Patronsuz Medya

Geride kalan Eylül'ün tatsız tortuları

Necdet Şen - 10 Aralık 1997

Künye - Necdet Şen, Nereye? 264 sayfa,
Parantez Yayınevi 2001  


Pokara/Nepal. Yağmurlu bir gün daha. Gideceğim, gidemiyorum. Bu yağmurda yollara dökülmek olur mu canım hiç? Hem penceremden gün boyunca kıpırtısız, yağmura ve sisli tepelere bakmak da haddinden fazla eğlenceli.

Sabah duştan çıkarken Eylül ayını, yani üç ay öncesini hatırladım. Günbegün daralan bütçeme uygun bir ev arayışımı, utangaç utangaç pencerelere bakınarak sokak aralarında gezinirken kendimi nasıl zavallı, nasıl toplumdan dışlanmış hissettiğimi, piyasa ekonomisinin kıskaçları arasında tutsak ve korunmasız tutunamayanlardan birinin de ben olduğumu düşündüğümü, kaçıp uzaklaşma isteğimi anımsadım.

Kaçtım da nitekim. Gel gör ki kaçıp sığındığım bu yerlerde de aynı sürgünlük ve sığıntılık duygusuyla dolandım durdum. Oysa buralarda turist olmanın sağladığı ayrıcalıklı bir konumum olduğunu, sınırlı da olsa cebimdeki dolarların burada değer kazandığını, bu uzak sokaklarda gezinirken süper lüks apartmanların, vitrinlerin, pahalı arabaların, paraya ve kudrete tapınan tüketici kuru kalabalığın uzağında olduğumu anımsamam gerekirdi.

İhtiyaçlarının toplamını bir sırt çantasına sığdırabiliyorsa insan, her yer onun vatanı olabilir.

"Senin yine de bir vatanın, bayrağın, flaman, kulüp rozetin, kabilen, karın, metresin, 'daha fazla harca' diye paçandan çekiştiren çocukların, efendin ve çömezin olamaz böyle ısrarlı soruların ardı sıra sürüklenip durdukça. Senin yalnızca geride bıraktıkların olabilir. Gezgin de bu değil midir zaten?"

Ah bir de bir volkmenim, Cem Karaca kasetlerim filân olsaydı yanımda.

Ben kimim peki? Doğulu muyum Batılı mıyım?

Evvelsi gün Pokara ve çevresini yukarıdan seyretmek için tırmandığım Sarankot tepesinden inerken rastladığım genç bir köylü, konuşma nasıl geliştiyse "sen de Asyalıya benziyorsun ama beyazsın" gibi bir şey söyledi. Sıyırdım kolumu ve" görmüyor musun senden daha koyu tenliyim" dedim. Ama gene de değiştiremedim çocuğun fikrini. "Olabilir" dedi, "yine de sen beyazsın, ben siyah".

Tenlerimizin rengi değilse, ne peki Siyah ya da Beyaz oluşumuzu belirleyen?

Para olabilir mi?

Sokaklarda yanıma yanaşıp "Tibet el sanatları var, bir göz atmak ister misiniz" diye soran satıcılara "hayır" derken yerin dibine geçiyorum. Sanki o çelebi insanların evini barkını talan eden harami benmişim gibi.

Burada, bir villâdan farksız olan bu otelde bir ayda yüz dolardan daha ucuza kalmak mümkün. İkiyüz dolar da kayıntı parası eklesen, üçyüz dolara paşalar gibi yer içer kişnersin bu memlekette.

Ortak bir dil konusuna gelince…

"Sular seller gibi konuştuğun anadilin ne kadar yardımcı olabildi diğer insanlarla sahici bir iletişim kurabilmene? Yapacak yığınla şey dururken neden çizgi romanı seçtin sanki kendine dil olarak? Sağır kulaklara ulaşma tutkusuna bundan daha kestirme bir yol bilen var mı? Meraksız kuru kalabalığın bilincine başka nasıl bir yolla varılabilirdi? Bırak kalabalığı filân, en yakın 'dostlarına 'ulaşabildin mi konuşarak, yazarak, çizerek? Sen bu iletişimsizlik ve sağırlık yüzünden kendini hasta gibi hissetmemiş miydin orada, vasatîstanda? Balinalar gibi kendini kaldırıp suyun dışına atışın, fazlasıyla açık olan algılarının yaşadığın ortamdaki zihin kirliliğini daha fazla kaldıramayacak oluşundan değil miydi?"

