gibi salaktır, ilkokul beşe geldi, daha okumayı sökemedi" diye itiraz etti.
Ama üstad bir kere saptamasını yapmış artık, geri adım atmaya niyetli değil.
- "Yok Hanım yook! Ben hiç anlamaz mıyım? Bu çocuk bir dahî! Siz yeter ki onun içindeki cevheri ateşlemeyi başarın!"
Kadın yine itiraz etti:
- "Amca, bu oğlan daha hâlâ yatağa işiyor. Sülâlenin yüz karası bu, küçükken menenjit geçirdi, Allah kimsenin başına vermesin!"
Eksik etek işte, nereden bilecek? Hiç Erdal Atabek kitabı okumamış ki. Okusa erkekliğin kışkırtılmış, kadınlığın bastırılmış, kitapların adının önceden bulunup bir yere not edilmiş, bilâhare, boş vakitlerde altının cilâlı ve içi boş lâflarla doldurulmuş olduğunu, bir kasaba meydanı vaizinin lâfının ağzına tıkılmaması gerektiğini, tıkılırsa konuşmanın kangrene dönüşeceğini bilir, ona göre davranır.
Ama üstad sadece büyük filozof değil, hem de büyük kurnaz. Konuşmanın burasında baltayı taşa vurduğunu, etrafındaki kalabalığın içindeki gülüşmelerin daha da artacağını anında sezdi ve kıvrak bir vücut çalımıyla çark ediverip, deminden beri orada kendisini izleyen birini yeni görüyormuş gibi yapıp kalabalığı dışladı.
- "Ooooo necdetçiğim! Canım! Sen de mi buralardasın? Ey millet, bakın burada kim var? Hızlı Gazeteci! Bize aşktan söz et necdet!"
Millet bel bel baktı. Kimin sitinde Hızlı Gazeteci'nin aşktan söz eden müellifi? Kim tanır ki onu bir taşra kasabasında birkaç gazete tiryakisinden başka.
Maskaralık bitince kalabalık anında dağıldı tabii. (Evet, o zamanlar bu fakirin göz yaşartıcı bomba gibi, kalabalıkları dağıtmak için kullanıldığı da olurdu.)
Gazete koridorlarında yanımdan göz teması kurmadan, selâmımı bile lütfen alarak -ya da almayarak- geçen karizmatik üstad, Bandırma'da kendisini sarakaya alan kalabalığın verdiği ilhamla beni çok sevdiğini işte tam o anda fark ediverdi. İyi de oldu. Dost olduk. Bir süre daha, bendeniz hakir, festival festival dolanarak tatilini bedavaya getiren eski tüfekleri gırgıra alan bir şeyler çizene kadar, çok sevdi ve çok takdir etti.
Günün birinde Hürriyet'teyken yapıp ettiğim Değişim Rüzgârı'nda canımın bir şey çizmek istemediği bir gün, Orson Welles'in kitap okuyan bir resminin altına Jakobenleri eleştiren cümleler yazmıştım. Galiba üstad bunu kendi üzerine alınmış. (Rölöve şapka ve sakal sadece kendisinde var sanıyor her halde.) Artık beni görünce gözleri matkap gibi bakıyor.
* * *
Üstad'dan hangi bahaneyle kurtuldum, hatırlamıyorum ama bir şey var ki unutamam. Bendeniz, karikatürist geçinen bostan korkuluğu, kitaplarımın ithaf kısmına ne yazacağım diye ıkınıp dururken, baktım ki Cemal Süreya imzaladığı kitaplara yazı yazmak yerine karikatürler çiziyor. Meğer çok iyi portreciymiş üstad, işte o zaman öğrendim.
Bi ara kitap imzalamaktan sıkıldım -Cemal Süreya ile yan yana oturuyorduk- kalkıp bacaklarım açılsın diye gezinmeye başladım. Meğer az ötede Arif Damar kitaplarını imzalamıyor muymuş? (Buna "Müşerref Hekimoğlu üslûbu" denir. Bir nevî dantellektüel magazinciliktir. Ana fikri "ben bütün meşhurlarla enseye şaplak hemoroide parmak samimi olan bahtiyar biriyim" anlamına gelir.)
Arif Damar'la eskiden tanışıyorduk, dedikodu yetiştiren çocuk edasıyla "Arif abi, şu tarafta da Cemal Süreya kitap imzalıyor" dedim. Mahzunlaştı, "Ah!" dedi, "O benim en iyi dostumdu, içtiğimiz su ayrı gitmezdi, ama yıllardır küsüz!"
Babama benzerim biraz, yalan söylemeyi hiç beceremem, kuyruğumdan kulağımdan belli olur, ama orada her nasılsa şıpın işi bir yalan uydurdum:
- "Abi sahi mi? Cemal Süreya demin sizi öve öve göklere çıkardı."
- "Ah, ben de çok severim keratayı, içim kan ağlıyor, en iyi dostumdan ayrıyım, ama oldu işte, neden küs olduğumuzu hatırlamıyorum bile."
Durur muyum, hemen Cemal Süreya'ya koştum.
