Patronsuz Medya

Edepsizlik, anarşi ve gerçeklik

Crispin Sartwell - 1996

Künye - Crispin Sartwell, Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik, Ayrıntı Yayınları / İnceleme Dizisi, 191 sayfa, İstanbul, 1999, 1. Basım, Ekleyen: Exlibris (2 Eylül 2013)  


Anarşi, tikellik, gerçeklik

(…) Nüfus araştırmaları, kamuoyu yoklamaları vb ile birlikte bütün o sosyoloji bilimi (ve şimdi artık neredeyse tamamen sosyolojiye bulanmış Batı kültürünün politik hayatı) insan bireyi (tuhaf, inatçı, aptal, garip) temel alır ve onu kavranabilir kılar.

(…) her bir insanı etten ve kemikten kişiler olarak görmeye çalışırsak politikanın ne hal alabileceğine bakalım.

Tuhaftır, Nietzsche ve Thoreau gibi filozoflar devletin meşruiyeti ya da etkililiği hakkında değil de, devletin var oluşu hakkında kuşkularını dile getirmişlerdir. Yani, onlar devletin kurgusal bir kendilik, bir tür mit ya da fantezi ya da yalan olduğu anlayışını paylaşmıştır.

Thoreau şöyle yazar:

"Alışkanlık gereği, şeylerin hakiki doğası üzerine kafa yoran biri için, devletin şu ya da bu biçimde bir varlığından pek bahsedilmez. Onun için, devlet gerçek olmayan, güvenilmez ve anlamsızdır ve böylesi içi boş bir malzemeden kalkarak hakikati yakalamaya çabalamak şeker pancarı dururken bir keten kumaştan şeker elde etmek gibidir."

(Sayfa 90)

* * *

Devletin herkese yalan söylediği ayniyle vakidir; devletin bir yalan olması hepimizin adım adım bulabileceği bir şeydir. Nietzsche'ye kulak verelim:

"Devlet iyinin ve kötünün bütün dilleriyle yalan söyler; ve ne söylerse söylesin, söylediği yalandır, neyi varsa çalmıştır. Her şeyiyle sahtedir devlet; çalıntı dişlerle bizi ısırır ve kolayca ısırır. İç organları bile sahtedir. İyi ve kötü dillerinin karıştırılması: Bu ifadeyi devletin bir simgesi olarak size verdim. Hiç kuşkusuz, bu simge bir ölüm iradesine delalet eder. Hiç kuşkusuz, o ölüm tellâllarına çıkartılmış bir davetiyedir."

Nietzsche çeşitli vesilelerle devletin bir yalan olduğunu iddia eder. İlkin, devlet bir tür katı ahlâkçılık, şeylerin oluş biçimlerini hakir gördüğümüz gerçeğinin kalıcı bir timsalidir. Ancak ahlâk katında bile, devlet katıksız bir iki yüzlülüktür: Modern devlet her zaman "reformlar" gündeme getirir, şu ya da bu "toplum kesimini" ihya etme vaadinde bulunur ancak bizatıhî kendisi reforma en az muktedir toplumsal kesittir.

Elbette, Nietzsche Ahlâkın Soykütüğü'nde de çok açık gördüğü gibi, devlet insanlara kendisinin ahlâksız olarak mahkûm ettiği yollarla dönüşümlerini dayatma işini yürütmektedir. Hırsızlığı yasaklar ve bu yasağı aldığı vergilerle, yani çaldıklarıyla hayata geçirir. Öldürme yasağını hayata geçirmek için öldürür, vb…

Thoreau şunları yazar:

"Unutmamalı ki, yasa hırsızın ve katilin elini kolunu bağlarken, kendi ellerini çözer. Devletin ondan 'istemediğim koruma için talep ettiği vergiyi' ödemediğimde, beni soyan odur; ilk elden ilân ettiği özgürlüğü ben iddia ettiğimde, beni içeri tıkan da odur."

(…) Gelgelelim, devletin asıl sorunu farklı bir düzeyde yatar; devlete dair ontolojik olarak endişe duymamız gerekir. Çünkü devlet bir soyutlamadır ve insanlar birbirlerine soyutlamalar olarak davranmaya yatkın oldukları sürece, varlığını sürdürür. O devasa bir aygıt, "yönettiği" insanların hakikiliğini inkâr etmenin fantastik aygıtıdır. Devlet, son tahlilde, insanları "kral" ve "teba", "bakan" ve "suçlu", "fail" ve "seçmen" vb gibi kavramlarla çevirme gayretidir yalnızca. Thoreau bunu şöyle ifade ediyor:

"'Devletin memuru', canlı bir insan olarak insanî erdemler ve kafasında bir düşünce taşıyabilir, ancak, ister gardiyan isterse polis şefi olsun, bir kurumun aleti olarak belinde taşıdığı hücre anahtarı ya da emrinde çalışan personelden daha üstün bir zekâya sahip değildir. İşin acıklı tarafı da budur; kendi hallerinden memnun olmayan öfke dolu insanlar, akıllı ve iyi insan diye adlandırılanlar bile, daha sıradan ve daha kaba işlere talip olurlar. Bu yüzden, gelsin savaş ve kölelik; bu açılıştan başka ne beklenirdi ki zaten?"