"Şimdiki zamana hiç bir etkisi yoksa öykülerin romanların, yüzyıllar sonrasına kalsa neye yarar?"

"Şu anda senin yağmuru seyrettiğin ve Tenten okuduğun şu saatlerde 'niyet tavşanları' belki televizyondan, belki yazılı basından izledikleri küçük kısır iç siyaset itişmeleriyle, her dönemeçte bir yenisi icat edilen 'dahilî ve haricî bedhahlar' hakkında her günkü basmakalıp, sade suya tirit yavelerle ezber tazeleyip güne başlıyor olabilirler. Kampanyalara endeksli kamu vicdanı, şu ya da bu skandalla galebe çalıyor da olabilir. Hatta belki bir yerlerde birisi, öylesine akıp giden düşünceleri arasında bir anlığına 'yahu bir zamanlar bir necdet vardı, sonra kayboldu gitti' diye düşünüp, ardından bir sigara yakıyor ve başka bir konuya atlıyor da olabilir."

Pokara'da öğlen olmak üzere, memleketimde sabahın dokuzu. Günaydın Türkiye; güzellik uykunu böldümse kusura kalma.

* * *

Bir türkü tutturdum efkârıma katık olsun diye:

"But I feel I'm growing older
And the songs that I have sung
Echo in the distance
Like the sound of a windmill goin' round
I guess I'll always be a soldier of fortune."

* * *

Oteldeki diğer üç yabancı gidiyor. Sanırım artık bu binadaki son kişi benim. Tek başıma otel kapattım.

* * *

Derken bazı tanıdıklarım geçti aklımdan. Güvenli kafeslerinde zaaflarına tutsak, mürekkep yalamış itaatkâr kuzucuklar. Özgürlüğe ve erdeme meftun, ama bedelini ödemeyi göze alamayan; ve benim ödemekte olduğum bedele (öğrenmenin bedeli), kendi yolumda sabır ve inatla yürüyüşüme hem hayranlık duyan, hem de en ikna edici ses tonlarıyla beni bu 'yanlıştan' döndürmeye çalışan fazlasıyla 'makul' insanlar. Sıradanlığın sultasına direnen, kabına sığmaz bunalan ruhum.

Sonra en son oturduğum evin sahibini düşündüm yağmura bakarak. Eylül sonunda kendisine telefon edip kira artışını karşılamaya bütçemin elvermeyeceğini, bu nedenle evi boşaltacağımı bildirdiğimde üzülmüş, tüm iyi niyeti ve nezaketiyle "iyi şanslar necdet bey, inşallah siz de başarılı olur, bir ev alırsınız" demişti.

Ben 'başarılı' olmadığımın hep farkındaydım zaten; ama bunu bir apartman dairesinin tapusuna bağlamak o ana kadar pek aklıma gelmemişti. Başarı sözcüğünün taşıdığı alt anlamları hep kurcalamış, eyyama ayak uydurma ve önüne atılan kemiği kapma göreneğini elimin tersiyle iterken bu üstyapının yakıştırdığı o tür cilâlı sıfatları da reddetmiştim. Zaman zaman beni pohpohlamak için 'başarılı olduğumu' söyleyen insanlar, neden kendilerini hırçın bir üslûpla yanıtladığımı pek anlayamazlardı. Başarı ve sportmenlik kardeş sözcüklerdi benim gözümde.

"Yan kulvarlardaki hırslı çocukların diş gıcırtılarına kulağını tıkamadan nasıl başarılı olunabilir ki bu yarış ahlâkının içinde? Her türlü şan şöhret, mevkî, mal mülk, iktidar, zafer, fetih, fatih söyleminin altından sırıtmakta olan 'düzenin eteğine sımsıkı yapış, yanındakini dirsekle, önünde gideni çelmele' buyruğuyla ne alışverişin olabilir?"

Başarı ha?

