Patronsuz Medya

Yobazlığın sosyolojisi

Necdet Şen - 8 Mayıs 2001  


İnternette site yapmaya karar verip de bu konudaki bilgisini benimle paylaşacak olan arkadaşın çalıştığı okula gidip gelmeye başladığım geçen yaz ortasında bir gün merakımdan ekrandaki arama motoruna "Hızlı Gazeteci" yazmıştım.

Tek bir yazı çıkmıştı çıka çıka, o da bağnaz bir solcu tarafından yazılmış uzun mu uzun ve hayata baktığı dapdaracık doktrin aralığının dışında kalan herkesi, ama özellikle diğer solcuları "dönek, hain, oportünist, revizyonist" gibi sıfatlarla tu-kaka ilân eden bir yazıydı.

Hızlı Gazeteci ile ilgili bölüm aşağı yukarı şu bağlamda bir şeydi:

"Şimdiki bu -yozlaşmış- kuşak Hızlı Gazeteci okuyarak böyle olmadı, onlar Hızlı Gazeteci okuyarak yozlaşan önceki kuşak tarafından yetiştirildi…"

Çok gülmüş ama yine de -tersinden okunursa mizah şaheseri sayılabilecek olan- bu yazıdaki övgüyü üzerime konduramamıştım.

Yahu baksana, adam şu hakiri ne kadar önemsiyor. Hani azıcık boş bulunsam, annesinin evindeki E tipi hücre büyüklüğündeki odada suntanın üstüne serilmiş üç kat battaniyenin üstünde uyuyan ve hayatını hemen hemen hiç kimseyle görüşmeden geçiren bir adam olduğumu unutup, kendimi Rasputin falan sanacağım.

Ama o tabii bu lâkırdıyı övgü olsun diye söylemiyor; kafasındaki şeytanı tarif etmiş.

30 Yaşın altındakilerin hatırlama şansı pek yok, 80'li yılların sonlarına doğru memleketin "seçkin" bir katmanında yoğun bir "Bacı" mavrası yaşanmıştı.

1987 Haziranında başlayıp, sekiz ay boyunca Cumhuriyet gazetesinde gün be gün tefrika edilen çizgi romanımın adıydı Bacı.

Aslına bakılırsa, 1980 yılının Aralık ayında Hey dergisinin mizah eki Curcuna'da öylesine başlayıp on hafta sonra bitirdiğim, ama sonradan (1984'de) Cumhuriyet gazetesinde tekrar ortaya çıkan iri çeneli anti kahramanım Hızlı Gazeteci'nin önceden de iyi kötü bir okur kitlesi vardı, ama bu ilgi 1987'de Bacı ile benim de beklemediğim bir patlama yaşamıştı.

Aslında, darbe dönemlerindeki toplumsal travmalarımızı ve tabii tarafını tuttuğum devrimcilerin destansı hikâyelerini Cumhuriyet'e girdiğimden beri çizmek istiyordum, ama gazetenin karınca ezmez genel yayın müdürü Hasan Efendi, 12 Eylül cuntasının yasakçı tavrından tırsıyor ve biraz daha sabretmemi öğütlüyordu her seferinde. Kötü bir niyeti yoktu, gazeteyi ve beni korumaya çalışıyordu.

Sonunda onu dinlemedim ve bildiğimi okudum. Yani ansızın başladım o konuları çizmeye.

Bütün o zor zamanlarda hiç hapiste yatmamış, hiç işkence görmemiştim. Ödlekliğimden değil, önemsizliğimden. Sokaklarda kan gövdeyi götürürken yeşil parkayla ve postallarla ve parkamın cebinden "Cumh" logosunu göstere göstere ortalıkta dolanmış, her yerde hır çıkarmaya kalkışmış, polise jandarmaya dayılanıp durmuş, ama ne yapsam belâmı bulamamıştım. Sanırım dikkate alan olmamıştı.