Bireysel insandan gardiyan imal etmek kurgusal bir iştir; insan kitlelerinden kurumlar imal etmek de öyle. Ancak o insanlar öyle olduklarında sürdürdükleri savaş ve vahşet, Kierkegaard'ın deyişiyle, bütün o "fantastik olarak yapılıp edilenler" çok, ama çok gerçektir.

Devlet, iki genel çizgide düşünülebilir: Bir kurumsal yapı ve bir metinsel yapı (kuruluşlar, yasalar, düzenlemeler) olarak ya da belli bir alanda şiddet tekeli iddiasında bulunan ve kısmen bunu hayata geçiren kişiler olarak. İlk anlamıyla, söz konusu yasalar ve kurumların, diyelim, bir toplumsal sözleşmenin ya da bir sınıf mücadelesinin sonucu olarak ortaya çıktığı savunulabilir. Bu şekilde açıklanan devletin hakları korumak, sınıfsal farklılıkları sürdürmek ya da ortadan kaldırmak gibi bir amacının olduğu da savunulabilir. Örneğin Locke, Marx ve Rawls devleti böyle açıklamıştır. Tüm bu düşünürler devleti "soyut" bir nesne olarak görür. Bu görüşlerde yönetim, bireylerin çeşitli yerler işgal ettikleri bir yapıdır.

(Sayfa 91, 92)

* * *

Bu görüş devlete insanî olmayan, fantastik bir şey olarak somutluk kazandırır, daha doğrusu somutluk kaybettirir. Devlet böylelikle öteki kişilerin gerçekliğine tahammül edemiyor oluşumuzun nihaî çaresidir: Biz hem bu insanları kırpıp kavramlar yaparız hem de devlet aracılığıyla onların yola gelmez insanîliklerini denetleme çabasına gireriz. Bu devlet tablosunun avukatları bazen "hukuk düzeni"nden dem vururlar. Ancak metinler olarak kavranan yasalar hiç bir şeyi ya da hiç bir kimseyi düzene sokmaya muktedir değildir.

(…) Devlet bir sokak çetesidir. (…) Yasalar ve kurumlar gırtlağımıza dayanmış postalları şirin göstermek üzere incelikle işlenmiş göz bağlarıdır.

(Sayfa 93)

* * *

(…) Devlet "aygıtının" orijinlerini ve gücünün kaynaklarını hangi yollarla gizlediği ve devlet şemsiyesi altında yaşayan insanların devlet otoritesini nasıl "rasyonelize" ettiği, devleti önemli bir sorundur. Başka bir ifadeyle, buradaki sorun durumun gerçekliği değil, insanların bu gerçeklik karşısında kendilerini nasıl gördükleridir.

(…) Devletin kendine biçtiği rol, yükü hafifleten muazzam bir mekanizma rolüdür; devletin tarihi, kişinin kendi eylemlerinin yükünü başkasına, tercihan hiç var olmayan bir şeye, örneğin hukukun üstünlüğüne devretme gayretlerinin bir tarihidir.

Havel şöyle yazar:

"Bütün o karmaşık tarihsel farklılıklarına rağmen, diyebiliriz ki, modern devlet ve modern politik iktidarın orijini; insan aklının kendini olduğu haliyle insanlığından, kişisel deneyiminden, kişisel vicdanından ve kişisel sorumluluğundan "özgür kılmaya" başladığı noktada aranabilir."

(Sayfa 94)

* * *

Havel'in iddiasına göre, aklı ve gücü insanlardaki orijininden "özgür kılma" ve herhangi bir tikel kişiden bağımsız olarak iş göreceği bir aleme salma gayreti "modern uygarlığın asli özelliğidir" ve en bariz örneğini de Stalinist sistemlerde bulur. Havel'in "Suskunluğun Anatomisi"nde belirttiği gibi, Stalinist olsun ya da olmasın, bir kült vücuda getiren bütün sistemlerde, "daha iyi bir dünya projesi insanın sorumluluğunun bir ifadesi olmaktan çıkar, tam tersine, insanın sorumluluğunu ve kimliğini elinden alır… Soyutlama insana ait olmaktan çıkmış, insan soyuta ait olmaya başlamıştır."