Bir gün gömüleceği mezarı bile daha hayattayken satın alıp, en pahalı mermerden yaptırdığı mezar taşına adını, soyunu sopunu, doğum tarihini, 'ruhuna fatiha' yakarısını peşinen yazdırıp, ölüm tarihinin konacağı yeri şimdilik boş bıraktıran 'başarılı'insanları düşündüm gök gürültülerini dinlerken. Kentlerin mutena semtlerindeki merkezî ısıtmalı, asansörlü, bekçili, elektronik barikatlı, çelik kapılı, blok apartman ve karşı site manzaralı, balkonsuz bahçesiz kedisiz serçesiz kabirlerinde televizyon seyrederek zaman dolduran ve kim bilir hangi kirlenmişliğin verdiği bilinç dışı rahatsızlıkla temizlik müstahzarlarına küçük servetler yatıran, ilgisizlikleriyle (ya da müfrit ilgileriyle) histerik yaptıkları çocuklarının üzerine abanarak anlamsızlığın içini doldurmaya çalışan 'normal' insanları, onların bu kabirleri satın alabilmek için heder ettikleri zamanı, kaçtıkları özgürlüğü, merakı, yıldızları, yağmuru, daha uzak ülkeleri, arınmaya ve ruh dinginliğine giden yoldaki dikenleri, yalnızlık basamaklarını düşündüm.

Atman ne yana düşer usta?

Sonra da "artık evlenmek gerek" deyip evlenen, karısı kazara hamile kaldı diye baba, kocasını eve bağlamak için anne olan, masrafları karşılamak adına kendisini köleleştiren bu düzenin kapısında buyruklara itirazsız boyun eğen ve zaman zaman ruhunda kıpırdanan isyan duygusunu "ne yapalım, düzen böyle kurulmuş, idare etmek gerek" telkiniyle susturan akıl fikir mevkî itibar sahibi mazbut insanları düşündüm. Ve ucuz bir ev bulabilir miyim diye, umutsuzca, pencerelere bakmaya dahi utanarak gezinirken, kendimi sahiden de 'bir baltaya sap olamamış, başarısız, hayat bilgisi dersinden sınıfta kalmış' biri gibi gördüğümü anımsadım.

Eşiğinden adımımı attığım anda, sırtında yorganıyla doğudan gelmiş mevsimlik işsizler kadar eziklik duyduğum emlâkçı dükkânında, aşağılayıcı bakışları sineye çekmeye çalışarak, bu dünyada bir emlâk komisyoncusuna söylenebilecek en sefil, en yüz kızartıcı sözü, "ucuz bir ev arıyordum da" cümlesini ve tombul kadının eliyle dekoltesini kapatarak "bizde yok ondan" deyişini, kuyruğumu kıstırıp dükkândan dışarı süzülüşümü ve hiç adetim olmadığı halde gündüz gündüz rakı içişimi anımsadım.

Onu izleyen günlerde de arabama atlayıp ucuz ev bulmak için önce yakın, sonra uzak, sonra daha uzak, derken en uzak semtlerde serseri mayın gibi dolanmış, uçsuz bucaksız kentte tuğla ve beton yığınları arasından geçerek sıvasız duvarlara, kapalı kapılara, sardunyasız pencerelere bakmış ve şaşakalmıştım. Her gün evle plaza arasındaki dar koridoru kendimi dünyanın merkezi sanarak arşınlarken, hiç geçmediğim yollarda bensiz devam eden on milyon ayrı hayat varmış meğer. Ve şimdi ben zırzıppa sokakta kalmak üzereyken de o hayatlar kendi eksenlerinde dönmeyi sürdürüyordu işte; umurlarında bile değildim. Çok acımasız bir çarktı bu. Ama yine de talihli sayılırdım, en azından benim seçme şansım olmuştu; dekanlarla, bakanlarla, büyük patronlarla, meşhur aşüftelerle ve diğer zevatla aynı açık büfelerden çöplenme, aynı ekranda ve sütunlarda poz kesme fırsatı tanınmıştı, bu uğultuya bîat etseydim.

Akşama doğru yüksek bir tepeden uçsuz bucaksız çatılar ormanını izlerken, oradaki hayata yabancılaştığımı, benim reddettiğim kemiği kapmak için her şeyi yapabilecek ve seçtiğim yolu nasıl anlatırsam anlatayım, anlamamakta inat edecek olan milyonlara söyleyecek bir sözümün kalmadığını fark ettim. Onlar orada kendi hayatlarını yaşıyorlardı işte. Bana gelince, yeryüzü cennetinden kaçmış bir 'kaçık' idim sadece.

