Birdenbire uyandım. Sokakta yeri göğü inleten bir velet feryadı.
Hava karanlık daha. Gecenin kaçı, bilemiyorum. Başucumdaki saate baktım, sabahın beş buçuğu. Bu saatte nedir acaba? Cinayet mi? Cinnet mi? Daha beteri mi?
İnsan böyle anlarda bir süreliğine de olsa kararsızlık yaşıyor:
- Şimdi bu gerçek mi yoksa az önceki rüyanın devamı mı?
Ama feryat kesintisiz devam ediyor. Aralarda mırıltıdan hallice kısa kesik yetişkin konuşmaları… Ve sanırım rölantide çalışan bir arabanın motor vınıltısı…
Birden ayıldım.
- Ulan, yoksa çocuk mu kaçırıyorlar?
Mahallenin zaptiyesiyim ya, don paça fırladım yataktan. Terlik bile yok ayağımda, yallah sokağa.
Bir servis minibüsü var kapıda. Motoru çalışır durumda bekliyor. İçinde süt dişleri yeni yeni çıkmaya başlamış üç beş tıfıl. Minibüsün loş ışığında yüzlerini görüyorum; uykulu hepsi. Sabahın köründe karga kabahatini yemeden sıcak yataklarından kaldırılıp, giydirilip, minibüse doldurulup, uzak semtlere postalanıyorlar. Kesimhaneye götürülen kurbanlık süt kuzuları gibiler. Yüzlerinde bu erken yaşta tanıştıkları mağlubiyet ve yılgınlığın tortuları.
Aklıma ilk gelen soru: "Bu kadar ufak çocukları hangi vicdansız bu saatte annelerinden koparıp bu minibüse doldurabilir?"
Sorulur mu? Tabii ki anneleri.
Bizim yan bloktaki Yarmagil ailesi de kendi çocuklarını bu minibüse bindirmek için meydan muharebesi yapıyor. Çığlık onların veletinin çığlığı. Binmemek için direniyor ufaklık. Küçücük cüssesinden beklenmeyen bir direnme gücü sergiliyor. Yerlere atıyor kendini. Debeleniyor. Bahçe duvarındaki uçları temrenli demir parmaklıklara yapışıyor. Yalvarıyor. Sövüyor. Haykırıyor.
Kıpkırmızı olmuş. Basbayağı sinir krizi bu. Bu yaşta böyle bir yarılmayı yaşamak zorunda çocuk. İç dünyası kanırta kanırta ikiye bölünüyor. Tanık olmayı hiç istemeyeceğim bir manzara.
Anne ve baba seslerini yükseltmeden çaresizce ikna etmeye çalışıyorlar oğlanı minibüse binsin diye.
- Bak, orda da senin gibi arkadaşlar var. Birlikte şarkı söyleyeceksiniz.
- İstemeeem! Göndermeyin beni!
- Ama bak…
- Gitmeeem!
- Bak çocuğum, orası ana okulu. Herkes gidiyor. Senin de…
- Ben istemiyorum! Ne oluuur! Yalvarırıım!
Sanırsın ki kesilmek için mezbahaya gönderiliyor süt kuzusu.
Evet, belki de öyle. Ya da belki daha beteri. Minicikken annesinden koparılıp hiç de talip olmadığı bir yarışa sokuluyor. Bunu arzulayıp arzulamadığını ona soran yok.
* * *
Sonunda servis aracı meydan muharebesini anneyle baba kazandı. Çocuğu bavula tıkıştırır gibi servise bindirip, başlarından savuşturdu Yarmagil çifti. Maçın ilk raundu onların. Bravo!
Suratlarında yeşil erik yemişler gibi ekşi bir ifade, "günaydın" bile demeden evlerine girdiler. Kafalarını çevirip bakma gereği bile duymadılar yataktan fırlamış o sersem sepelek halime. Belki de utandılar.
Kös kös kendi evime girdim ben de. Ayaklarımın altını küvetin içinde yıkayıp yatağıma geri döndüm.
Üftade merak içinde bekliyor.
- Neymiş?
- Hiç. Yan taraftakiler. Çocuğu ana okuluna başlatıyorlar.
- Zaten annesi olan bir çocuk neden ana okuluna başlatılır ki. Kadın bütün gün evde.
- Belki tırnaklarına oje sürerken konsantrasyonu bozulsun istemiyordur.
Birlikte "hasbinallah" çekip vurduk kafayı yastığa. Kalkmamıza daha iki saat var.
Biliyoruz aslında ikimiz de minicik çocukların neden ana okuluna yazdırıldığını. Kızgınlığımızdan öyle şeyler söylüyoruz.
* * *
Uzun zamandan beri titizlikle gözettiğim bir konforum var benim; çocuklu ailelerle teşriki mesai yapmaktan kaçınıyorum. (Tabii küçük çocukluları kastediyorum.)
Sebebi gayet net, okumuş çiftlerin "çocuk yetiştirme" stillerine alerjim var. Her seferinde sinirlerim bir kez daha ayağa kalkıyor.
Mini mini yavruları tenzih ederim; benim sorunum tamamen anne ve babalarla. Onların anne baba olma durumunu algılayış ve yorumlayış tarzlarıyla.
Manyaklık derecesinde bir bebesantirizm, her şey hap kadar bir veletin anlık kaprislerine endeksli. Hem seni ısrarla davet edip hem suratına doğru dürüst bakmama hali. Dikkatleri hep çocuğun üzerinde. Sanki ufak bir esintiyle dağılabilecek bir buğu mübarek. Hem soru soruyor hem cevabını dinlemiyorlar. O esnada ufaklık "anneeee" ya da "babaaa" diye eteklerine yapışmış. Sanırsın ki orada "mükemmel annebaba show" yapılıyor, sen stüdyo konuğusun.
Ve tabii ki aslolan dünyanın birinci harikası yerden bitme velet, geriye kalan herkes dolgu malzemesi. Nereye gidileceğine, ne yeneceğine, televizyonda hangi kanalın açılacağına, ne zaman konuşulup ne zaman susulacağına hep çocuk karar veriyor. "Yapma çocuğum" demek çok ayıp. "Uslu dur" demekse külliyen kepazelik. Modern anne ve babalar sanki uzaydan yeni gelmiş ve misyonu dünyaya yeni bir uygarlığın temel ilkelerini tanıtmak olan öncü koloni gibi, çocuk büyütmenin kitabını sıfırdan yazıyorlar. Biz de öğreniyoruz sevabına.
Sanırsın ki onlardan önce hiç kimse çocuk büyütmemiş. Nedir ulan? Tutuşturursun veletin eline bir parça ekmek kabuğu, sümüğü aka aka, tozun toprağın içinde düşe kalka büyür işte. Biz öyle büyüdük. Belki Mozart da öyle büyümüştür. Büyük İskender de. Cengiz Han da. Tolstoy da. Hegel de. Çocuk zaten kendi kendine boy atar. Sen yakınında durursun sadece zıçtığında mokunu paklamak için. Ne bu telâş? Kime gösteriş yapıyorsun?
Ve tabii ki bol bol kitap karıştırıyorlar bu işi "kusursuz" yapmak adına. Kitaba bakıyorlar ya, haliyle her şeyi herkesten iyi biliyorlar. Kimsenin önerisine ve mensubu oldukları gezegenin on binlerce yıllık birikimine ihtiyaçları yok. Özellikle de kendi anne ve babalarınınkine. Onlar cahil, ne bilirler ki?
"Seni kim büyüttü peki" diye soramıyorsun. Alınıyorlar. Sanırsın dünyaya gelen ilk çocuk kendi çocukları. Cesur Yeni Dünya'nın ilk ve en harika "Alfa" prototipini yetiştirmek gibi kutsal bir misyonla donatılmışlar.
İşyerlerinde -herkesten fazla, en fazla- para kazanabilmek için kıçları çıkıyor. Çıkan kıçlarını kıvırıp tekrar içeri yerleştiriyor ve para kazanma farızasını kaldıkları yerden ikmal ediyorlar.
Çok lâzım çünkü para. Kutsal bir görevleri var; çocuk büyütülüyor. Yerden bitme bızdığa plastikten mopedler (bir de yetmez beş tane, beş de yetmez yedi tane), peluştan ayılar (en küçüğü bızdığın iki katı), benim kuşağımın hiç bir zaman sahip olamadığı, sahip olsak da kullanmaya kıyamayacağımız kadar pahalı resim defterleri, renk renk boya kalemleri, tek kullanımlık boyama kitapları, legolar, pusetler, çocuk odaları, elektrikli ıvır zıvırlar, pilli bilmem neler, birkaç ay sonra ufak gelip ıskartaya çıkartılacak olan şık giysiler, foklar füsürler kıvırlar zıvırlar satın alınacak. Çocuk onları hediye edildiğinin üçüncü dakikasında ya kırıp atacak ya da bir yerde unutup yeni oyuncak isteyecek. Evin içi o pahalı döküntülere (oyuncaklara) basıp tökezlemeden yürünemeyecek kadar tıka basa dolu olacak; ki annebabalık ibadeti kusursuz eda edilebilsin.
Bunlar da yetmeyecek tabii; en pahalı kartonlara basılmış ve içleri dünyanın en fosuruktan pop kültürüyle şişirilmiş (3-6 yaş zekâ seviyesine hitap eden) "çocuk yetiştirme kitapları" satın alınıp, oradaki öneriler uygulanacak:
- Eveeeet, bugün ne yapıyoruz? Bahçeye havuç dikmece oynuyoruuuz.
Havucun neye benzediği kitaptan gösterilecek çocuğa. Halbuki içerideki devasa buzdolabının derin dondurucusunda sahicisi de var.
Plastikten havuçlar polimer kilden üretilmiş yapay toprağa dikilecek. Beş dakika geçmeden veletin ilgisi kaybolacak, haydi hepsi çöpe…
Çocuk her zırladığında -ki hep zırlar bunlar ebeveynin egosuyla orantılı olarak- hangi konumda olursa olsun, yerinden zıplayıp dünyanın en mühim insanını ağırlar gibi çocukla muhabbete tutuşulacak. Misafirler kendi kendine oyalanabilir nasıl olsa. Havada asılı kalan cümleler tamamlanmasa da olabilir.