Bu konularda başımı derde sokamamıştım ama sokağın sopayla susturulduğu o dönemdeki totaliter rejime en azından çizgi romancılığımla muhalefet etmek istiyor, öte yandan işkembeden sallanmış afakî şeyler yazıp çizmek istemiyordum. Etraftaki herkese "hapiste yatmış, işkence görmüş, 12 Eylül döneminin gaddarlığına bizzat maruz kalmış, devrimci mücadeleyi içeriden gözlemlemiş birilerini arıyorum, onlarla konuşmak, öykümü onların ağzından anlatmak istiyorum" diye haberler salıyordum.

Derken, tek tük birileri çıkıp gelmeye ve yaşadıklarını anlatmaya başladı. Anlatılanlar tüyler ürperticiydi.

O günlerde ilk başta "çizgi romana düşmedik" ve benzeri "havalı" gerekçeler öne sürerek konuşmaya tenezzül etmeyen bazı ağır örgütçüler, öykü beklemedikleri bir ses getirip gündemin orta yerine oturunca "bi gelsin, görüşelim" diye kendiliklerinden haberler yollamaya başlamışlardı. Ama bu kez de ben tenezzül etmemiştim.

* * *

Devrimcilerin kahramanlığını anlatmak için başlamıştım bu öyküye ama tanışıp konuştuğum mağdur ve mağdurelerde bir tuhaflık gözlemliyordum. Bazıları insanı güldürecek derecede bağnaz ve iğretiydiler. Neredeyse hepsi "işkencede herkesin çözüldüğünü, bir tek kendisinin ser verip sır vermediğini" iddia ediyordu. Bazen bunu herkesin konuşulanlara kulak kabarttığı meyhanelerde bağıra çağıra ve isim zikrede zikrede anlatıyorlardı ve onları uyarmak zorunda kalıyordum.

Uzaktan uzağa hayran olduğum bu insanları yakından tanımaya başladıkça, bu işlere çoğunun kazaen bulaştıkları izlenimine kapılıyordum. Kiminin abisi ablası karışmış, kardeşini de çekmişti. Kiminin takıldığı semt kahvesi toptan "dev bilmem neci" olmuş, o da yalnız kalmakla sürüye katılmak arasında seçim yapmıştı. Kimisi, eve gelirken geçtiği sokakta ya da okul kantininde diğer taraftakilerden yediği dayak yüzünden beri taraftaki kalabalığa sığınmak zorunda kalmış, sonra çıkamamıştı.

Benim uzun yıllardan beri okuduğum tuğla kalınlığında kitapların bir kısmının sadece adını duymuş ama okumamışlardı. Çoğu cümle kurmaktan acizdi ama halkı kurtarma ve eğitme konusunda çok iddialıydılar.

Ve hepsi diğerleri için suçlayıcı konuşuyordu. En ilginci de, kabuğu kırılamaz bir taassup içindeydiler. Diyalektik materyalizm falan umurlarında değildi; sanki göksel bir varlık tarafından görevlendirilmiş gibiydiler. Onlar iyi olan taraftı, karşı tarafta canavarlar vardı.

Bacı öyküsü yavaş yavaş renk değiştirmeye başladı. Bu renk değişimi kafamdaki idealize edilmiş "devrimci" prototipinin gerçek dünyadakiyle karşı karşıya gelince çuvallamasından kaynaklanan bir değişimdi.

Gerçek dünyadaki devrimci ne Pavel Korçagin'e ne de Ernesto'ya benziyordu. Belki Ernesto (Che Guevara) da benim bildiğimi zannettiğim, posterlerinden ve kitaplarından tanıdığım Ernesto'ya benzemiyordu. Belki ben sokma akılla propagandanın arasındaki dar aralıkta doğru patikayı bulmaya çalışıyordum.