Uzun sürmüş derin bir uykudan uyanır gibi olmuştum geçen Eylül ayında, "bizler kuklacının elindeki oyuncaklardan başka neyiz ki?" diye sormuştum uçurumun kenarında durarak.

Kendimize ait bir hayatımız var sanıyordum; yanılıyordum.

Bazılarımız kendini Müslüman, bazılarımız Hıristiyan diye biliyor, bazılarımız Ateist falan geçiniyor, hatta bazılarımız kendince düzene başkaldırıyor, ama sonra hepimiz aynı Tanrı'nın tapınaklarında yan yana saf tutup, yerlere kapaklanıyorduk. Artık tek bir din kalmıştı dünyada görüntünün ötesine bakıldığında; o dinin adı Kapitalizm, tanrının adıysa Para'ydı; işyerleri ve pazaryeri ise o dinin tapınakları.

Ve reklâmlar; cüz cüz inen şeytan ayetleri. Hep birlikte terennüm ediyorduk: 'harca, harca, harca; domal, domal, domal.' İşyeriyle pazaryeri arasında seğirterek geçen ömrümüzü bize ait sanarak ve onu tüketim çarkının dişlileri arasında heder ederek geçip gidiyorduk düş perdesinden. Ceplerimizde renk renk kredi kartları, bir emaneti ('kazandığımız' söylenen parayı) vezneyle kasiyer arasında gezdirerek ve ne boka yarayacağını pek kestiremediğimiz birtakım ıvırzıvırı kan ter içinde evlerimize taşıyarak tüketim düzenine kulluk ediyorduk.

Bizler, mübarek Para hazretlerinin yırtıcı ve sofu cemaati, içimizdeki kâfiri (sağduyumuzu) boğazlayarak çıkıyorduk yola. Acımasız tanrımızdan bolluk ve merhamet dileniyor, ağzımızdan salyalar aka aka yerlere kapaklanıyorduk hayatımızın çarkını hiç sorgulamadan. Bizim 'kurulu düzen' sofuluğumuz tüketim canavarını büyütüp semirtirken silindirin altında ezilen yine biz oluyorduk. Gizli ve açık reklâmların kamçıladığı isteklerimizin kurbanları, biz (doymak bilmez iştahımızın çarmıhına gerili çocuksu İsa'lar), nedenini anlamaksızın acı çekip duruyorduk. Birbirimize tos vuruyorduk o acıyla. Dostlukları, çıkarsız sevgiyi pas geçiyorduk.

Yağmur, ne zaman kesileceksin? Ne zaman yol vereceksin yırtık pabuçlu aç seyyaha?

Birden kemikleşmiş yalnızlığım geldi aklıma. Hayatımdan gelip geçen, isimleri telefon defterimden silinen arkadaşlar, tedavülden kalkmış 'can-dostlar' sökün etti zayıf hatıralar arasından.

Üç tane sırt çantalı şaşkın geldi otele. Az önce gidenler olmasın?

Derken kadınları düşündüm; tenlerini, dudaklarını, soluklarındaki meyva sebze jiklet izmarit ya da çürük diş kokusunu, irili ufaklı memelerini, etli popolarını, bakışlarındaki daveti, meydan okuyuşu, sinsiliği. Aynı yastığa baş koyduğum ya da sadece arzulamakla yetindiğim dişileri ve onlarla niçin uzun ilişkiler kuramadığımı düşündüm. Ve sonra kim bilir hangi televizyon filminden aklımda kalmış bir cümleyi anımsadım:

"Teflon gibiyim, hiç bir kadın bana tutunamıyor."

Bir melâl çöktü omuzlarıma ve bir türkü tutturdum:

"Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde."

Sonra "ben niçin bu kadar çok düşünüyorum" diye düşündüm. Yalnız biri olduğum için mi? "Niye yalnızım?" diye düşündüm. Çok düşündüğüm için mi? Düşündüm düşündüm, bir türlü işin içinden çıkamadım.

"Ben, niçin benim?" diye düşündüm. Hep düşünürüm zaten bunu. Çok mantıklı yanıtlar bulurum; ama ertesi gün o yanıtları da beğenmem, gene düşünürüm.