- "Yahu siz ne yapıyorsunuz Allah'ınızın aşkına?" diye soranlara "sen anlamazsın, çocuğun yok ki" diye bilgiçlik taslanacak.
Sonradan görmeliğin son raddesi, diyeceğim de, çekiniyorum.
Yani kısacası, "harika çocuk" olarak formatlanıp vitrine oturtulmaya karar verilmiş her bastıbacağın çevresinde, onun zırlamalarına ve diğer huysuzluklarına endeksli bir yaşam süren yetişkin kolonisiyle yaşanacak ve hayatın akışı tamamen bu eşsiz çocuğun "mükemmelen" yetiştirilmesine odaklanmış bir proje olarak sürüp gidecek.
Ben böyle zor ve soylu işlerin adamı olmadığım için, ne çocuk yapmayı aklımdan geçirdim bugüne kadar, ne de o tarz pilot bölge projelerinin yanından yöresinden geçtim.
O muhteşem çocukların "yaratıcısı" olan arkadaşlarımla kırk yılda bir yolum kesiştiğinde de çoğunlukla benzer mavraları dinlerim.
- Ah, çok kaygılıyım, biliyor musun…
- Niye?
- Ya çocuğum ileride mutsuz olursa?
- Nasıl yani?
- Ya aşık maşık olursa? Ya bir kötüye düşüp de ya hayatının geri kalanında başarısız bir insan olursa? Ya okumayıp serseri olursa?
- "Sana mı düştü iki yaşındaki çocuğun büyüyünce aşık olup olmayacağının tasası? Düşe kalka büyür çocuk dediğin. Çok korkuyorsan kavanozda yetiştir" demek geliyor içinden ama alacağın cevap malûm:
- Ah, o öyle olmuyor işte. Senin çocuğun yok tabii, anlayamıyorsun.
Gerçekten de hiç anlayamıyorum. Çocuğum olmadığı için dünyanın en kalın kafalı insanıyım. Halbuki şaşıp yanılıp bir bızdık peydahlasaydım zekâm tavan yapacaktı bütün bu zevat gibi.
- Örnek bir evlât yetiştirmek istiyorsak, kabahat mi sence?
Estağfurullah. Kâinatla sidik yarıştırmak ve geleceğin Tansu Çillerlerinin Ertuğrul Özköklerinin annesi babası olmayı arzulamak neden kabahat olsun? Benim annem bile -seçme hakkı bulunsaydı- benim annem değil de Beyazıt Öztürk'ün annesi olmak isterdi her halde.
- Bak, ne güzel paralar kazanmış, arabalar köşkler almış, hem de reklamlarda oynuyor.
Arkadaşlarım da böyle "harika" çocukların annesi babası olmak istiyor sanırım. Bu hakirin bir sürü yetenekle dünyaya gelmiş olup gene de para kazanmayı beceremiyor oluşunun yarattığı dengesizliği de cep telefonlarını ve araba anahtarlarını bipleterek, yazlıklarından, yatırımlarından, borsadan, harcadıkları paralardan bahsederek telâfi etmeye çalışıyorlar.
Kendi çocuklarını etraflarındaki diğer çocuklarla kıyaslayıp 10 üzerinden kanaat notu veriyorlar. Çocuğa da tebliğ ediyorlar bunu, her halde hırs bassın, yarışa daha da asılsın diye.
Bir tanesi aynen şöyle demişti bir aralar:
- Bizim kız hiç idealimdeki gibi bir çocuk değil.
Kayınbiraderinin kızı Simlâ, hem piyano hem aykido hem tiyatro hem yüzme hem bale hem bilgisayar hem fransızca hem bilmem ne kurslarına gidermiş, ayrıca notları da hep yıldızlı pekiyi imiş. Halbuki kendi kızı gamsızmış. Ona kalsa mümkünse bütün gün bebekleriyle oynamak istermiş. Hırslı değilmiş. Rekabet duygusu gelişmemişmiş.
Vah vaah!
Benim hırslı bir çocuğum olsaydı, içtenlikle üzüntü duyar ve "nerede yanlış yaptım" diye kendimi sorgulardım; arkadaşım "öyle değil" diye dertleniyor.
* * *
Hele bir tanesini tanıdım ki, örnek vaka diye inceleyeceksin bunu tımarhanelerde.
Kadın Rus, adam Türk. Çocuğu Amerikan pasaportu taşısın diye özellikle Amerika'da doğurmuşlar. Kadın çocukla sadece Rusça konuşuyor, adam sadece Türkçe. Karıkoca birbirleriyle İngilizce konuşuyorlar. Çocuk tabii her üç dili de öğrenmek zorunda. Şimdiden kazana dönmüş kafası. Ama annebaba çok memnun bu durumdan. Daha emeklemeye bile başlamamışken üç dilde birden "agu" demesinden dolayı pek bir gururlular. Neden oldukları şizofrenik hasarı başarı olarak görüyorlar.
Kaç yaşında hangi zımbırtıyı çalmaya başlayacağı, kaç yaşında hangi okulun sınavına sokulacağı bugünden planlanmış zavallı yavrucağın. Bir tek üstünde barkodu ve son kullanma tarihi eksik.
Bunun hazin bir başarı öyküsü olacağını şimdiden hissedebiliyorum. Allah sonunu hayırlı getirsin.
* * *
Bu proje çocukların bazılarının biraz büyümüş hallerini de gördüm daha sonraki yıllarda. Kız olanları genellikle böğürür gibi konuşuyor, höykürür gibi gülüyor, ayı yogi gibi yürüyor, işittiği her söze "iğraaanç" diye tepki gösteriyor ve suratlarında sahiden de hiç değişmeyen bir "hepinizdan iğreniyoorm yaaa" maskesiyle dolanıyor. Oğlan olanlarıysa eline geçen her türlü abur cuburu ağzına tıkıştırıyor, ayaklarını insanların burnuna uzata uzata oturuyor, AMK'sız cümle kuramıyor. Hem oğlanda hem kızda saygı maygı hak getire; karşılığı aynî ya da nakdî olarak ödenmedikçe hiç kimseye selâm vermiyorlar. Dar bir kaldırımda karşılaştığında yana çekilip yol vermezsen omuz vurup seni yola düşürüyor bazıları.
Kötü çocuklar değiller aslında; dünyanın en "aydın" anne ve babaları tarafından yetiştirilmek gibi şanssız bir tarafları var.
Çocuklarını birer doktora tezi gibi algılayıp, "ha" dedikleri yerde han kurmuş olan bu anne babalar, ortaya çıkan feci sonuca bakıp bakıp şişiyorlar sonraki yıllarda.
Bu anne ve babaların çoğunluğu üniversite mezunu ve piyasadaki en entel gazeteler hangisiyse onları alıp sanat kültür sayfalarını bakıyorlar.
En azından benim yaşadığım çevrede böyle bu. Başka muhitlerde nasıldır, bilemem.
* * *
Belki komşu galaksileride çocuklarını işin cılkını çıkarmadan ve kendi şişkin egolarının tadil edilmiş birer simülasyonu gibi algılamadan yetiştiren anne ve babalar da vardır. Ama buralarda, imkânları elveren her ebeveynde gördüğüm -ve bir yere kadar anlaşılabilir bulduğum- bir zaafa değinmeden geçemeyeceğim.
O zaafın kod adı: OAO.
Açılımı: "Okusun, Adam Olsun."
Adam'dan kasıt: Mühim biri olmak. Ve tabii gelir düzeyi.
En fakirinden en zenginine kadar hemen hemen her ebeveynin ortak düşü bu.
Rahmetli babam "kapımdaki köpeği bile üniversite mezunu yapacağım; gerekirse sırtımdaki ceketi satarım bunun için" derdi. Samimiydi de. İki abim de onun zoruyla üniversite diplomasını aldı. Biri subay biri savcı oldu. Oysa subay olan (rahmetli) abimin hayalî doktor olmak, savcı olanınkiyse ressam olmaktı, onlara fikirleri sorulmadı.
Bir ben acıttım babamın canını bu konuda. Daha ortaokul yıllarında "okuldan sıkıldım, devam etmek istemiyorum" demeye başladım. Çok öfkelendi. Ders dışında her şeyi yasakladı. Birkaç yıl tehditle zorbalıkla falan idare etti durumu. Ama lise ikiye geçtiğimde boyum da bir sekseni bulmuştu. O noktadan sonra benim dediğim oldu. Bıraktım devam etmek istemediğim okulu ve kendimi marksist literatürü öğrenmeye verdim.
16 ilâ 20 arasında geçen o dört yılda hazmetmesi epeyce zor ve ağır bir kütüphaneyi devirdiğimi söyleyebilirim. Bir çeşit hızlandırılmış siyasal bilgiler eğitimi -yani k/açık öğretim.
Tabii "yüksek marksist" diploması veren bir kurum olmadığı için kimsenin kapısını "ben bu konuda evde tahsil gördüm" diye çalamadım. Yazı-çizi gibi işlere yöneldim mecburen. Uzunca bir süre ekmeğimi o işlerden kazandım.
Oysa Tirebolu'daki yeni yetmelik günlerimde ne zaman bir şeyler çiziktirirken enselese, hem çizdiklerimi yırtar hem de "ekmeğini bundan mı kazanacaksın eşşeğin dölü" diye köteği basardı babam.
Onun kafasında etraftan öğrenilmiş bir model vardı: Kız çocuğunu ilkokuldan sonra kocaya verir başından def edersin, oğlanı okutur adam edersin. Yaşlandığında sana o bakar.
Ama her zaman öyle olmayabiliyor. Bazen çocuk annebabanın hiç aklına gelmeyen bir yola sapıp, ekmeğini ve mutluluğunu o yoldan temin edebiliyor.
Pekalâ, diyelim ki ben çizgi dışı bir örneğim, ekseriyet için emsal teşkil etmem. Herkes hobilerini aynı zamanda ekmek kapısı yapamayabilir. Hatta hobisi bile yoktur belki.
Gerçek şu ki, felekten torpilli olmayan diğer insanların evlerine helva ekmek götürebilmek için başkalarının vereceği bir işe ve o işi bulabilmesi için de iyi kötü bir diplomaya ihtiyacı var bugünün dünyasında.
O diplomayı da şu an itibariyle maalesef Milli Eğitim Bakanlığı veriyor.
Veriyor vermesine de, diploması olan herkes şıp diye iş bulabiliyor mu?