(Sayfa 95)

* * *

Vaclav Havel, hükümetlerin tarihte daha önce eşi görülmedik bir şekilde, aşırı oranda sosyal mühendis rolüne soyundukları sistemlere bir isim takıyor; onlara "post-totaliter" sistemler diyordu.

Havel bu tür sistemleri tek bir kişinin ya da küçük toplulukların uyguladığı çıplak güce/çıplak iktidara dayanan basit totaliter sistemlerden ya da klâsik diktatörlüklerden ayırıyordu. Çünkü "post-totaliter" sistemlerde güç/iktidar kullanımının, diğerlerinde olduğu gibi öyle pek "çıplak" veya "görünür" değildir, tam tersine; "bir güdümleyici araçlar şebekesi" böylesi bir toplumun her hücresine sızmıştır. Havel'e göre, neredeyse dünyevîleşmiş bir din olan, net, mantıklı, genellikle kavranması kolay bir ideoloji ortaya koyan bu sistem, her şeyi açıkça ve edepsizce çarpıtır. Bu, insanların bir hakikat olarak kabul etmiş görünmeye zorlandıkları bir "yalanlar sistemi"dir:

(Sayfa 96)

* * *

"Bürokrasiden ibaret yönetime halk yönetimi denir, işçi sınıfı işçi sınıfı adına köleleştirilmiştir; bireyin tamamıyla aşağılanması onun nihaî kurtuluşu olarak sunulur; halkın bilgi ve haber akışından mahrum edilişine bilgilendirilmek denir; iktidarın güdümleme için kullanılmasına gücün iktidar denetimi, keyfi güç kullanımına da yasalara uymak denir; kültürün bastırılmasının adı kültürün geliştirilmesidir, sömürgeci nüfuz alanının genişletilmesi ezilenlere destek olarak sunulur; ifade özgürlüğünün yokluğu en yüksek özgürlük biçimi haline gelir; göstermelik seçimler demokrasinin en üst biçimi, bağımsız düşüncenin yasaklanması en bilimsel dünya görüşüdür; askeri işgaller artık kardeşin kardeşe yardımıdır. Çünkü, bu rejim kendi yalanlarının esiridir ve her şeyi çarpıktır. Geçmişi çarpıtır. Şimdiyi ve geleceği çarpıtır. İstatistikleri çarpıtır. Hiç kimseye zulmetmediği, hiç bir şeyden korkmadığı havası takınır. Yalan söylemediği yalanını söyler."

Bir yasalar ve kurumlar sistemi olarak devlet yalnızca insanlar onun var olduğuna inanmış göründükleri ya da inandıkları zaman var olur. En aşırı ifadesi olan post-totaliter sistemde, devletin her şey hakkında inanılmaz derecede incelikli bir yalanlar sistemini hayata geçirmesi tesadüfi değildir. Ancak kendisi hakkında ayrıntılı yalanlar uyduran bu devasa yapıyı, bu ideolojiyi kuran sistem, hiç kimse inanmıyor olsa bile (bazı insanların pekâlâ bunlara inanması da mümkündür) bu ideoloji sayesinde ayakta durabilir. Parti sekreterinin yön verdiği ideolojiye inanması zorunlu değildir. Onun adına ideolojiye yön verenlerin (gizli polis ve benzerleri) ideolojiye inanmaları zorunlu değildir. Ve nihayet, kendileri için ideolojinin kurgulandığı halkın genel olarak o ideolojiye inanması da zorundu değildir. Tek tek bu insanlar için gerekli şey yalnızca dışa karşı ideolojinin vaaz ettiği rolleri oynamak, ona inanmış gibi davranmaktır.

(Sayfa 97)

* * *

Böylelikle sistem bağlılık değil, riyakârlık talep eder. Havel'in verdiği meşhur örnekte, bir manav vitrinine üzerinde "Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşin!" yazan bir afiş asar. Bu manavın devlete ve onun ideolojisine sahiden bağlılığının bir ifadesi değildir, kimse de bunu böyle almaz. Tersine, bu manavın kendisini sistemin dışına koymadığının ve böylelikle taciz edilmemeyi hak ettiğinin ifadesidir.