* * *

Bu arada çizgi romanın tekniği ile ilgili ufak tefek hatırlatmalar yapmak zorundayım:

Çizgiler ve konuşma balonları yardımıyla akan bir hikâye anlatmak için bu şaşkına sunulan alan 5, 5 cm yüksekliğinde ve 18, 5 cm genişliğindeydi (aşağı yukarı bu cümlelerin yer aldığı paragrafın kapladığı alan kadar ya da bir cep telefonundan azıcık daha uzun), her şeyi oraya sığdırmak, sahne plan, sekans hesapları yapmak, kadraj ve açı ayarlamak, o kadrajın içine konuşma balonları için yer açmak ve dikkati son derece dağınık bir okur türüne dün ne anlattığımı unutturmadan bugünkü bölümü verip yarını da merak ettirmek zorundaydım. İşim çok zordu ama niyet tavşanlarının kafalarındaki kartotekste bu konuda yazılmış hiç bir ayet olmadığı için bunu anlamaları imkânsıza yakın bir şeydi.

Sinema dilini kullanıyordum, ama bu filmin senaristi, yönetmeni, kameramanı, ışıkçısı, sesçisi, montajcısı, aktörü, suflörü, kısacası her şeyi ben olmak zorundaydım. Haftanın yedi günü öğlene doğru gazeteye geliyor, gece yarısına doğru çıkıyordum. Gazeteye yarım saatliğine uğrayıp alel acele bir şeyler çiziktirip sonra da eğlenmeye giden diğer çizerler kadar para kazanamıyordum, ama ne yapalım, bu benim seçimimdi ve her şeyden önce kendime karşı sorumluydum.

Bir çizgi romancı olarak bu 5 buçuk çarpı 18 buçuk santimlik yere bir hikâye sığdırmak zorunda olan kişinin şunlara da dikkat etmesi gerekirdi:

1. Bu kadar dar alanda günde bir lokma lâf edeceksen, daha fazlası için yerin yoksa, karmaşık dramatik yapılar kuramazsın; dikkati zaten bin parçaya bölünmüş olan (alıklaştırılmış) gazete tiryakisi ipin ucunu kaçırır. O nedenle, öyküde çok az sayıda karakter olmalı.

2. Diğer yandan, olaylar üç beş gün okuyamayan kişinin bile kopmayacağı kadar yavaş ama sıkmayacak kadar da hızlı seyretmeli, arada bir geçmiş bölümler hatırlatılmalı, olabildiğince çok ve farklı türden insana hitap edebilecek ayrıntılar içermeli, içinde yaşadığımız hayatla ilgili sıkı çağrışımlar taşımalı.

3. Senaryonun altın kuralı karşıtların birliğine -ve çatışmasına- dayanır. (Sanırım diyalektik de buna benzer bir şeydi.) Peki ne tür karşıtlar? Örneğin iyi ile kötü, korkak ile cesur, güçlü ile zayıf, erkek ile kadın, ak ile kara, kurt ile kuzu… Alışılagelmiş çizgi romanda bu karşıtlık -örneğin- Türk ile Bizanslı, beyaz adam ile esmer adam, kertenkele ile kertilenkele, Tahir ile Zühre ve diğer zıt uçlar arasında yaşanır. Mevcut düzen olumsuz karakterin sahneye dahil olması ile bozulur, olumlu karakterin olaya müdahale edip bozulan uyumu yeniden tesis etmesiyle öykü sona erer. Bunu beğensen de beğenmesen de okuyucunun kafasındaki anlatı çatısı önceden böyle şekillenmiştir ve meramını ancak bu öyküleme matematiğini kullanarak anlatabilirsin.

4. Hızlı Gazeteci çizgi dizisinin değişmez karakteri, diziye adını veren o iri çeneli ve sivri dilli kişi olduğuna göre, hikâyeye girecek az sayıdaki diğer şahsiyetler onunla zıt kutuplarda yer alan düşünce ve davranış kodlarına sahip olmalıdır. Eğer aksini zorunlu kılan bir durum söz konusu değilse, öykünün öteki kişisinin bir kadın olması, en azından bu dizinin sadece erkeklerle dolu bir çizgi roman olMAması açısından elzemdir.