Ne gezer? Ambar bekçiliği ya da tahsildarlık gibi mütevazı işler için bile binlerce üniversite mezunu stadyumlarda sınava giriyor.
Huzur romanında Ahmet Hamdi Tanpınar -mealen- şöyle bir şeyler der:
"Üniversiteler işyerlerinin ihtiyaç duyduğu uzmanlaşmış elemanları yetiştirmek için var. Ama bu plansızlıkla, bir süre sonra elinde diplomasıyla ortalıkta çaresizce dolanan bir sürü işsiz gencimiz olacak."
Unutmadan, üstadın bunları söylediği tarih, otuzlu kırklı yıllar.
Bir de bu satırları karalayan çokbilmişin sözleri var. Yaklaşık kırk yıl önce, kompozisyon dersinde, "içine zorla sokulduğumuz bu eğitim sürecinin esas amacı orta karar insanları hayatta bir baltaya sap yapmak. Çapı bu ortalamanın üstünde olan gençler için okul bataklıktan başka şey değil. Ben bu bataklığa saplanıp göz göre göre körelmek istemiyorum" gibi şeyler yazdığı ve edebiyat öğretmeninin bu cümleleri sınıfa okuyup "arkadaşınız muhtemelen ileride yazar olacak" diye gaz verdiği zaman dilimi de altmışlı yılların sonu, yetmişli yılların başı.
Aslına bakarsan, şu an içinde bulunulan ümit kırıcı durum aslında pek de sürpriz sayılmazmış, işin varacağı noktayı önceden sezebilen ve dile getiren birileri de olmuş.
* * *
Peki, "okul, vasat insanları meslek sahibi yapmak içindir, benim okulla işim olmaz" diyen 13 yaşındaki memur çocuğunun görebilidiği ve bir sürü akıllı uslu insanın gözünden kaçırdığı şey nedir acaba?
Geleneksel eğitim anlayışının -yani okulun- artık raf ömrünü doldurduğu ve zaten büyük oranda yürürlükten kalktığı gerçeği olabilir mi?
O akıllı uslu insanların bu bariz süreci algılayamıyor ve kendi evlâtlarını da "iyilik yapmak" adına aynı insafsız çarkın içine -hem de çok daha ezici bir tempoyla- sokuyor oluşlarının arka planında yatan sebep, onların da bu makine tarafından "eğitilmiş" ve istenilen şekle sokulmuş oluşları olabilir mi?
Mevcut "eğitim" değirmeni, rahle-î tedrisinden geçirdiği insanları öğütüp, fikirle şablonu ayırt edemeyen, burnunun ucunu bile görmekten aciz salozlara dönüştürüyor olabilir mi?
Bizim kuşak için öğrencilik, "sabahçı" ya da "öğlenci" olarak okula gidip, birkaç saat nevrotik hocaların ve tebeşir gıcırtısının kahrını çekmek ve sonra sokakta canının istediği gibi oynamak, meyva ağaçlarına tırmanmak, kavga etmek, çocuk olma hakkını tepe tepe kullanmak demekti.
Yaşımız kemale erdi. Çocuklarımız -hatta torunlarımız- mektepli oldu. Artık onlar sabah gün ışırken ağızlarındaki tamamlanmamış süt dişleriyle servis minibüslerine doldurulup kentin öteki ucundaki ana okullarına doğru otobanlar arası seyahatlere çıkarılıyorlar.
Oyundan anladıkları, sesini yapmacıktan yumuşatan maaşlı tay yetiştiricileri tarafından güdülmek oluyor.
- Şimdi de "tavşan kaç" oynayacağıııız. Fıttırcan tavşan olacak, Zottircan da havuç olacak, tavşan havucu yakalayacaaak. Neymiiiş?
Çocuklar, sera bitkileri gibi floresan lâmbaların altında büyütülüyor. Altlarında sentetik çimler, etraflarında kafesler ve duvarlar, ağacın böceğin oyunun ne olduğunu kalın kartonlara basılmış pahalı kitapların sayfalarını yırtarak öğreniyorlar.
- Aferin Ikıncaan! Şimdi de beslenme saati.
İlkokuldan itibaren, yetişkinler için bile son derece yıpratıcı olabilecek bir "eğitim" sürecinin içinde talaşlarından arındırılmaya ve yontulmaya çalışılıyor çocuklarımız. Hepsi de birinci sperm olacak, aşağısı kurtarmaz.
Sabah okul, öğleden sonra voleybol, akşama doğru yüzme kursu, gece ödev, hafta sonu dershane… Mümkünse uykusunda bile format üstüne format. Annelerde babalarda bir hırs bir hırs ki sorma gitsin. Çocuğun hangi alanlara ilgi duyacağına ya da neye eğilimli olduğuna, çocuğu gözleyerek değil de kendi gönüllerinden geçene bakarak karar veren anne babalar.
Çocuklar doğru dürüst çocuk olamadan bir anda büyüyüp zebellah oluyorlar. Yüksek proteinli ve hormonlu gıdalarla devleştirilen bu Ikıncan adayları, sonunda falan kolejin, filân üniversitenin, fişmekân kursların ve geliştirme programlarının bir mamulü olarak şirket kapılarında içtimaya diziliyorlar.
Paradigma bunu emrediyor: "Gençler, yarışınız."
Yarışıyorlar da nefesleri yettiğince. Yüksek lisansını mastırını doktorasını "başarıyla" tamamlamış, küçük bir bölümü zengin bir Batı ülkesine kapağı atmış, fakat gel gör ki kahir ekseriyeti bir baltaya sap olamamış, mutsuz histerik yarış bağımlısı eğitim mağdurları olarak ortalıkta kalakalıyorlar.
Bazıları bir yerlerde iş buluyor ya da okuduğu okulda asistanlık falan ayarlayıp, kapıcı maaşına memur oluyor. O noktadan itibaren hayat hikâyesi de belirleniyor zaten. Memurlaşıyor. Ya üniversite mafyasının bir parçası oluyor ya da -o kadarını midesi kaldırmıyorsa- itiraza yelteniyor, dışlanıyor.
Ikıncanların orta yerlerinden çıt diye kırıldıkları nokta, sabahın köründe yatağından kaldırılıp minibüse bindirildikleri o an aslında. İşte o an çocuk sahiden de ikiye yarılıyor ve benliğinin evde kalan parçası okula gönderilen parçasıyla didişmeye başlıyor.
O noktadan sonra o çocuk günün birinde holding müdürü bile olsa işin özü değişmiyor pek. Altında pahalı araba, evinde en büyüğünden plazma ekran, banka hesabında bol sıfırlar, ruhunda nedenini bir türlü kavrayamadığı tuhaf bir daralma, yoğun bir tatminsizlik duygusu, kafesteki hamster gibi dönen bir çarkın içinde hep aynı doğrultuda seğirtip duruyor.
Gene de vazgeçmiyor anne babalar evlâtlarını en iyi okullardan mezun etme, arşıalâya fırlatma hırslarından. Bunu yapmayanlar, yapanlar tarafından çok ama çok ayıplanıyor. Çoğu ebeveyn bu mahalle baskısına direnemiyor.
Sonunda bir iş bulabilsin ya da bulamasın, aslında tüm gençler daha meme yaşındayken, kafayı yarı yarıya sıyırmış olan bu tip anneler ve babalar tarafından "eğitim" denen canavarın ağzından içeri atılıyorlar. Posaları çıkarılıyor "okusunlar, adam olsunlar" diye. Ama ola ola cüzdanında bir sürü plastik kart taşıyan, aslında hiç bir zaman kendilerine ait olmayan sanal bir parayı oradan oraya gezdiren kuryelere, alışveriş bağımlısı kredi kartı kölelerine dönüşüyorlar. Ve biz, gücünü bizim körü körüne itaatimizden alan kurulu düzenin ateşini besleyen bu organik yakıtı (evlâtlarımızı) büyütürken "vatana millete çocuk yetiştirdim" diye avunuyoruz.
Hayatın amacının ne olduğu konusundaki tarifi alabildiğine sığ zamane insanının. Gazete sütunlarından ve televizyondan öğreniyor. İster diplomalı, ister diplomasız, tüm gençlerin -ve kendilerinin- aslında acımasız bir çark tarafından yamyassı ezilip un ufak öğütüldüğünü söylesen de kulak asmıyor. İlle de okutacak çocuğunu. Kimseden geri kalmayacak. O körpecik bedenlerin en güzel yıllarını güneşin altında çimlerin üzerine sereserpe uzanamadan geçirmesi pahasına olsa da.
Okul, bir tür tapınak. Sunaklarında körpe hayatların oluk oluk aktığı bir mezbaha. Zorunlu askerlik gibi, genç yaşta başa gelen bir kaza. Devlet destekli bir tecavüz.
O okullar ki, ideal tanımlarıyla bile zaten kusurlu ve yanlış. Özgür düşünceye değil bağnazlığa ve itaate yatırım yapıyor.
O okullar ki, artık normal müfredatı bile uygulayamıyor ve öğrencileri az ötedeki dershanelere postalayıp "mezun olabilecek kadarını orada öğrenin gelin" diyor.
O okullar ki, mezun ettiği öğrencilere, bırak yaşayacakları hayatın üstesinden gelmeyi, mütevazı bir iş bulmalarını bile sağlayamayan niteliksiz bir ezber tomarını "bilgi" diye sokuşturuyor.
İnternetteki arama motorlarına yazılarak bir saniyeden kısa zamanda ulaşılabilen bir sürü ıvır zıvırı zorla tıkıştırıyor ve bunu "eğitim" diye yutturuyor okul. Üstelik, diploma denen o kâğıt parçasını elimize tutuştururken otomatikman "aydın" sırasına karıştığımızı da zannettiriyor.
Öyle bir "biliyorum" yanılsaması ki bu, o tahta sıralarda dirsek çürütüp de diploma sahibi olmuş olan insanları neredeyse bütün ezber dışı düşüncelere kapatıyor.
Safsatalara en kolay inananlar en uzun süre tahsil yapmış olanlar arasından çıkıyor bu yüzden. Kurulu düzen, okulları hazır işi refleksler üreten robot imalâthanesi olarak kullanıyor.