Böyle bir toplumda güç/iktidar adım adım daha soyut hale gelir ve öyle bir görüntü çıkar ki ortaya, sanki güç bireylerde değil ideolojide ve onun kurumlarında yatmaktadır:

İktidar/güç adım adım gerçeklikten çok ideolojiye yaklaşır; gücünü teoriden alır ve bütünüyle teoriye bağlı hale gelir. Bu, kuşkusuz, kaçınılmaz olarak paradoksal bir sonuca yol açar: Teori ya da ideoloji güce/iktidara hizmet edecek yerde, güç/iktidar ideolojiye hizmet etmeye başlar. Sanki ideoloji iktidarı iktidarın elinden almış, kendisini diktatör ilân etmiştir. O hale gelir ki, artık insanları etkileyen kararları alan bizzat teori, bizzat ritüel, bizzat ideolojidir; tersi değil.

(Sayfa 98)

* * *

Herkes, demek ki, "yalan içinde yaşar", yapı içindeki işlevini yerine getirir, ideolojiye inanıyormuş gibi davranır. Böylesi sistemlerin ve bütün sistemlerin, insanları yapı içinde mercilere dönüştürme işlevi vardır. Bu durum, insanların kendi başlarına gerçek olarak yaşadıkları ne varsa ellerinden aldığı gibi, hakikatin ne olduğunu söyleme yetilerini de ellerinden alır. Elbette, onları kelimenin tam anlamıyla öldürmedikçe hiç bir şey kişilerin gerçekliğini fiilen ellerinden alamaz; ancak insanlar o hale getirilebilir ki, hayatlarını sanki zaten ölüymüşler, organizmalar değil soyut varlıklarmış gibi yaşarlar.

(…) Tek tek her insan hem ezen hem ezilendir; kişi kendi içinde hem "sistemin bir kurbanı hem de payandası" olarak bölünmüştür. Sonuçta, sistem Marx'ın aldığı anlamda ancak öngörmediği bir biçimde "yabancılaşmıştır". Havel, işte bu yabancılaşma durumuna oto-totalite der ve onun "her bir kişinin kendisi tarafından ezilmesi, iktidarın tek tek herkesin içinden geçerek örülmesidir" şeklinde tarif eder.

(Sayfa 100)

* * *

(…) Herkes yapı içindeki ritüel rolünü oynamayı reddetmelidir. Bu çözüm tam da beklenebilecek şeydir, zira kişi hakikatini ilişkilere girerek bulabilir. Kişinin hakikati onun durumudur. İnsanlar "hakikatle yaşamaya" başlamalı, onu bu dünyada yaşamalıdır, aksi halde sistemdeki bir değişim bile insanların var oluş sorunlarını çözmeyecektir. Manav o afişi asmayı reddetmelidir. Tek tek herkesi içinden bölmeyi, herkesin içinde var oluşsal bir bunalım kışkırtmayı amaçlayan bir sisteme karşı, tek etkili saldırı, sahiciliğin dışsallaştırılması yoluyla kişisel var oluşsal dönüşümdür.

(…) Gerekli olan yeni bir politik program değil, kişinin hayatına ve devlete göre rolüne ilişkin yeni bir düşünce tarzıdır.

Havel şunları yazar:

"Alternatif bir politik model ne kadar güzel olursa olsun, artık "gizli dünyaya" hitap edemez, insanlara ve topluma esin kaynağı olamaz, gerçek politik heyecanı yaratamaz. Post-totaliter bir sistemde yaşayan insanlar iktidarda bir partinin mi, yoksa birkaç partinin mi olduğu ve bu partilerin kendilerini nasıl tanımladıkları ya da adlandırdıkları sorusunun, insan gibi yaşamanın mümkün olup olmadığı sorusu yanında, zerre kadar önem taşımadığını çok çok iyi bilirler. Daha iyiye doğru hakiki, köklü ve kalıcı bir değişim… Daha iyi bir sistem otomatik olarak daha iyi bir hayat temin etmeyecektir. Aslında tersi doğrudur, ancak daha iyi bir hayat yaratarak daha iyi bir sistem geliştirilebilir."

(Sayfa 101)

* * *

Havel'in tartıştığı türden bir bunalım, bir kültün yaratıldığı her devlette mevcuttur. Bir grup insan değil de salt bir yapı, soyut bir sistem, bir grup yasalar ve kurumlar vb gibi düşünülen her devlet zaten muhayyilede kendi gerçekliğinden koparılmış olur. Çünkü böyle bir devlet kavrayışı devletin "bileşimi" içinde gerçekliğin anlaşılmasını imkânsız kılar. İnsanlar kendilerini hayatlarını yaşayan varlıklar olmaktan çok sanki rollerini oynuyormuş ve işlevleri yerine getiriyormuş gibi yaşarlar. Devlet kültü devletin ontolojisi hakkında bir yalana yaslanır ve her zaman insanları yalanla yaşatma potansiyeli barındırır. Alternatif devlet ideolojileri olsa olsa yalanları düzenlemenin alternatif yollarıdır. Bir ideoloji önceden bir yapı vaaz eder ve yapı içinde insanların dolduracağı var sayılan yerleri tanımlar, ancak insanları açıklamaz, açıklayamaz. Her devlet ideolojisi devlet kültünün değişime uğramış bir halidir ve fiili kişiler ve somut koşullardan yapılan soyutlama üzerine yükselir. Böylelikle insanları sahiciliklerinden yoksun bırakır.