Arada sırada huruç eyleyip bir gazetede filân yazıp çizmeye başladığımda adıma gönderilmiş süslü bir zarf gelir. Çoğaltılmış bir mektup çıkar içinden. Efendim, Who Is Who (Kim Kimdir) kataloğuna lûtfedip beni de koyacaklarmış; kısa özgeçmişimi ve fotografımı filân istiyorlarmış. Her seferinde çöpe atarım bu mektubu. Gene gönderirlerse gene çöpe atacağımdan hiç kuşkuları olmasın. Kimsem kimim; kime ne? Ben biliyor muyum acaba kim olduğumu?

Pokara'daki bu otel odasından yağmurla sırılsıklam bahçede gölcükler oluşturan suyu, bağırsak gurultusunu andıran göksel sesleri izlerken, şu anda Feneryolu'nda Moda'da Bostancı'da olsam ne fark ederdi diye düşündüm. Kulağım telefonda ya da kapı zilinde, umut ederek, üzgün, mütevekkil, münzevî oturuyor, belki de bir şeyler okuyor ya da yazıyor olacaktım. Peki ya şu anda ne yapıyorum?

Sanırım tek eksiğim yalnızlığıma eşlik edecek sıkı bir rock tınısı.

Ya Dost, şu anda nerededir, ne yapmaktadır acaba? Mutluluğu arayan iyi kalpli bir çocuk olduğundan pek kuşku duymadığım bu arkadaşımın iletişim tarzındaki kendi kendini çelmeleyen önyargıları, kim bilir hangi korkutulmaların ürünü olan istinat duvarlarını anlamaya çalıştım. Bağımsız ruhlu, gururlu, uygar, ama galiba biraz özgüvenden yana zayıf bir insandı. Hiç kuşku yok ki o da bundan çok daha iyisine lâyık. Umarım bulur aradığı neyse.

Umarım ben de bulurum.

Kozamdan dışarıya kafamı uzatıp toplum içine karıştığım ender zamanlardan birinde ansızın karşıma çıkıveren bir aynada gördüğüm yüzümde yakaladığım gıcık bir ifadeyi anımsadım sonra. Nasıl da şaşırmıştım. Benim yüzüm o değildi ki. Derinlerde saklı kırılgan çocuk ruhumu incitici sözlerden esirgemeyi amaçlayan bir zırhtı bu belki. Birkaç yıl önce bir okurum "sizinle tanışmayı epeydir istiyordum, ama duruşunuzda öyle mesafeli bir hava var ki, terslersiniz diye çekindiğimden uzun süre yaklaşmaya cesaret edemedim" dediğinde de şaşırmıştım. Hiç farkında değildim öyle ulaşılmaz görünümlü biri olduğumun. Meğer ne kadar farklı bir çehre görüyormuşum aynada dişimi fırçalarken, komik suratlı oğlan çocuğunu meğer nasıl sarıp sarmalıyormuşum kötü titreşimlerden etkilenmesin diye.

Gidip dünkü lokantada akşam yemeği yedim. Acıktığımdan değil sıkıldığımdan, dışarı çıkmış olmak için. Lokantacıya tekrar otobüs saatlerini sordum. Üşenmedi gitti, yandaki acentedan öğrenip geldi. Pokara haritasını getirdi (dün de yapmıştı bunu) otobüse bineceğim noktayı gösterdi. Adamcağız beni gitmem için ikna etmeye çalışıyor neredeyse, bense yeni bir yolculuğa çıkmamak için bin dereden su getiriyorum. Buna ne demeli, "yollarda yaşamak istiyorum" diye nağmeler düzen adamın bu çelişkisine? Adımını attığı her otel odasına postu serip sekiz on gün kalan bezgin gezgin, kıpırtısızlığa isyan eden ve kıpırdanmaya üşenen zoraki yolcu, bendeniz cennet kuşu.

Rupiler de sınıra dayandı, artık rupi mazeretim de kalmadı yola çıkmamak için. Pokara'daki otel odasına tutunamazsın 'gezgin'. Doğrusu şu ki, sen hiç bir yere tutunamazsın. Nereye gidersen git, karşında aynı tedirgin hayaleti bulacaksın. Sen en iyisi evine dön.

"Find a girl, settle down;
if you want you can marry.
Look at me, I am old,
but I'm happy."