Bir de bakıyorsun, hayatının en pırıltılı en geri gelmez yıllarını ders çalışarak ve sınavlara girerek heder etmiş olan üniversite mezunu genç, mezun olduktan sonra eğitimini aldığı konuda değil de son derece ilgisiz bir alanda -o da eş dost akraba yardımıyla- iş bulabilmiş. Arkeoloji mezunu zabıt katibi, elektronik mezunu sekreter, ingiliz filolojisi mezunu polis memuru, işletme mezunu gemi telsizcisi, oksford mezunu otogarda kestaneci… Kim nereyi tutturabilirse. Hiç birini tutturamayanlar evde rehine. Bazıları evlenip çocuk büyütürken bazıları da eniştesinin dükkânında kasaya bakıyor.
Onlar bile şanslı bir bakıma. Tuvalet bekçiliği yapanını da gördüm ben bu yüksek okul mezunu kader kurbanlarının.
Zaten o üniversitelere de zamanında loto oynar gibi puan hesabı yaparak, tesadüflere bağımlı olarak girilip bir şeyler ineklenmiş. Fırsat eşitsizliği engeli ya aşılmış ya aşılamamış. Belki bazılarının amacı hayata biraz daha geç başlamak ve o zamana kadar babadan aldığı harçlıkla yaşamak. Bazılarınınki babalarının kıramadığı talih çemberini kırıp, yoksulluktan yırtmak.
O zaman sormak gerekmez mi, bir daha hiç 7 yaşında, 14 yaşında 21 yaşında olamayacak olan o körpecik insanları sonucu hiç de garantili olmayan bir "eğitilme" (bana sorarsan, öğütülme) anaforunun içine sokup, hayatlarının en muhteşem yıllarını heder etmenin manası ne?
Herkes Türkan Saylan ya da Abdullah Gül olamayacağına göre, bu çocukları böyle çılgın ve manasız bir yarışın içinde harcamak, yamyassı etmek sahiden de gerekli mi?
Piyano dersleri aldırılmış her çocuk İdil Biret mi oluyor? Ya da basketbol kurslarına ağlata ağlata gönderilmiş her çocuk Kerim Abdül Cabbar mı oluyor? Fen puanı tavan yapan her çocuk Einstein mı oluyor?
Anne babalar çocuklarının oyun saatlerini "okusun, adam olsun" diye gasp ederken gerçekte tam olarak ne düşünüyorlar? Kendisiyle yalana dolana kaçmadan yüzleşebilecek cesarette kaç tane annebaba var acaba bu memlekette? Çocuklarını servis/okul/dershane üçgenine hapsetme nedenlerinden biri de kendilerine televizyon karşısında pinekleyebilecekleri daha fazla vakit kazanmak olabilir mi? Ya da sıra kendilerindeyken başaramadıkları işleri başarabilen ısmarlama övünç kaynağına sahip olmak?
Peki ya o çocuk günün birinde diplomasını bir kenara fırlatıp "benim becerilerim ve birikimim satılık mal değil, hayatımı boru hattının içinde akarak geçirmeyi reddediyorum" der ve bu sidik yarışından çekilirse ne olacak?
Eyvah ki ne eyvah! Gitti bütün yatırım sermayesi çöpe. Şirket iflâs etti.
Hayıflanacak mıyız o zaman? "Bütün emeklerim heba oldu" diye dövünecek miyiz?
Benim annem hayıflananlardan sanırım. Ne zaman yanında şarkı söylesem "ziyan ettin kendini" diyor. Böyle bir sermayeyi neden pazarda satışa sunmadığımı bir türlü anlayamıyor.
Televizyona bakıyor çünkü bütün gün, başka türlüsünü aklı hiç almıyor. Orada gördüğü her şey market ürünü. Şarkıcısından entellektüeline, siyasetçisinden sporcusuna kadar. Markette satışa sunulmayan değerleri "zarar ziyan" olarak algılıyor. Öyle formatlanmış.
* * *
İlginç değil mi? Bizim minik Fıttırcanlarımız Zottircanlarımız da daha okul öncesi dönemde halının üzerine uzanıp çizgi film kanallarını seyrediyor ve kurulu düzenin tüm kodları daha "aguuu" demeden kafalarına yerleşiyor. Bir daha çıkmamacasına.
İnternet var artık. Televizyon çok uzun zamandır yayında; (paydos etmesine az kaldı). Bebelerin bile ellerinde cep telefonu var. Kavramlar hızla değişiyor. Sınırlar eriyor. Bilgi ortada sebil ziyan. Peki o zaman ne anlamı var çocukları her sabah daha gün ışımadan minibüslere falan doldurup uzak semtlere göndermenin?
Müfredat programlarının ve o zorlu sürecin sonunda alınıp duvara asılan diplomaların Disney stüdyolarıyla rekabet edebilme şansı kalıyor mu böyle bir zamanda?
Ben geçkince bir yaşımda sadece internete bakarak, Javascript'ten Asp'ye, Stylesheet'ten Rss'ye kadar bir sürü zamane teknolojisi öğrendim. Uyguluyorum. Hayatımda elle tutulur bir yeri var bu öğrendiklerimin. Aslında bir tür mühendislik bu. Somut olarak işe yarıyor.
İnternetten öğrendiğim bütün bu şeyleri üstüne kendi manevî artı değerimi de ekleyerek geriye aktarabilirim. Bunun için okul, müfredat, YÖK gerekmez. Öğrenmek isteyene, web sitesi tasarımından çizgi roman ve karikatüre, senaryo yazımından görsel işitsel algı analizine kadar birçok konuda bu yeni teknolojileri kullanarak ders verebilir, kendimi yetiştirmek istediğim her konuda yine aynı kanallardan faydalanarak konunun erbabından ders alabilirim.
Peki, benim bu yaşımda şu kalın kafamla öğrendiğim bütün bu şeyleri ya da diyelim genetik, antropoloji, fizik, matematik, arkeoloji, tarih, biyoloji gibi konuları benden daha genç ve daha zeki insanlar (yani herkes) internet üzerinden, hem de interaktif bir biçimde öğrenemez mi?
Eğer öğrenebilirlerse niye var o mektep binaları hâlâ? Bu binalara dökülen servet ve içinde çalışan personele ödenen maaşlar (eğitim bütçeleri) şimdikinden daha verimli kullanılamaz mı?
Eğer odalarımızdaki bilgisayarımızı açarak ihtiyaç duyduğumuz nazarî bilgilere zahmetsizce ulaşabileceksek, karda kışta kıyamette sokaklara dökülmenin, trafikte sefil olmanın, okul önlerinde izdiham yaratmanın anlamı ne?
Örümcek kafalı kimi devlet memurlarına yazdırılmış o kabız ders kitaplarına gerçekten ihtiyaç var mı hâlâ? Genç dimağların gün boyu sığışmaya zorlandıkları o sıralara, bakmak zorunda bırakıldıkları kara tahtalara, dinlemek zorunda kaldıkları nevrotik öğretmenlere sahiden de gerek var mı?
Eflâk ve Boğdan'ı "düşmandan" nasıl aldığımızı ezberlemek, sınav kâğıdında doğru kutucukları işaretlemek, diploma dedikleri bir kâğıt parçasına kavuşabilmek için senelerimizi heba etmek, sahiden de eğitimli olmak mıdır?
Soruyorum üniversite mezunlarına, bana Eflâk ve Boğdan'ın yerini -kopya çekmeden- haritada gösterebilecek kaç kişi var aranızda?
Peki, kopya da çekebilirsiniz. Google'a yazın. Buldunuz değil mi? Bravo! Hem de çeyrek saniyeden daha kısa bir sürede.
O halde çeyrek saniye uzağımızda keşfedilmeyi bekleyen bu ıvır zıvırı bize ezberletmek için onca baskı onca disiplin niye? Cümleten tarih profesörü mü olacağız? Ya elementlerin atom numaralarını ve kısaltılmış adlarını ezberimize yığmazsak ne kaybedeceğiz? Kimyager mi olacağız ki topyekûn?
Velev ki şimdilik kimyager olmak gibi bir hayalimiz varsa bile, otuz yaşından sonra turist rehberliğine ya da fotografçılığa heveslenip de çalıştığımız fabrikaya "hadi baybay" demeyeceğimizi kim garanti edebilir? Neye yarayacak o zaman şu kadar yılımızı heder ederek sahip olduğumuz o diploma? Nasıl yerine konacak peki biz meslek sahibi olalım diye hem ailemizin hem de toplumun kesesinden yapılan onca masraf?
Çocukların musluk tamircisi, boyacı, balıkçı, çiftçi, şoför, kaportacı, şair, köpek bakıcısı, manav, terzi, sünger avcısı, çömlekçi, takı tasarımcısı, davulcu, zurnacı ya da aylak olarak yaşama hakkı olamaz mı? Ya da ne olacağına kendisinin karar verme hakkı? Bu hakkın önündeki en aşılmaz engel anne ve babanın "mühim adamın ebeveyni" olma hırsı olabilir mi?
Zaten fiiliyatta ömrünü tamamlamış bir kalıp makinesinin (eğitim kurumunun) içine bu çocukları sanki kadermiş gibi atmak ve "onların geleceğini garantiliyorum" diye içi boş klişelerle avunmak, sahiden de sorumluluğunu müdrik anne baba olmak için yeterli mi?
Tabii benim çocuğum yok, pek aklım ermez bu işlere. Oyuncakçı dükkânlarında satılan kalın karton kitaplardan okumadım hiç. Boyama kitabım da olmadı. Okul evimizin hemen yanındaydı, servis minibüsüne binmem de gerekmedi.
Ama annem ve babam da hep yanı başımdaydı; onların seslerini duyarak büyüdüm. Dere boylarında dolanarak, dalları yontup zıpçık patlangoç çelik çomak yaparak, tozun ve çamurun içinde debelerek, üstümü başımı kirleterek, yaşıtlarımla itişip kakışarak, denizden midye çıkararak, hayatı ansiklopedi sayfalarında değil sokakta tanıyarak…
Çocuk nasıl yetiştirilir, ben hiç bilmem. Onların istikballeri nasıl garantilenir? Müdür milletvekili profesör babası nasıl olunur, onu da bilmem. Doğayla ve kendi iç dünyalarıyla uyumlu evlâtlar yetiştirmenin yolu hangi marketteki hangi ürünü satın almaktan geçer, kafam bunlara da basmaz.