(Sayfa 102)

* * *

Havel, şunu der:

"Ve sonuçta post-totaliter sistemdeki hayatın griliği ve boşluğu yalnızca genelde modern hayatın şişirilmiş bir karikatürü değil mi? Ve biz aslında (uygarlığın dışsal ölçülerine göre, çok gerilerde kalmış olsak bile), gizil eğilimlerini ortaya sererek, Batı için bir tür uyarı işlevi görmüyor muyuz?"

Bazı ideolojiler ve bazı politik programlar ötekilerden daha iyidir ve bazı sistemler ideolojilerini hayata geçirmekte ötekilere göre daha başarılıdır. Ancak her ideoloji kötüye kullanılmaya açıktır; her politik "program" zaten gerçeklikten kopmuş ve fiili koşullardan bağımsız olarak kendi halinde yol almaya başlamıştır. Her kavramsallıkta olduğu gibi, her politik ideoloji dünyaya duyulan inanılmaz nefretin bir ifadesi, bir korku ve lânetlemedir, bir farkla ki, politik ideolojide doz öldürücüdür; ideoloji örneğinde, toplumsalın baştan sona tümden dönüşümü istenir. Ancak tümden dönüşüm imkânsızdır, dünya ve içindeki insanlar yontulmamıştır, inatçıdır. Böylelikle ideoloji basitçe gerçekle bağlarını koparıp alır başını gider ve bir hayali varlık haline gelir, olgunun yerine kurguyu koyar.

(Sayfa 103)

* * *

Her felsefî ya da kavramsal sistemde olduğu gibi, insanlar, yanlışlığına tahammül edemediklerinden, fiili olana tercih ederek ideolojinin doğruluğunu iddia etme noktasına gelirler. Aslında Amerikan ideolojisi bunu takdire şayan bir boyutta başarmıştır, politikacılar bayrağa sarınıp özgürlük, eşitlik ve serbest teşebbüsten dem vururken, bir yandan da sessizce devlet destekli tekelci kapitalizm ve otomatizm aygıtını palazlandırırlar.

Havel'in hiç bir politik program ortaya koymaması pek şaşırtıcı olmasa gerek. O, daha çok, "anti-politik politika; 'aşağıdan' politika; aygıtın değil, insanın politikası; bir tezden değil, yürekten gelen politika" çağrısı yapmaktadır. Havel alternatif bir ideoloji öneremezdi ve tutarlı kalarak önermedi de zaten. Onun yerine, tam aksi bir istikamette yol aldı: Tekrarlayacak olursak, daha iyi bir hayat, tek tek insanlar için, daha iyi bir "sistem"e yol açacaktır, tersi değil. Şimdiye kadar, bir dizi kavram tasarlayıp onları gerçeğin suratına çarparak hiç bir somut değişim başarıldığı görülmemiştir. Gerçek, suratına çarpan tokadı iade eder, hem de daha şiddetli bir biçimde. Sanki koltuğumuza yaslanıp sadece gerçeğe aklımıza esen herhangi bir yapıyı dayatabilirmişiz gibi, hangi yönetim biçiminin "en iyi" olduğuna dair yürütülen bütün tartışmalar saçmadır. Bu büyüklük kuruntusudur ya da, tekrar edelim, Batı felsefesinin ortaya attığı sorunun bir semptomudur.

Soru şudur: Aklın dünyada ne işi vardır? Bu soruya verilebilecek tek yanıt, göründüğü kadarıyla şöyle olacaktır: Akıl idareyi ele geçirmek üzere oradadır. Ancak aklın fiziksel olmayan bir nesne olduğu var sayılır ve fiziksel olmayan bir nesnenin fiziksel etkisi olamaz. Bu yüzden, bu bîçare akıl acz içine düşmüştür ya da acizliğini hayali bir kadiri mutlaklıkla kapatmaya çalışır, o kadar ki kültürümüzü nasıl düzenlememiz gerektiğine dair gerçekten aptalca bir diyaloga girme noktasına geliriz. Bu arada kuşkusuz, kültürümüz bizi düzenliyor olacaktır. İşin doğrusu, ne birini ne de ötekini yapabiliriz. Ancak onları kavramlara, rollere, boşluklara, fikirlere dönüştürebilirsek, kendimizi de kültürü de yeniden düzenleyebiliriz. Ve böylelikle "mış gibi" yaparız. Bu arada fiiliyatta, insanlar, insanları öldürmeyi, insanlar insanların ağızlarını kapatmayı, insanlar öteki insanların neyi varsa ellerinden almayı sürdürür. Ancak bunu yapan biz değiliz, çünkü biz kavramlarız yalnızca, yurttaşlar, kongre üyeleri, vs…