5. Aramızda kalsın; ben bu Hızlı Gazeteci'yi aslında kadın gazeteci olarak düşünmüştüm işin en başında. Fakat ilk ortaya çıktığı derginin yöneticisi "kadın olmasın, erkek olsun" diye irade buyurduğu -ve o gün itibariyle fazla pazarlık gücüm bulunmadığı- için, düşündüğüm gibi olamamıştı. (Eğer olabilseydi, diğer kahramanlar -bu karşıtlık kuralı gereğince- çoğunlukla erkek olarak resmedilecekti.) Mimoza yerine Memduh, Fazilet yerine Erdem vs mealinde kahramanlar belirecekti gazete köşesinde, (Hızlı'nın üslubundan dolayı beni zaman zaman maçolukla suçlayanlar her halde o zaman da gizli ibnelikle suçlardı ama kurallar baştan konmuştu ve dizinin başrolü erkeğe verilmişti müdür Bey tarafından.)

6. Dolayısıyla Bacı öyküsüne başlarken elimdeki sınırlı malzeme şuydu:

a) Baş karakter Hızlı Gazeteci…

b) 12 Eylül düzenini -halihazırda hüküm sürerken- hicvetmeyi deneyeceğim bir öykü taslağı…

c) Kadın olması daha uygun olan diğer ana karakter…

d) Dar alanda kısa paslaşmalar.

e) Eyüp sabrı.

f) Melâmet hırkası. İnziva. Dirsek çürütme.

Yani, haftanın yedi günü tüm zamanımı hasrettiğim ve hayata dair her şeyden elimi eteğimi çekerek ve dışarıdaki gürül gürül akan dünyayı, yiyip içen sevişen insanları uzaktan izleyerek, aşındırıcı bir çalışma temposuyla elimden gelenin en iyisini yapma arzusu. Her lokması bir sonraki lokmayı arzu ettirecek kıvamda olmazsa başarısız sayılabilecek bir anlatı.

İyi bir şeyler ortaya koymanın ve hayata olan borcunu ödemenin daha akla yatkın bir formülünü bilmiyordum, çok çalışmaktan şikâyetim yoktu, şu anda da olmadığı gibi.

Cemaat ilişkileri içinde herkesin "dut hasırı gibi bir ucundan tuttuğu" topyekûn bir cehaletin rantını yemek dururken, salaklıktı benim yaptığım. Ne var ki bu salaklığı kendim seçmiştim ve katlanıyordum. Tehlikeli sularda geziniyordum.

Neredeyse herkesin altı kalın çizgilerle çizilmiş "dost-düşman, bizimkiler-ötekiler, devrimciler-dönekler" gibi tarifi çok kolay, kafa yormayı ve beynini kazımayı gerektirmeyen karşıtlıklar üstüne kurulmuş kabileciklerden birinin içinde saf tuttuğu ve kendisi gibi olanların oluşturduğu o kalabalığın kaba kuvvetini kendi kuvveti, o kabilenin homurtusunu hayatın hakikati, kitlenin ortak korkularını kendi erdemi zanneden ve "madem ki ezildim, o halde haklıyım" saplantısıyla bol kepçe suçlayan, bol kepçe hakaretler yağdıran ve kendi egosunun hem yargıç hem jüri hem savcı olduğu mahkemeler kurmayı doğal bir hak belleyen insanların yol üzerinde durduğu ve bendeniz ehemmiyetsiz gurbet kuşunu "eylülist, liboş, zırtapoz, zibidi, zerzevat, hırdavat" hatta "yeni sağın ideologlarından biri" diye payelendirecek Jdanov bozuntularının çoraklaştırdıkları zeminde yürüyüp kendi yolumu bulmaya çalışacaktım.

Bacı hikâyesi çok ses getirdi. Hatta, hiç hakketmediği halde, ironiyle bile olsa, "Hızlı Gazeteci'yi günü günü gününe takip etmek" o dönemde "entel" olmanın olmazsa olmaz koşulları arasında sayıldı.

Oysa yapmaya çabaladığım tek şey, yarattığı toplumsal enkazı onca yıldır üstesinden gelmeye çabaladığımız 12 Eylül yerleşik faşizminin vicdanlarımızda yarattığı isyan duygusunu dile getirebilmekti karınca kararınca.