Bu işleri en iyi "bundan da olsun" deyip yavrulamış ve bu sayede zekâları tavan yapmış doyumsuz ev kadınları ile onların eve para taşımakla yükümlü erkek köleleri bilir.
Acırım onların çocuklarına.
Necdet Bey, Böyle bir yazıyı yazmak için yeni öğretim döneminin açılmasını özellikle mi beklediniz? Yakın zaman önce bizim kızı hangi okula vereceğimizi kararlaştırırken aile içi orta şiddetli bir sarsıntı yaşamıştık. Tam da bu konuları hallettik, kapattık derken yazınızla bir yangının külünü yeniden yakıp geçtiniz. Kaleminize sağlık valla ne diyeyim.
Size küçük bir sorum var. Zira yazınızda çok şey anlatmış olmanıza rağmen sanki en can alıcı konuda "ortada kuyu var gıyıdan geç" durumu olmuş gibi geldi bana. Çocuğunuzun olmadığını söylüyorsunuz. Olsaydı acaba onu ilköğretimde devlet okuluna mı yoksa özel okula mı göndermeyi tercih ederdiniz? Yoksa Erkin Koray'ın yaptığı gibi "otursun yanı başımda ben ona lâzım gelen her şeyi kendim öğretirim" mi derdiniz?
Aydın Açmaz - 1 Ekim 2009 (10:35)
"Bir tek üstünde barkodu ve son kullanma tarihi eksik" sözünüz bana Chuck Palahniuk'un Görünmez Canvarlar'ındaki bir tümceyi hatırlattı: "Hepimiz bir ürünüz" diyordu.
Yazınızı okurken gözümden Palahniuk, Gombrowicz, Iain Banks gibi yazarların baş döndüren sertlikteki muhalif kitaplarının yanında kendi çocukluğum ve çevremdeki ailelerin içler acısı koşuşturmaları da sancılı bir ırmak gibi akıp geçti. Çok iyi özetlemişsiniz. Bilgi pekiştirdim. Kaleminiz sağ olsun.
Mehmet Atılgan Aslan - 1 Ekim 2009 (19:42)
Çocukları kendi haline bırakırsak da elbette büyüyecekler ve ileride bir şeylerle uğraşıp büyümüş bireyler olarak yaşamlarını sürdürecekler. Çocukların pek çoğu, neredeyse tamamı mazoşist olmadıkları için, kendilerine zarar verecek dış etkenlerden kaçınacaklardır. Öyle bir kötüye düşüp sürünmek isteyeceklerini sanmak pek akıllıca olmasa gerekir. Bırakalım akarsu yatağında aksın, nasılsa bir gün denize ulaşacaktır.
Eğitimleri için çaba sarfetmek gerekiyor sanıyorum. Öyle fazla zorlamadan, talepleri halinde, bir bireye gerekli olacak donanımları edinmeleri fena olmaz. Yabancı dil öğrenmek istiyorsa yardımcı olmalı, yatılı okumak istiyorsa yatılı olmalı. İyi bir okul bitirmek istiyorsa, bırakalım bitirsin.
Zira yarın büyüdüğünde "yahu beni de iyi yetiştirmediler, adam olacaktım ama imkân tanımadılar" demesin. Biz orda burda büyüdük ama ne oldu sonra. Hep nal toplamıyor muyuz? Ufak bir tabib müdahalesi ile giderilecek ruhi sapmalar yüzünden gerileriden gelmek zorunda kalmadık mı? Eloğlu öyle yol aldı ki şaşmamak mümkün değil.
Başbakan geçen gün bir üniversite açılışında "her üniversite bitiren iş bulacak değil" dedi, durumu tespit eden bu söz doğruydu. Oysa halen yardımcısı ve Devlet Bakanı olan zatın oğlu üniversiteyi bitirdi ve hemen Borsalar Birliği bünyesindeki TEPAV'da siyaset danışmanı kadrosuna alındı. Çoğunluğun böyle torpili olamayacağı açık iken bu hayatta nal toplamamak için ne yapmalıyız.
Fuat Trak - 1 Ekim 2009 (21:05)
Yazıyı okuduğumda yetişkin iki erkek evlâda sahip bir baba olarak karmakarışık hislere garkoldum. Hatalarımı düşündüm. Sonra artılarımı. Biraz gülümsedim, az da kaşlarımı çattım.
Evet, çocuklarımı ilkokula başlarken evime en yakın devlet okuluna vermiştim. Gerçi bu okul Erenköy Zihnipaşa İlkokulu olmasaydı acaba bunu yapar mıydım? Bu soruyu açık bırakıp geçiyoruz.
Ortaokula geldiklerinde büyük oğlum Kadıköy Anadolu Lisesi'ni kazandı. Gönlüm yoktu yollamaya. Antidemokratik olmayan usullerle vazgeçirdim. Yeni taşındığımız sitedeki özel okula verdim. Para çok verilse de eğitim kadrosu oldukça zayıftı ve çocuğu hadım etme ihtimalleri yok gibiydi. Hamdolsun ki teori tuttu. Fazla eğitilmeden kurtulup üniversiteye girdi. Tam da yazının anlattığı şekilde kendi bilgilerine kendi ulaşarak. İkincisi ortaokuldan sonra karşıma meşhur Fransız liselerinden birini kazandığı haberi ile geldi. Bu sevinci de savuşturup mevcut "zayıf kadrolu" okuluna devamını istedim.
Çocukların anneleri bu konuda daha dirençli olurlar. Bizde pek problem yaşanmadı. O yıllar geçip gitti. Üniversite sonrasına da ne planım ne de isteğim var. Kendileri bilir. Biraz tembel, biraz isyankâr olmalarında hiç bir mahzur yok. İnsanlara sevgileri bitmesin. Karın dediğin zaten yarım ekmekle sekiz zeytin yedin miydi doyar.
İtirazlara açık olmak kaydıyla ille de fikrimi söylemeliyim. Bizler ve çocuklarımız daha çok "Errızku Alellah" deyip azıcık gevşek takılsak hiç de bir şey olmaz. Bırakın bizi geçenler geçsin.
Ahmet Faruk Yağcı - 4 Ekim 2009 (15:10)
İlkokulu 3, Ortaokulu 1, Liseyi 2 değişik şehirde okudum. Bu yüzden hiç bir zaman matematiği adam gibi öğrenemedim. İşin ilginci Erzurum'daki Matematik öğretmeni de matematiği benim kadar bildiği için iyi bir not almıştım. Yaldızı, ünvanı olmayan bir üniversiteyi bitirdim. 25 yaşıma kadar canımın istediği işlerde çalıştım. Sonra evlendim ve hayatla yumruklaşmaya başladım. Şanslıydım, kariyer derdim olmadığı halde kariyer; para derdim olmadığı halde param oldu. Sonra 40 yaşımda her şeyi bıraktım.
Bu aralar arkadaşlar çocuklarını İrlanda'da, Amerika'da doğuruyor. Hatta İrlanda katolik olduğu için doğal doğum diye sabahlara kadar bekleyenler var. Ben kendi adıma çocuğum konusunda da tembelim. Böyle hırslarım yok, uzak diyarlarda doğunca çocuğun bahtının açılacağına inanmayanlardanım.
Bir tanıdığımız anlatmıştı. Özel Fransız okullarından birinin daha İlkokul seçmelerinde çocuklara evde yenen meyvelerle babalarının kravat markalarını soruyorlarmış. Yani evde Avakado yeniyorsa mesele yok, üzüm yeniyorsa mahzurlu. Çocuğum 3 yaşını geçti hiç bir kreşe de vermedim. El kadar bebeği neyin acelesiyle yetiştireceğiz? Çocuk zaten zekâsıyla hayatta yolunu bulacaktır. Burada Devlet adam gibi eğitim sistemi oluşturacak, ana baba da ana babalığını iyi bilecek. Bence gerisi egonun tatmininden ibaret.
Yazınızı Ahmet Faruk Bey gibi hem gülerek bazende endişelenerek okudum. Ana baba olmak hata affetmiyor. Ben de kendi payıma çocukların sevmeyi ve paylaşmayı öğrenmesini en başa koyuyorum
İlker Gökçen - 5 Ekim 2009 (00:36)
Bir önceki yazınız bende nefret uyandırdı. Size karşı… Çünkü o zaman biz de erkek çocuklarımıza farklı bakıyoruz. (Kadın erkek aynıdır bunu bilin.) Ama bu yazınız çok güzeldi. Sağolun…
Sevgi Uyan - 4 Ekim 2009 (01:12)
Nasıl başlasam da yazsam? Okuduklarım beni çocukluğuma götürdü. Ben de çalışan bir annenin çocuğuyum… O zamanlar çalışan kadın tek tük diye başlardı annem söze; çamaşır makinası merdaneli, bulaşık makinası yok. 70'lerin sonu 80'lerin başı. Kardeşim doğmuş çocuk bezileri sadece eczanelerde satılıyor onlar da çok pahalı… Biz bezleri elde yıkardık. Yemekleri kendimiz yapar, temizlik için eve kadın sokmazdık. Çocuklar için kreş yok. (En azından süt dişleri yeni çıkmış tıfıllar için…)
Ne çok ev kokusu var çocukluğumdan bana miras kalan bir bilseniz. Bu evlerin tek ortak yanıysa şaşmayan bir içgüdüyle annemin geliş saatinde kapıyı dinlememdi. Annemin topuklu ayakkabı sesi gelirdi içimi huzur kaplardı. Annem ve ev. Ev ve düzen. Düzen ve ayaklar. Ne alâka?
4 yaşındaysanız yerden az biraz yüksektesinizdir. Yemek pişiren annenizin sadece ayaklarını görürsünüz. Ben çok öptüm o ayakları. Doyasıya görebildiğim öpebildiğim tek yerdi ayaklar.
Bu yüzden olsa gerek annemle ne zaman göz göze gelsek aramızda hep bir özlem, bir aşılmazlık, bir kavga, bir kavuşma oldu. Ben de büyüdüm, ben de anne oldum. Tek dua vardı, "KOŞULLAR" gereği çocuğumu başka ellere bırakmamak. Sıcak yatağından çıkmanın ne demek olduğunu gel bir de bana sor.