(Sayfa 104)

* * *

(…) İnsanlara dayatılan "daha iyi bir hayat" başlangıçta içi boş bir yük iken, sonuçta bariz bir yalan olur. Havel'e göre, "mesele, güven, açıklık, sorumluluk, dayanışma, sevgi/aşk, vb değerlerin yeniden hayata kazandırılmasıdır". Bu değerler politik olarak yaratılamazlar.

Nefretin, sorumsuzluğun, güvensizliğin bastırılması için tasarlanmış en incelikli mekanizmalar yalnızca çare sundukları koşulları içinden çıkılmaz hale getirirler; politik sistemler, insanların sevgisine ve güvenine karşı duyarsız olmadığı yerde de, bu amaçlar için zararlıdır. Sevgi yasalarla düzenlenemez (bu açık), çünkü sevgi ve yasama çok farklı şeylerdir; sevgi gerçektir, yasama değildir. Yasama yalanlardan oluşurken, sevgi daima gerçekliği yaşar ve kabul eder.

(Sayfa 105)

* * *

(…) Post-totaliter toplumlarda insanların karşısına çıkan, aslında hepimizin karşılaştığı sorun rakip ideolojik görüşlerle sınırlandırılamaz. Örneğin, sosyalizmi mi yoksa kapitalizmi mi tercih etmemiz gerektiği sorusu, şimdilik içi boş bir soru, sadece hangi oto-totalite biçiminin tercih edilebileceğine ilişkin bir sorudur. Ve dünyanın asla tercihlerimize göre düzenlenmediğine bakarak diyebiliriz ki, her zaman boş bir soru olarak kalmıştır. Bunun yerine, bütün biçimleriyle oto-totaliteyle yüzleşmeye çalışmalıyız. Havel'e göre, sosyalizm mi kapitalizm mi sorusu, bana sanki geçtiğimiz yüzyılın derinliklerinden bir soru gibi geliyor.

(…) Hangi yolla olursa olsun, doğal dünyayı politikanın hakiki mekânı olarak yeniden kurabilip kuramayacağımız, insan toplumunu anlamlı kılarak, insanî konuşmanın içeriğine geri dönerek, tüm toplumsal etkinliğin odağı olarak özerk, bütün ve haysiyetli insan benliğini yeniden kurarak, insanın kişisel deneyimini her şeyin ilk ölçüsü haline tekrar getirip getiremeyeceğimiz sorunudur.

(Sayfa 106)

* * *

(…) Dolayısıyla, tercih şu ya da bu politik örgüt biçimi arasında ya da kumanda ekonomisi ya da piyasa ekonomisi arasında değil, oto-totalite tarafından benlik bölünmesi ve benliğin bastırılması ve öznelliğine doğru Kierkegaardvari bir dönüşümle sonsuzluk arasındadır.

(Sayfa 107)

* * *

(…) Cemaat nosyonu devlet mitosunun tam karşıtıdır. Mitolojik olarak tekrar edersek, devlet insanlardan değil, metinlerden (anayasalar, yasalar), kurumlardan vb ibarettir. Öyledir ki, devletin tepesinde bir nötron bombası patlatsanız bile, o yine de yaşamayı sürdürür: Devlet, bu anlamda, Havel'in terimleriyle "anonim, kişilerden arınmış ve insanî olmayan güçtür; ideolojilerin, sistemlerin, aygıtı, bürokrasinin, yapay dillerin ve politik sloganların gücüdür". Bir cemaat, öte yandan, belli bir dengede duran bazı insanlardan oluşur yalnızca. Bir cemaat üyelerinin toplamıdır. Ve fiiliyatta devlet hemen her zaman devlet mitolojisine olduğu kadar cemaate de karşıdır. Gerçekte, devlet belli kişilerin ötekilere uyguladığı şiddete dayanır, şiddet hakkındaki hükümlerin şiddetiyle varlığını pekiştirir. Ancak bu cemaatle bağdaşmaz; örgütlenme dayatıldığı oranda cemaatçi olamaz.

(Sayfa 108)

* * *

(…) Geleneksel anarşist görüşte, devlet devasa bir çarpıtma mekanizmasıdır. Devletçi kavrayışta olduğu gibi, devlet soyut bir güç olarak alınır, ancak bu gücün insanları birleştirmek yerine parçaladığı savunulur.