Sonunda gidip Sunoli biletimi aldım. Hiç acımadı. Günlerdir tepeme çökmüş olan sıkışıklık duygusu hafifledi. Çantam hazır, sırada otel ücretini sopa yemeden ödemek ve beni sabah altıda uyandırmalarını rica etmek kaldı.

"There's a way and I know,
that I have to go away.
I know, I have to go."

Bu türkü de din kardeşimiz Yusuf İslâm'ın Cat Stevens diye bilindiği günlerden kalma. Bu kopuş ve rüzgârla sürükleniş türküleri şu sıralardaki halet-i ruhiyeme cuk oturuyor. Karambolden kırkbir gol yediğim ilk kırkbir yılımı anımsattığı için mi, bilemiyorum.

Kırkbir kere maalesef!

* * *

Nereye'nin yazılış öyküsü →

Yorumlar

Aynadaki ben miyim? Hayır, o kişi ben olamam, belki de benim bir kırılmamdır. O bense, eylemde bulunan kim? Eyleyen ve aynadaki kişiler birbirine pek benzemiyor. Bulmam lâzım yolunu bir şekilde, ne birleştirecek aynadakini eylemde bulunan ben ile. Hayat benim için, büyüdükçe, okudukça zorlaştı. Ben basitliği aradıkça, bölündüm, karmaşıklaştım, kafam karıştı. Huzur bulmak galiba bu bölünmüşlüğü onarmakla mümkün. Peki bu nasıl olacak? Ben nerede, nasıl tamlayacağım, neye evireciğim kendimi? Ah bir bilsem bu nasıl olacak! Yolculukla mı? İnsanlardan uzaklaşarak mı? Daha az tüketerek mi? Severek mi? Giderek mi? Terk edilerek mi? Ölümü düşünerek mi? Ağlayarak mı? Bunların çoğu başımdan geçti. Ama bir türlü hafiflemedim daha da ağırlaştım, kitapla toplum arasında gidip geldim. Bazen birini haklı çıkardım, bazen ötekini, şimdilerde ise denge kurmaya çalışıyorum ikisi arasında. Sildim yazdıklarımı, sonra yeniden yazdım bunları.

Cümlelerarasıgülümsemedurakları - 2 Şubat 2009 (20:44)

Her girdiğim kitapçıya soruyorum "Nereye?" isimli Necdet Şen'in kitabı var mı? Diyerek. Başka türlü nasıl teşekkür edilir bu cümlelere bilemiyorum.

İlker Gökçen - 6 Şubat 2009 (02:36)

Bir ara online kitap sitelerinden birinde kitabınızın altında bir yorum görmüştüm. Bilmiyorum hâlâ var mıdır?

Özetle "ben bu kitabı seyahat rehberi zannedip almıştım, meğer Necdet Şen kırkına gelip de bir ev sahibi olamama kompleksini anlatıyormuş" gibi bir şeydi.

O yorumu okuyunca yazarlığın ne kadar umutsuz bir iş olduğunu düşünmüştüm. "Bu mudur yani onca sözden sonra anlaşılan şey" diyesi geliyor insanın.

Hani bir yazınızda siz de diyorsunuz ya "meramını ne kadar iyi anlatırsan anlat, herkes kendi beyninin ışıltısı kadarını alır" diye, tam da ona örnek olsun diye yazılmış gibi bir yorumdu o yorum.

Nereye'yi ilk çıktığı zaman alıp okumuştum. Şimdi bu bölümü burada tekrar okuyunca o komik yorum aklıma geldi, paylaşayım dedim.

Semiha Tolon - 4 Mart 2009 (15:42)

Sn. Necdet Bey, Nereye adlı kitabınızı bir arkadaşımın ısrarlı tavsiyesi üzerine çevremdeki tüm kitapçılara sordum, ancak bulamadım. Arkadaşım da kendindeki kitabı okumak için bile olsa, vermiyor.

Yanlış anlamazsanız, siz ya da yayıneviniz bu tür durumlarda posta yoluyla ve ödemeli olarak gönderebiliyor musunuz diye soracaktım…

P. S. Ben de bu aralar uzak doğuya bir seyahat planlıyorum.

Turay Güven - 26 Mart 2010 (18:20)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

462
Derkenar'da     Google'da   ARA