Büyüdüm anne oldum. Dua tuttu bebeğimi hiç kaldırmadım yatağından başka yataklara götürmek için. Bir gün yemek yaparkan oğlum bacağıma sarıldı bacağımı öptü. Eğilip ben de onu öptüm. Doyasıya sarıldım oğluma. Annem için de sarıldım çocukluğuma.
Etesaa - 5 Ekim 2009 (02:30)
Merhaba Necdet Bey, Derkenar'ı keşfedeli az bir zaman oldu ve fırsat buldukça okuyorum, teşekkürler. Öncelikle kişisel görüşüm olarak ve affınıza sığınarak, çocuk sahibi olmamakla bazı konularda mutlu kişiler grubuna girdiğinizi söyleyebilirim. Aslında çocuk sahibi olup/olmamak konusu, artıları/eksileri ile ve/veya sorumlulukları/sorumsuzlukları ile ve/veya bilip/bilmemeleri ile kişilerin sadece kendilerinin değerlendirebileceği özel bir konudur diye düşünüyorum.
Çocuklarıma okumak istedikleri bölüm ve meslek konusunda herhangi bir yorum ve öneride bulunmayan, okumak istiyorlarsa sadece iyi bir öğrenci olmalarını ve okumak istemiyorlarsa, bu ülkede üniversite mezunu olmayan, yapacağı işlerde kendilerini yetiştirmiş kişilere de ihtiyaç olduğunu söyleyen bir babayım. İnsanların sevmedikleri bir işte çalışmalarının mutsuzluk ve başarısızlık, sevdikleri bir işte ise mutluluk ve başarı getirdiğini de düşünmekteyim.
Anne ve babaların, diplomadan önce, çocukların kendilerine özgüven duymalarını, yaşama ve topluma ve de kendilerine karşı sorumluluklarının bilincine varmalarını, insanî duyguları, sevgi ve saygıyı öğrenmelerini sağlamaları gerektiğini söylersem, umarım anne ve babalara saygısızlık etmiş olmam. Bence bunları öğrenen bir çocuk, eğitimde ve iş hayatında, diplomalı veya diplomasız olarak başarılı olur.
Yarınların herkesin gönlünce olması dileği ile…
Fikret Alaylıoğlu - 6 Ekim 2009 (18:22)
Bu konu ile ilgili kafamda oturmamış bazı taşlar vardı ve hepsi "cuk!" diye oturdu.
Ayrıca Etesaa hanımın yazısı beni çok çook duygulandırdı. Ana yüreği farklı oluyor. O eski analar yok artık. Hani o salçalı ekmekleri ellerimize tutuşturup oyunlarımıza dönerken akşam yemeğine hazırlanan anneler, "kapının önünden ayrılma" diyen anneler…
"Anasız babasız büyümüş" denecek kadar bir çocukluğum oldu. Anama doyamadım. Nur içinde yatsın. Tv karşısında daha çok vakit harcayan günümüz anneleri ve "bunu ben yetiştirdim" ego merkezli babalara inat, bir etesaa anne bin tane cumartesi annelerine eş değerdir.
Günümüzün aptal ana ve babaları, kendi duygu ve düşünce özürlü şablonik yaşamları ile geleceğe robot yetiştiriyorlar. Aynen dediğiniz gibi, böğürerek konuşan ve anırarak mutlu olduğunu sanan, çektikçe uzanmaya müsait, elinize yapışacak bir yeni nesiller ordusu kemikleşiyor! Üretkenlikten uzak tüketici benlikleri ile geleceğin timsahları olacaklar. Olsunlar! Onlar böğürüp anırdıkça büyükleri övünecek. Ve bu yeni tip nesil de kendi çocuklarını yetiştirirken insanî değerlerden daha uzak ve daha çıplak tek kalıp koşuma meyilli beygirler yetiştirecekler.
Üstadım yazılarınızı severek okuyoruz. Sağol.
Çiçero - 7 Ekim 2009 (03:50)
Yorumumdaki "bin tane cumartesi anneleri" çok genelleme bir ölçekti. İster kara yazgılı olsun ister hafta sonu çocuklarına ancak vakit ayırabilen çalışan annelerimiz olsun vb Bütün hafta sonu annelerine yönelikti.
Hantal cümlelerim şu anlamı kaybetmiş;
Kapitalizmin çarkında öğütülen nice binlerce bu annelere karşılık, kendi ayakları üzerinde duran bir etesaa annenin yürekliliğiydi. Çocuğunu sabahın köründe sıcak yatağından apar topar uyandırıp başka soğuk yataklara yine uyutulması için çocuklarını gönderen anneler içindi. Cumartesi annelerini yermek gibi bir hayıflanmam söz konusu olamaz. Her annenin kendine göre bir kapsama alanı var. Kimi annelerinki az çekiyor. Fakat bazı anneler ise şarjsız çalışıyor. Böyle bir örnekti işte(!)
Çiçero - 7 Ekim 2009 (14:46)
Uzun yazıya kısa notlar düşmek istiyorum.
- Bu hafta içinde nobel ödülleri açıklandı. Fizik alanındaki nobel ödülü 3 bilim adamı tarafından paylaşıldı. Bunlardan biri Willard S. Boyle, meşhur Bell laboratuvarlarında çalışmış bir bilim adamı. CCD alıcısını bulan kişi. Dr. Boyle liseye kadar evde eğitim almış, annesi eğitmiş.
- Anne ve babaların ruhsal hastalıkları yoksa hepsi çocuklarının daha da iyi olmasını ister ve buna çalışırlar. Bizlere tuhaf gibi gelen çoğu şeyi iyi niyetle yapmaktadırlar. Her anne ve baba en iyi bildiği şeyi yapar ama en iyi bildikleri şey her zaman en doğru olan değildir.
- Çok önemli başka bir şey de anne ve babalar yapabilecekleri kadar çocuk yapmak yerine bakabilecekleri kadar çocuk yaparlarsa, hem çocuklar rahat edecektir hem de toplum diye düşünüyorum.
Alper Uzun - 9 Ekim 2009 (01:03)
Geçenlerde bir markette iki kadının konuşmasına kulak misafiri oldum. Kadınlardan birinin oğlu bir iki hafta anaokuluna gittikten sonra bir sabah gitmek istemediğini söylemiş. Ne yapacağını bilemeyen kadın anaokulunu aramış. Anaokulu çok kaliteliymiş ve kadrolarında uzman pedagog bile varmış.
Pedagog hanımefendi "böyle vakaların zaman zaman gözlediğini, çocuğun dediğinin yapılması durumunda okula gitmeme durumunun kronikleşebileceğini ayrıca eğitiminin geri kalacağını" söylemiş (zira o sırada tam da "K - mertebesinden S - bilinmeyenli standart formdaki lineer diferansiyel denklem sistemlerinin Taylor serisi yardımıyla çözümleri" üzerine çalışıyorlarmış da o yüzden) ve çocuğun zor kullanarak okula getirilmesini istemiş.
Onlar da pedagog hanımefendinin dediğini yapmışlar çocuğu karga tulumba, bağırta bağırta anaokuluna teslim etmişler.
İyi de etmişler. Aferin!
Seyit Balkuv - 9 Ekim 2009 (09:55)
Çağın getirdiği ilişki tarzları sanırım hitap şekillerine de yansıyor. Artık anne babalar çocuklarını "annecim" babacım" diye seviyor. Uymayan bir şey var sanki bu hitap tarzında. Mantıksızlığı mı, yapmacıklığı mı, bir tür narsizmin dışa vurumu oluşu mu, bilemiyorum. Yoksa çocuğa kısaca "bak işte geleceğin karşında duruyor" demeye mi getiriyoruz?
Bizi annelerimiz "yavrum" diye severdi. Hâlâ Anadolu'da tanımadığı çocuklara bile böyle seslenen kadınlar vardır. Sevgiyi, tevazuyu, sıcaklığı içinde barındırıp aynı zamanda karşısındakine kol kanat gerdiğini hissettiren başka bir hitap şekli var mıdır?
Yalçın Şahin - 9 Ekim 2009 (17:06)
Son dönemde iyice sıklaşan ve çeşitli mecralarda yapılan eğitim sistemi eleştirileri artık kabak tadı verdi. Benzer anlatım ve hatta aynı cümle kalıplarıyla günaşırı yazılan bu yazılar güya ezber bozayım derken kendi ezberini oluşturmaya başladı, herkes papağan gibi aynı şeyleri sanki tartışılmaz olgularmış gibi konuşuyor. Yok ezberci eğitim varmış, resmî tarih öğretiliyormuş, gerçek hayatta işe yaramayan bilgiler veriliyormuş, bu kadar şeyi öğretmeye gerek yokmuş vs vs… Hızını alamayanlar okumaya ne gerek var, bak bilmem kim okudu da ne oldu gibi analizlerle devam ediyor.
Bendeniz kapağı bir şekilde yurt dışına atmış diplomalı bir vatandaşım. Babam onbir yaşımdayken beni anadolu lisesi sınavına zorla çalıştırmayıp "boşver oğlum, ne istersen onu yap" deseydi her halde daha çok top oynayıp ağaca çıkmayı tercih ederdim. Düz liseye gider veya ona da gitmezdim, tektipleşmeyeyim diye. Aklım ticarete ermez, Allah vergisi özel bir yeteneğim de yok. Herhalde babamın evinde oturup kahveye gitmek için harçlık isterdim veya beden işi yapardım. Ama kafamı o gereksiz ezber bilgileriden arındırmış olurdum ne güzel. Tanıdığım, ailesi zengin olmayıp okumaya zahmet etmeyen insanların çoğu da bu durumda.
Çeşitli milletlerden meslekdaşlarımla aynı ortamda çalışma imkânım oldu ve gözlemim o ki Türkiye'nin eğitim sistemi ve okulları başka ülkelerden çok kötü veya farklı değil. En ileri ülkelerde de çocuklar sınıfa girip derste kitabı açıp okuyor, hocanın dediğini not alıyor, ödev yapıyor. Bu bilgi internette vardır gerekirse arar bulurum diye bir şey yok, her yerde temel bilgiler ezberlenene kadar tekrarlanıyor. İnsanların sonradan kendi çabasıyla okuyup öğrenmeye çalışması okulda geleneksel yöntemlerle alınan eğitimin yerini tutmuyor.