Havel, devletin ortadan kaldırılmasının tek başına her derde deva olacağını, devletin ortadan kaldırılmasının insanların iyiciliğinin dışa vurulmasına imkân vereceğini savunan geleneksel anarşist görüşü paylaşmaz. İnsanların, hiç kuşkusuz, yalanla birlikte yaşama, haysiyetlerini maddî refaha feda etme potansiyeli vardır; insanlar kendi ezilmelerine katkıda bulunurlar. Ancak, aynı şekilde, her insanın içinde haysiyet, gerçeklik ve dayanışma duyguları kaynaşır; her insan hakikatle yaşama potansiyeli barındırır. Dolayısıyla, hiç bir tikel politik eylem, devletin parçalanması da dahil, derdimize deva olamaz. Devletin yokluğunda da yalan içinde yaşamak pekâlâ mümkündür.

Ne ki, devlet hakikatle yaşama önüne bariz başka engeller diker ve devlet kültü bu engelleri sistematik hale getirir. Ancak hakikatle yaşamak her kişinin kendi için yapması gereken bir şeydir ve ancak hakikatle yaşamaya kararlı tek tek insanlar sayesinde otoritenin radikal bir merkezileştirilmesi başarılabilir ve anlamlı kılınabilir.

Özetlersek, politik dönüşüm, otoriteyi hissettirmeden ele geçirecek ve onu gereksiz kılacak bir biçimde, tabandan gelmelidir. Toplum devrimci bir orduyu kumanda eden entelijansiya tarafından değil, gerçekten manavlık yapan manavlar tarafından dönüştürülecektir. Bu, yine de, kadercilikle karıştırılmamalıdır: Sistemin yalanlarını ortaya sermek ve onlara direnmek için, açıktan açığı kahramanlık gerekecektir.

(Sayfa 109)

Güç, açıklık, yeryüzü

(…) Çünkü derdi dünya üzerinde uyguladığı güçle kendisini ifade etmek olan bir hayat, hayattan nefret etmeyi öğrenmiş bir hayattır. (…) Kişisel, politik, aile içi, teknolojik… Güç kullanmak son tahlilde en kesin biçimiyle dünya nefretidir; o bir "değerler kümesi"dir; o hayattan ve dolayısıyla, bizatıhî yaşayan bir şeyden nefret eden bir hayat; başka hayatların enerjileriyle yaşayan asalak bir hayat, yıkım olarak hayattır. Bu yüzden, güç bizim için en büyük tehlike, en büyük çekim merkezi, kendimizden ve dışımızdaki her şeyden nefretimizin en derin ifadesidir. Birbirimizi ve kendimizi öldürmekte kullandığımız bir araçtır güç.

(…) Kişi eğer ötekini kendine tabi kılarsa kendi benliği üzerinde de güçlü olmak zorundadır. Ötekileri hükmü altına almak için, kişinin önce kendine hükmetmesi gerekir. Ancak, sanki kendisi iki farklı şeymiş gibi, insanın "kendini hüküm altına alması" ne tuhaf, değil mi? Güç uygulayan ("irade") bir parça ve üzerinde güç uygulanan öteki parça (ona ne diyeceğiz acaba?). Demek ki, kendi üzerine güç uygulamak kendi benliğinin paraziti olmak, kendi hayatı pahasına yaşamaktır. "İrade gücü" uygulamak kendini yoksun etmek ve insanlıktan uzaklaşmaktır.

(Sayfa 118)

* * *

(…) Thoreau şöyle der;

"Güneyin hakimi olmak zordur, kuzeyin hakimi olmak daha kötü, ancak en kötüsü kendi kendinizin köle taciri olmanızdır."

Güçlü insanlar, diktatörler, genel müdürler falan, yavaş yavaş insanlıktan çıkarlar; ötekiler üzerinde her güç uygulaması benliğin denetim altına alınmasından kaynaklanır.

(…) Durmaksızın insanlar tüketilir ve sonra "iradeye boyun eğdirmek" ya da sadece öldürmek için yeni insanlar bulmak gerekir.

(Sayfa 119)

* * *

(…) bizim sorunumuz şudur: İnsan bilinci bize dünya üzerinde o kadar büyük bir güç vermiştir ki, artık dünyanın yıkımından ya da korunmasından sorumlu olan biziz. Yine, biz bilincimiz temsil/tasavvur yetimiz sayesinde doğa düzeninden kopuk, onun üzerinde bir yerde dururuz.