- "Üstad, biliyor musunuz, şurada, köşede Arif Damar kitap imzalıyor!"
Cemal Süreya'da da aynı mahzun ifade. Belli ki ikisi de birbirinden haberdar, karşılaşmamak için yerlerinden kıpırdamıyor, o tarafa bakmıyorlar.
- "Biz onla yıllardır dargınız" dedi o da.
Aynı yalanı bir de burada tekrarladım:
- "Aaaaa! İnanılır gibi değil! Şimdi Arif abiyle konuşuyorduk. Sizden o kadar sevgiyle söz etti ki, can ciğer kuzu sarmasısınız sandım! Görseniz, adınızı andıkça gözleri parlıyor!"
- "Ah! Sorma işte! Bizimkisi eşeklik! Ama naaparsın, öyle!"
O sırada başıma birileri toplandı, tekrar imza vazifeme döndüm.
Kalabalık dağıldığında bir baktım, Cemal Süreya yerinde yok. Kalktım, köşeyi döndüm, manzara evlere şenlik! Dargınlar kucaklaşmış, şapır şupur öpüşüyor!
Eh, bu velet hep dan dun lâflar edip milleti incitecek değil ya, arada bir böyle hayırlı işlere vesile olduğu da olur.
Haa, şu kadın yazar meselesi… O meselenin de aslını Cemal Süreya'dan öğrendim:
- "Tomris'le biz vaktiyle evliydik. Beni kastetmiş olmalılar. Ama ahmaklık. Biz Tomris'le şimdi de çok iyi dostuz. Boşandık diye hasım olacak değiliz ya."
Oh neyse! Temize çıktım. Yani, görüntüye kanmamak lâzım, ben aslında iffetli bir erkeğim, orda burada adımın çıkmasından rahatsız olurum.
Angelina Jolie'yle çıksa adım, gene neyse, katlanabilirim, de başkasıyla olmaz, utanırım.
Akşam kasaba meydanındaki bir meyhanede oralı aydınlardan birinin tutup getirdiği balıklar eşliğinde rakı içildi. Yanımdaki üftade, huysuz nevrotik falan ama gene de yüzüne bakılır biriydi. Cemal Süreya bir ara bana döndü, "sen hiç aşık oldun mu?" diye sordu.
- "Bilmem. Olmuşumdur her halde" dedim.
Baktı. "Olmamışsın" dedi. "Olsaydın bilirdin."
Ekledi: "Sen hiç bir odanın içinde hem alev alev yanıp hem tir tir titreyerek, kendini delirecek gibi hissedip kafanı duvarlara vurarak dolandın mı? Hiç aynı anda hem ağlayıp hem güldün mü? Aşık insan böyle şeyler yapar."
Hımmmm. Ben kadınlara bol bol vaaz verdim. Bu da benim aşık olma tarzım olamaz mı?
Olamazmış.
Dönüş feribotunda da beraberdik Cemal Süreya ile. Bize oğluyla arasındaki ruh uyuşmazlığından söz etti. Acı çekiyordu. Bir evlât yetiştirip, onun kendisine düşman olduğunu, zıt kutuplara savrulduğunu görmek kolay bir yük olmasa gerekti.
Birlikte bir çizgi roman yapmayı önerdi. O yazacaktı, ben çizecektim. Kısmet olmadı. Cenazesinde Behçet Aysan'la karşılaştık. Yanında Fazıl Say'ın babası yayıncı Ahmet Say vardı. Taa Ankara'dan gelmişlerdi.
Behçet'i de son görüşümdü bu. Madımak otelinde dumandan boğularak öldü. Geride şu şiirini bırakarak
Beyaz bir gemidir ölüm
sen bu şiiri okurken - ben belki başka bir şehirde - olurum.
kötü geçen bir güzü - ve umutsuz bir aşkı anlatan
rüzgârda savrulan - kâğıt parçalarına - yazılmış
dağıtılamamış - bildiriler gibi
uzun bir yolculuğa hazırlanan - yalnız bir yolculuğa.çünkü beyaz bir gemidir ölüm
siyah denizlerin hep - çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
yitik adreslere benzer - ölüm
yanık otlar gibi.sen bu şiiri okurken - ben belki başka bir şehirde - ölürüm.
Behçet ve diğer kurbanlar oraya imza günü ve söyleşi için davet edilmişlerdi. Karşılama töreni muhteşem oldu.
* * *
Bütün bunlar 1980'li ve 1990'lı yıllarda kaldı. Artık imza günü ve söyleşi yapmıyorum. Oysa kimi yazar için inandığı davayı sesinin ulaşabildiği herkese anlatabilmeye çabaladığı, kimileri için okurları tarafından pohpohlanarak egosunu şişirdiği, kimileri içinse kitabım azıcık satabilsin, ikinci baskı şansını yakalayabilsin diye katlanılan sıkıcı bir iştir.