Her yerde okullar iyi ve kötü mamul çıkarıyor. Hiç bir okul öğrencisinin kulağından huniyle bilgi ve terbiye dolduramaz, öğrencinin okumaya istekli ve meraklı olması gerekir. Bu da ancak o beğenmediğiniz eğitime ilgi gösteren ebeveynin yönlendirmesiyle olur. Üç yaşındaki çocuğa "anaokuluna gitmek istiyor musun" diye sorulmaz, annesi çalışıyorsa eşek gibi gidecektir. Oniki yaşında çocuğa "matematik zor geldiyse çalışma evlâdım" denmez, gerekirse döve döve çalıştırılır. Özgür birey yetiştireyim, çocuk kendi karar versin baskı yapmayayım derken eğitim boşlanırsa ortaya çıkacak şey büyük ihtimalle mal birey olacaktır.
Becerebilirsem bir deneme yazacağım. Hayatında sıradan maaşlı bir işte çalışmamış kişilerin sistem eleştirisi yapmasının saçmalığı üzerine. Plazanın yapaylığını anlatan şarkı yazan müzisyen, enerji santralleri üzerine konuşan greenpeace aktivisti, sıkıya gelince eğitim sistemini eleştiren ergen gibi… Sitenin genel temasına biraz ters görüşler olacak ama güzel olursa gönderirim, belki yayınlarsınız.
Mehmet Kılınç - 10 Ekim 2009 (02:43)
Babam beni Anadolu lisesi sınavları için oturtup çalıştırmadı. Üstelik düz liseye de gittim. Sıradan maaşlı işlerde de çalıştım bu yüzden en az elli cilt sistem eleştirisi yapabilirim. Lacivert takımlar giyip plazalardada çalıştım bu yüzden plazaların yapaylığını ve sığlığını anlatan denemeler de yazabilirim.
Mehmet bey dışarı kapağı geç yaşlarda atmış bu yüzden" bizdeki eğitim sistemi ile dışarıdaki eğitim sistemi üç aşağı beş yukarı aynıdır" söylemi gerçekle alâkasızdır. Avrupa, Japonya ve Kanada gibi ülkelerde sistem sizin spora, sanata, edebiyata ya da yeteneğiniz olan dallara eğiliminizi bulup yönlendirecek özelliklerle doludur. Bizde ise Beden eğitimi dersi sayesinde sporcu olmuş, müzik dersi sayesinde yeteneği keşfedilmiş, Edebiyat hocası sayesinde yazar olmuş kişi sayısı neredeyse sıfıra yakındır.
Üç yaşında çocukların eşek gibi kreşe bırakılması ise gene bize has bir eşekliktir. Market açmak ile kreş açmak arasında bir fark yok ülkemizde. Çocuklar aç gezip, zorla uyutulup akşamada eve yollanır. Oysa Almanya'da kasabalarda bile tüm çocuklar dönüşümlü olarak evlerde toplanmakta ve gerekli becerileri kazanmaları doğal yolla sağlanmaktadır.
Mehmet Bey'e katıldığım tek nokta şudur: Bizde çocuk anasına babasına güvenip kırkına kadar cezve gibi ayağını kırıp oturabilir ama başka kültürlerde bunun mümkünü yoktur.
İlker Gökçen - 11 Ekim 2009 (00:50)
Okuduğumu doğru organımla anladığıma oldukça eminim, çünkü bu konulara o kadar çok yerde rastlıyorum ki böyle yazıları artık ilk bir kaç cümlesinden tanıyacak ve gerisini tahmin edecek uzmanlığa eriştim. Neyse ben yine ortaya çemkirip rahatlayayım biraz, kişisel atışmalara girip siteyi foruma döndürmesem daha iyi olur her halde.
Yazıda ve yorumlarda eleştirilen sorunun kaynağı eğitim sistemimiz değil, Türkiye'nin ekonomik durumu. "Fakirliğin sebebi kötü eğitim sistemi" denebilir, bence tam olarak öyle değil, fakirliğimizin daha etkin sebepleri var.
Bir ülkede sanatla, sporla veya basit işlerle para kazanıp hayatınızı sürdürebiliyorsanız aile ve okul sizi yeteneklerinize göre yönlendirir ve destekler. Bu yolla zenginlik mesleklerde daha iyi uzmanlaşmayı ve daha da fazla zenginliği üreten koşulları oluşturur. Gelişmiş ülkelerde çalışmak isteyen insanın aç açıkta kalma endişesi pek yoktur. Meselâ çalıştığım işyerinde temizlikçilik yapan kadın aldığı maaşla geçinebiliyor, yazın Türkiye'ye tatile gidebiliyor. Bu kadın canı isterse profesyonel fotografçılık yapmayı deneyebilir, çünkü başaramazsa her zaman temizlikçiliğe dönme imkânı mevcut. Burada örneğin resim yeteneği olan çocuk ressam olmak için çalışıyor, resime iyi paralar verilen bir piyasada profesyonel ressam oluyor, başarısız olsa da başka bir iş yaparak hayatını sürdürebiliyor. Yani marifet eğitimde değil ekonomide.
Ancak Türkiye gibi belli diplomaları alamayanların neredeyse kesinlikle işsiz kaldığı, sanatçının, sporcunun para kazanamadığı, basit işlerin maaşının açlık sınırının altında olduğu bir ülkede ebeveyn bu riske giremez. Çocuk Türkiye'deki işsizlik ve fakirlik gerçeğinin farkında olmayabilir, ama aile çocuğunu başıboş bırakıp hayatını zora sokmasına ve seçeneklerini sınırlamasına seyirci kalamaz. Okullarımız harika değil, işin suyunu çıkaran anne babalar da var, ama onların yaptıkları bile saldım çayıra mevlam kayıra metoduyla çocuk büyütmekten iyidir.
Anaokulu konusunda da açılayım, okul öncesi eğitimin gerekli olup olmadığını tartışabilirsiniz, benim bildiğim anne ev hanımı olsa dahi anaokulunun kesinlikle gerekli ve faydalı olduğu söyleniyor. Çocuğu eninde sonunda zorla göndermek durumundasınız, çünkü ona kalsa zaten kendi isteğiyle hiç bir okula gitmez, çizgi film izleyip oyun oynamayı tercih edecektir. Kıyamayıp anaokuluna yollamazsanız sekiz yıllık zorunlu eğitim var, onun için gönlünü yapmaya başlarsınız artık…
Eğitim veya çalışmanın benim için kutsal bir anlamı yok, imkânı olan insanların da tembellik yapmasını eleştirmem. Benim artık görmekten sıkıldığım şey, yarışa girmeme lüksü olan kişilerin dışarıdan bakıp yarışanları eleştirmesi. Hayallerinin peşinden git, sürüden biri olma, sisteme uymak zorunda değilsin gibi mesajların artık sistemin kendinden bile daha alışıldık hale gelmesi. Bunlar özgün fikir analiz değil; ergenlikten beri biliyor herkes bunları…
Mehmet Kılınç - 11 Ekim 2009 (07:08)
Sayın Mehmet Kılınç, bu sayfada ifade edilen fikirlere katılmayabilirsiniz. Hakkınızdır. Ama karşı olduğunuz görüşlere yönelik nezaketsiz genellemeler yapmanız pek hoş değil.
Ayrıca, ilk yorumunuzda, bu sitede -sizin deyiminizle- "ters görüşler" içeren yazıları yayınlamadığım yönünde bir ima algıladım. Umarım yanlış anlamışımdır. Derkenar'da farklı düşüncelerin tartışılmaya açılmasından ben şahsen mutluluk duyarım. Yeter ki asgarî saygı ve zarafet içinde ifade edilebilsin.
Editör - 11 Ekim 2009 (14:20)
Ebeveynlerin çocuklarını hayata tutunma kaygısıyla döve döve matematik çalıştırmaları, onları anaokuluna zorla göndermeleri bile bazı durumlarda kendi içinde tutarlı olabilir. Bu yazı ve yorumlar bu gibi ebeveynleri makaraya almak, onlara çakmak için yazılmıyor. Ben de sıklıkla bu tip insanlarla karşılaşıyorum. Onlara bıyık altından gülmüyorum, hor görmüyorum. Fakat sohbet ortamında bulunacak olursam fikrimi çekinmeden söylüyorum.
Zaten çoğu her şeyi çözmüş bitirmiş olduğu için farklı bir fikri dinlemek bile istemiyor. "Aman senin antika fikirlerine kalmadık" tarzı bir eda ile burun kıvırıyor. Kıvırsın ona da eyvallah. Fakat esas itici olan anaokulundaki uyduruk bir pedagogun iki cümlesine biat eden insanların bir sohbet ortamında siz bir ansiklopedi dolduracak kadar söyleyecek şeyiniz bile olsa hemen kavga saldırı hatta hakaret tavrı alacak kadar acaip hallere girmesi.
Üniversiteli, kafası alternatif düşüncelere tamamen kapalı, hasbelkader edindiği bir tecrübeyi mezara gidene kadar değiştirmemeye adeta yeminli, sağduyu sezgi desen sizlere ömür, okur gibi görünür ama okumaz, ezber tazeler. Sonra siz alternatif bir fikir üretecek olduğunuzda, "acaba bir doğruluk payı var mıdır" diye yoklama çekeceğine hapırır, köpürür. Ona göre tek doğru vardır, o da çok basittir ve kendisi onu gayet iyi bilir.
Sizi kastetmediğimi umuyorum. Bana göre sizin kafanızı gıdıklayan şeyler olmuş ki, oturup bunca satır döşenmişsiniz. Ali Türkan "insanın yarası neredeyse nabzı orada atar" dermiş. O hesap yani. Yoksa bu yazıları okumaz, okusanız bile burun kıvırır bir daha bakmazdınız bence.
Bu arada kendimi tanıtayım: Mühendis, mesleğini çok seven, zengin anne babası olmayan, ebeveynleri tarafından asla çalış diye zorlanmayan tam tersi sıklıkla "oğlum odana kapandın kaldın, çık dolaş azıcık hava al" diye telkinde bulunulan…
Seyit Balkuv - 11 Ekim 2009 (21:02)
Günümüzde çocuk sahibi insanların durumu daha güzel anlatılamazdı, hislerime tercüman oldunuz… Kaleminize sağlık…
Nuran Akgül - 7 Aralık 2009 (23:12)
"Çocuk yetiştirme" konusunda söylemek istediklerimi benden çok daha derli toplu anlatan, üstelik de bir uzman tarafından ifade edilen bir öneriler demetine rastladım, meraklısıyla paylaşayım dedim.