(…) bizi doğanın efendileri ve muhafızları konumuna yerleştiren zekâmızdır. Çünkü, unutulmamalıdır ki, bir şeyi korumak ya da tahrip etmek kişinin o şey üzerindeki gücünün ifadesidir.

(…) Artık pekâlâ yeryüzünü korumak ve kollamak zorunda olduğumuzu hissedebiliriz. Yoksa, değil dört ayaklıları ve dikilen uzun insanları, kendimizi de yok edeceğiz. Ne var ki, olaylara bu şekilde bakmanın, doğanın düzeninden mutlak anlamda kopmuşluğumuzla ilgili olduğuna dair, en ufak bir kuşku duymamalıyız.

(…) Kendi üzerimizdeki gücümüzden doğan ve sonra o güce güç katan doğa üzerindeki hakimiyetimize dayanarak, kendimiz vahşi hayata uymayı düşünüyor olsak bile, doğayı "insanileştirme" derdine düşmüşüz. Bu tam da Topal Karaca'nın Batılı'nın doğayla ilişkilerine yönelttiği eleştiridir.

"Siz –beyaz insanlar- yalnızca kanatlı ve dört ayaklı kuzenlerinizi değiştirmek ve sakatlamakla kalmıyor, bunu kendinize de yapıyorsunuz. Siz insanları yönetim kurulu başkanlarına, büro işçilerine, zamana ayarlı kuklalara çevirmişsiniz. Kadınlarınızı ev kadınlarına, gerçekten korkan yaratıklara çevirmişsiniz. Bir zamanlar böyle bir kadının evine konuk olmuştum. 'Külleri yere dökme, tütün içme, perdeleri kokutacaksın. Balık kavanozuna dikkat et, başını duvar kâğıdına sürme, saçların yağlı. Likörü masaya dökme, cilâsı çok hassastır. Botlarını temizlesen iyi olur, yerler yeni temizlendi, şunu yapma, bunu yapma…'

Bu çılgınlık… Siz kendiniz için inşa ettiğiniz hapishanelerde yaşıyorsunuz ve onlara ev, büro, fabrika adı veriyorsunuz."

(Sayfa 121)

Dikkat edin, Topal Karaca bunu yalnızca "bir hayvan terbiyesi" ya da "çevre teknolojisi" olarak almıyor, ona göre bu: Bir "benlik teknolojisi"dir.

(Sayfa 122)

Yorumlar

Yazar'ın şu sözlerine yürekten katılıyorum:

"Böylesi sistemlerin ve bütün sistemlerin, insanları yapı içinde mercilere dönüştürme işlevi vardır. Bu durum, insanların kendi başlarına gerçek olarak yaşadıkları ne varsa ellerinden aldığı gibi, hakikatin ne olduğunu söyleme yetilerini de ellerinden alır."

Bu iki cümleye -kendi karnımdan çıkardığım- şu kokan bulaşan tespiti de ekleme gereği duyuyorum:

Sistem, sadece insanların hakikati söyleme yetilerini elinden almakla kalmaz, onları hakikati söyleyen diğer bireylerden ürken ve görmezlikten gelmeye yönelten daha derin bir baskısı daha vardır. Sistem, hakikatin söylenmesini kademeli olarak imkânsızlaştırır, çünkü hakikatin etrafını ses/söz geçirmez bir konformizm duvarıyla örtmüş, hakikati ormanın derinliklerinde tek başına devrilen bir ağacın hışırtısı gibi işitilmez kılmıştır.

Açıkçası, kendi kişisel rahatını hakikatten daha değerli bulan bireyler yaratabilmiş olmak, sistemin en güçlü kozudur.

"Elbette, onları kelimenin tam anlamıyla öldürmedikçe hiç bir şey kişilerin gerçekliğini fiilen ellerinden alamaz; ancak insanlar o hale getirilebilir ki, hayatlarını sanki zaten ölüymüşler, organizmalar değil soyut varlıklarmış gibi yaşarlar."

Bu da az yukarıdaki alıntının devamıydı.

Tuvalet Bekçisi - 4 Eylül 2013 (12:34)

Yazıyı okuyunca anarşizm de fena değil diye tekrar düşünmeye başladım. Zaten uzun zamandır "anarşist-nihilist" karışımı bir ruh hâli içindeyim… Ustaların devlete ilişkin yorumlarını da görünce, "eh doğru yoldayım" diyerek kendimi yüreklendirdim.

Dolayısıyla yola devam; "anarşist, nihilist, natüralist ve de barışsever" olarak. Haydi hayırlısı, bakalım yolun sonu nereye varacak?

Macit Cününoğlu - 7 Eylül 2013 (11:23)

diYorum

 

57
Derkenar'da     Google'da   ARA