Ben sanırım bu üçüncü kategoriye girerim. İmza günlerinde kendimi milletin eline kolonya döken kenef bekçisi gibi hissederim. O minicik masaların üstüne dizilmiş kitaplar ve senden hikmet dolu tavırlar bekleyerek karşına dikilen, olmadığın bir şeyi oynamaya zorlayan okurlar, "çok güzel fikirleriniz var, neden bunları pazarlamıyorsunuz?" diye hesap soran akıl hocaları, başlangıçta iltifat yağmurunda boğarken, birazdan lâubalileşen, işi "sen de kendini sanatçı mı sanıyorsun?"a kadar vardırabilen kavruk taşralı aydınlar, hiç bir zaman kendimi ait hissetmediğim cemaat ruhu, bura aydınının kendisine yarattığı sanal yas atmosferi, duymaktan ikrah ettiğim lâikçi seçkinci klişeler, kabullenmek istemediğim abartılı iltifatlar ve diğerleri…
Bir de bunun zıddı var ki, onu da yaşarsın sık sık. Seni yalvar yakar küçük bir taşra kasabasına getirmiş insanların imza günü ve söyleşiyi hiç kimseye duyurmamış, hiç bir hazırlık yapmamış olduğunu görürsün. Üstüne kitaplarının yığılı olduğu minicik formika bir masanın arkasındaki demir bacaklı iskemleye oturur, müşteri bekleyen çakmakçılar gibi, biri gelsin de kitap imzalatsın diye beklemeye başlar, beklerken de renkten renge girersin.
Üstelik seni oraya davet eden ve hiç bir şey yapmamış olan davar, o kavruk kasabadaki bir iş hanının bilmem kaçıncı katının en kuytu köşesinde kaybolmuş olan dükkânına kimsenin gelmiyor ve kitap-mitap imzalatmıyor oluşu sanki senin kabahatinmiş gibi surat asar. Ya da arkandan birileriyle fısıldaşıp kıkırdaştığını duyarsın. Orada üstüne çullanasın, o güne kadar kalbini kıran herkesin acısını ondan çıkarasın gelir.
Arada bir yanına yaklaşan birileri olur. Umutlanır, masanın üstüne bıraktığın kalemine davranırsın. Halbuki o, yanındaki birine adres yazmak için kalemini ödünç istemeye gelmiştir. Bazıları da tuvaletin nerede olduğunu sormak için yanaşır. Cansız bir nesneymişsin gibi karşına dikilip inceleyen, "Kim lan bu? Naapıyormuş burada? Ha? Sahi mi lan? Assttiiir!" diye duyup duymamanı önemsemeden konuşan -bazı aydınların "halk" tan nefret etmesine esin kaynağı olduğunu sandığım- had safhada kaba saba insanlar gelip geçer önünden.
Biraz suya sabuna dokunan biriysen, içindeki hedef arayan hıncını sana yöneltmeye hazır mutsuz insanlar dikilebilir karşına.
Yıllar önce " Duygu Asena'yı tanıyor musun, onu gördüğünde suratına benim için bir yumruk atar mısın?" diyen ve "atmam" dediğimde de çok şaşıran, bunu korkaklığıma veren kabzımal bir kadınla tanıştırılmıştım.
Yazarları imza günü ve söyleşi için üniversitelerine davet edip sonra da yumurta yağmuruna tutanları da sonra hep birlikte tanıdık.
O nedenle, kusuruma bakma sevgili okurum, ben imza günü ve söyleşi yapmıyorum.
Neden mi?
Ben yumurtayı rafadan, okurlarımı da kafadan severim; sanırım ondandır.
Merhaba necdet abi, siz beni hatırlamazsınız sanırım, yıllar önce bir imza gününüzde size kitabınızı imzalatmıştım. O gün kısa bir süre gördüğüm necdet şenle bu yazıda anlattığınız kişi arasında biraz fark var gibiydi. Hatta eşimle aramızda konuşmuştuk siz gittikten sonra, hızlı gazeteciden ne kadar farklı diye. Çok nazik ve tatlı dilliydiniz. Yazınızı okuyunca bu necdet şen o necdet şen mi dedim bir an. Burada kendinizi öyle aksi birisiymiş gibi anlatmışsınız ki şaşırdım açıkçası.
Kendinize haksızlık etmeyin lütfen.
Canan Erol - 15 Eylül 2013 (14:11)
Güzide ülkemiz vasatı sever ve vasatı yüceltir. Bu nedenle Necdet Şen yerine Kütahyalı Rasim gibi zevat el üstünde tutulur. Mayamız bu.
İlker Tortop - 16 Eylül 2013 (18:34)
Necdet Şen abimizin bütün yazılarını (altı sene elimi klavyeye değmediği yılları saymazsam) bütün yazılarını okudum. İsterse büdütör beni sınava (hatim indiririm) alabilir.
Kütahyalı, Uluç gibi beş bin vuruşluk yazı (harf) yazabilen yazar kabilinden gevaşe'ler elbet Cern konusunda da, macro ekonomi, micro kozmos konusunda da hayli fikir sahibi olup, bize yaşamın sırrı hakkında (yetmiş beşbin vuruşluk yazılarını) engin bilgilerini paylaşacaklar. Takip edilecek. Et.
Celâl Gün - 17 Eylül 2013 (10:50)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.