Diyor ki klinik psikolog Sinem Demir;
"Hayır diyemeyen ebeveynlerin çocuklarında abartılı özgüven şişmesi, benmerkezcilik gibi sorunlar ortaya çıkıyor."
"Çocuğa başkalarının da olduğu bir ortamda kızılmayacağı, aksi takdirde çocuğun gururunun kırılacağı inancı hepimizde yaygındır. İşte bunu bilen bazı çocuklar da ne yazık ki başkalarının yanında dizginlenemez davranışlar sergileme konusunda engel tanımaz."
"Çünkü çocuk, çevreye verdiği rahatsızlığın farkında olmaz. Ona sınırlarını öğretecek olan anne ve babadır. Çocuk bu sınırları ihlâl etiğinde, anne ve baba o anda müdahale ederek, net yönlendirmelerle bu ihlâllere 'dur!' diyen taraf olmalıdır."
"Çocuğun her sorusunu cevaplamak gibi her seslenişine karşılık vermek de çoğu yetişkinin yaptığı bir hata. Her seslenişine, o anda bir yetişkin ile muhabbet halinde iken bile karşılık alan çocuk, 'sınır' problemi yaşar. Bir başkası ile konuşan anne-babasını bölen çocuğa her seferinde cevap vermek, ona 'diğerlerinin birlikte yaptıkları şeyler değil, sadece senin ne istediğin önemli' mesajını gönderir. Çocuk, isteğinin anında giderilmesini ister."
Bakiyesi şurada: Çocuğunuza nasıl "hayır" demelisiniz? (Pudra)
Tüm bebesantiriklere okumaları önerilir.
Necdettin Bebeveyn - 10 Aralık 2009 (23:04)
Yan taraftaki bahçesinde kara kiraz ağacı bulunan okulun dibindeki o evin alt katındaydık biz. Sizden sonra sonra göçüp yerleştiğimiz üst katın yan taraftaki kapısı tesadüfen açıktı, bir arkadaşımın ölen yakını için uğradığımız günün öğleden sonrasında.
Aynı hoyrat değerbilmezlik-değerverilmezlikleri yaşadığımız evin odaları çatılara üs kurmuş güvercinlerin pislikleri ile doluydu.
Derebaşının çağlayanı, dibindeki küçük göl ve akıp plaja dek uzanan dere babamın çulluklara ateş ettiği mutfağın penceresinden aynı çıplaklıkla görülüyordu.
Neyse… Üst Kat, Yusuf amca, Nimet Teyze, Gönül abla, Necdet abi… Küçüktüm ben (ilkokul talebesi) ama kartonlara çizilen renkli (Tarkan'dı galiba) çizgi romanları abimin elinde görmüştüm. Hayran kalmıştık.
Sonra İstanbul'a gittiğinizi biliyorum ve sonra müdavimi olduğumuz Gırgır'da çizdiğinizi.
Yazınızı okudum, çok beğendim. Bir oğlum var. Bütün bu süreçlerden o da geçti ister istemez. Ama onu hiç zorlamadık ve bütün tercihleri kendisine bıraktık. Günün birinde (kendisi yapmasına rağmen) tercihlerinden bir pişmanlık duyarsa bile yanında olduğumuzu ve bu hayatın ona ait olduğunu anlattık kendisine.
Yazınızda Tirebolu'dan bahsedince girişe o evden bahsederek girip aklımca biraz "edebiyat" yaptım. Yan taraftaki kiraz ağacı yok artık, çilek bahçesi de. Bizim o zaman boşalttığımız alt katta birileri oturuyor hâlâ… Ev harap ve bakımsız…
Selim Doğan Nebioğlu - 16 Ocak 2010 (00:46)
Ebeveyn olmayı Tanrı olmakla karıştıran günümüzün ultra-manyak orta sınıf kuşağını çok güzel anlatan bir yazı okudum, paylaşmak isterim:
"Yedi yaşında bir çocuğun eline ortalama 1000 TL değerinde kolayca alınıp satılabilir bir cihaz vererek onu dışarı göndermek, beş kilo bonfile kucaklayıp aslan kafesine atlamaktan çok da farklı değil. Elinde pahalı bir cihazla tek başına ortalık yerde bir çocuğun, en kifayetsiz hırsız için bile lezzetli bir hedef haline gelebileceğinin göz önünde bulundurulması gerekiyor."
Ya annen baban seni Twitter'dan izliyorsa… (Umut Eroğlu - Radikal)
Dumurcan - 6 Nisan 2010 (13:02)
Devletin sağladığı eğitimi toptan çöpe atmak gerektiği gibi bir kanı oluşturan paragraflar dışında müthiş bir zamane analizi olmuş.
Sorunumuzun ne olduğuna, hayatı tam da nerede ıskaladığımıza, mutluluğu ne sandığımıza, şairin de mutluluğu tarif etme zannı ile dediği üzere "Yol bir durma biçimidir, o bir yere gitmez" mefhumuna dair hani o hep inana geldiğimiz ama bir türlü ifade edemediğimiz fikirler işte bunlardır…
Selman - 8 Nisan 2010 (23:30)
Arkadaşlar türkiyede çocuklarımızın bir yere gelmesi meslek sahibi olabilmesi için okumaları şart. Çocukları kendi hallerine bırakırsak elbette oyun oynamayı teRcih edeceklerdir. Ama eğitim insan hayatında son derce önemli bir yer teşkil eder. Benim lise son sınıfta okumaya hiç de meraklı olmayan bir kızım var. Dersaneye gönderiyorum. Özel ders aldırmak istedim. Kendisi özel ders istemedi. Puanları son derece düşük. Kuzenleri güzel fakülteler kazandılar ve okuyorlar ama benim kızımın hiç hevesi yok. Doğrusu onu nasıl motive edeceğimi bilemiyorum.
Melâhat Erdoğan - 13 Nisan 2011 (16:26)
Sene 2011.
Düşün şimdi, çocuğunu diş hekimi yapabilmek için 4 yılda 88 bin ilâ 172 bin lira arasında bir parayı gözden çıkaracaksın. Ekstra harcamalar cabası.
Bu paraya kıytırık bir apartman dairesi alsan, çocuğun bir diş hekimine kiraya verip hayat boyu evini geçindirir. Kalan zamanında da ne istiyorsa onunla meşgul olur. İstiyorsa yamaç paraşütçüsü, istiyorsa neyzen, istiyorsa gönül adamı…
O zaman sormak lâzım: Ne günahları vardı bu gençlerin?
Şu tahta sıralarda dirsek çürütülerek geçen o güzelim yıllara yazık değil mi?
Ya onca masrafı yapıp diş hekimi diploması aldırdığın çocuğun, okul bittikten sonra takı tasarımcısı ya da rap şarkıcısı olmak isterse hayıflanmaz mısın sokağa attığın o paranın ardından a gerzek ebeveyn!
Sevişin gençler!
Okulun da kariyerin de canı cehenneme!
Necdettin Hayta - 6 Temmuz 2011 (22:41)
Ben yazınızı halimize üzülerek okudum. Gerçi siz annesi çalışmayan bir çocuktan bahsetmişsiniz yazınızın başında. Bizim gibi her iki ebeveynin de çalışmak zorunda olduğu, sabahın 8'inde mesaiye başlamak zorunda olduğu ve çocuğu emanet edebilecekleri hiç bir yakınlarının olmadığı aileler de var.
Bunların bazılarını bizler de yaşıyoruz, yaşamak istemeyiz, üzülüyoruz. Çocuğun sabah 6'da kalkmasına içimiz burkuluyor fakat hayat çoğumuz için kolay değil. Cezasını da çocuklarla beraber çekiyoruz.
Yazınız için teşekkürler.
Uğur Güngör - 23 Eylül 2011 (09:37)
ABD'de birçok aile (özellikle de kentli, okumuş, hali vakti yerinde olanlar) arasında yaygınlaşan bir eğilim, çocuğu okuldan alıp evde eğitmek. Bu, hem ebeveyn hem de çocuk açısından cazip. Çocuk(lar) bir yandan ders çalışırken bir yandan da ayaklarının arasında dolanan kedisini sevebiliyor, sandviçini yiyebiliyor. Okul servislerinde ve tahta sıralarda heba edilen zaman da çocukların yanına kâr kalıyor.
Biliyorum, bizim ülkede böyle bir şeyi önerene hemen "ne yani, Erkin Koray kızını kendi eğitti de sonra ne oldu"dan başlayıp "manyaklık canım"a uzanan bir itiraz zinciri başlar.
Ben en iyisi şu haberin linkini verip aradan çekileyim:
Why Urban, Educated Parents Are Turning to DIY Education (Newsweek)
Minik Ülkü - 3 Şubat 2012 (21:59)
Necdet Şen neler yazdı?
Necdet Şenin Bacısı gibi(14 Ağustos 2015)
Çatlakhayvan severin bir günü (27 Eylül 2012)
malmı
canmı? (9 Şubat 2010)
Rütşvet davası'nın iddianaseminde…(28 Ağustos 2008)
gıcık olduğunusöyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana (6 Ağustos 2008)
Suçlusun, çünkü az önce seni suçladım!(14 Temmuz 2008)
Dünyadan bîhaber kabilelerve bizim uygarlığımız (4 Haziran 2008)
Bir Koy Beş AlHolding'in satış temsilcileri (26 Ekim 2007)
Kötünün kaç çeşit tarifi var? (8 Kasım 2004)
Psikolojikman(21 Temmuz 2003)
yazarhaaa? vay canına! (11 Nisan 2003)
Ama ürünü tanıtmak lâzım(29 Eylül 2002)
çatlakmı? (18 Ağustos 2002)
huysuzgeliyor! (30 Temmuz 2002)
Ofis basmasıyıllarının fikir hayatı (20 Nisan 2002)
halk anlamazsafsatası (28 Mart 2002)
Şişmanlar ve
şişmanlara düşmanlar (23 Mart 2002)
Hızlı Gazeteci'yi bedavaya versene(11 Şubat 2002)
Film Gibi(1 Şubat 2002)
yobaza karşı (5 Kasım 2001)
Bana onun kellesini getirin!(30 Mart 2001)
Solcu Müslüman olmaz(7 Ekim 1989)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.