Salağın tekiydim işte. Ortalıkta "mizah ustası" kaftanıyla dolanan sürü sepet üstadın yaptığı gibi gazete başlıklarına bakıp oradaki ana fikri en kaba ve hakaretamiz haliyle ve de çöp adamlarla ve de beceriksizce çizgilerle "hicvetseydim" ne o kadar kızılan biri olurdum ve ne de aradan onca yıl geçmesine rağmen sanki 12 Eylül darbesini ben yapmışım, onca insanı beslemeyip de ben asmışım, sanki eskinin "proletarya devrimcilerini" devşirip devşirip holding-plaza soytarısına ve reklamcıya ben çevirmişim, Berlin Duvarı'nı ben çekiçlemişim, Kenan Evren'in yağlıboya tablolarını ben satın almışım, Intercontinental'ın (şimdiki The Marmara) penceresinden meydandaki kalabalığa ben ateş etmişim gibi, geç kalmış Bacı'ların nefret objesi olmazdım.

Ama -dedim ya- salağın tekiydim.

Çizgi roman denen çocuk eğlencesini debelendiği çamurun içinden çekip çıkarmaya çabalıyor, çizgi romanın illâ ki takozları hedeflemesi gerekmeyebileceği, onun da bir derin bir tarafının olabileceği ve felsefe de dahil birçok alana kolunun uzanabileceği gibi hayaller taşıyor, bir de bu hayallerimi hayata geçirmek için kendi hayatımı yok sayıyordum.

Sütre gerisinde konuşlanıp kokmayan ve bulaşmayanın hiç kimse tarafından taciz edilmeden paşa paşa dümenini sürdürdüğü, her gruplaşmanın kendi çöplüğünde küçük iktidarlar inşa edip, mağlubiyetin faturasını komşularına, hısımlarına çıkardığı bir dünyada, dirsek temasını ve söylem düzeyinde saflaşmaları es geçen, bir de utanmadan konu komşusunun iki yüzlülüğünü yüksek sesle bağıran bir bozguncuydum.

Onlar yavaş yavaş kıdem almakta, kendi minik kurtarılmış bölgelerinin lordları kardinalleri olmaktaydılar. Ve bendeniz eskiden olduğu gibi hep düz ecir, dışarıdaki adam… Onlar elhâk, hep beraber aslanlar gibi hapislerde yatmışlardı. Her akşam ertesi sabah radyodan çalınan enternasyonal marşıyla uyanacakları ve en azından bir merkez komitesi üyeliği kapacakları umuduyla bekleştikleri o asabî günlerde, çata da pata da silâhlar patlatmış, cop yemiş, dipçik yemiş, koğuşlarda koro halinde "cenderme biz sosyalistiz" türküsünü söylemişlerdi. Halaylar çekmişlerdi. Hep beraber sıkıyönetim savcılarının karşısına dikilip, sol yumruklarını objektiflere uzatarak "mesleğim, proletarya devrimcisi!" diye bağırmışlardı. Onlar hep birlikte açlık grevleri yapmıştı; bu hakir, tuğla kalınlığındaki kitaplar okuyup anlamaya çalışmak dışında hiç bir şeye bulaşmazken.

Her ne kadar eylem diye yaptıkları çoğu şey akıldan ferasetten sorumluluk duygusundan yoksun ise de, kimisi paçalarından budalalık sızan hırtllar ise de, karşı taraftaki güçlü hırtlardan feci zulümler gördükleri için, manevî bir dokunulmazlığa sahiptiler. Kendileriyle birlikte ülkeyi de boka saplamışlardı. Ama bunun hesabını soramazdık; çünkü mağlûp olmuştular, kabahatlerini yüzlerine vurmak ayıp kaçardı.

Bendenize gelince, zikrettiğim gibi, korkaklığımdan değil yalnızlığımdan bulaşamamıştım bu orta oyununa.

Şimdi olduğu gibi o yıllarda da tüm voleybol, yakar top gruplarının, semt kahvelerinin, üniversite kantinlerinin uzağında, yabancı sokaklarda tek başıma, aşksız, arkadaşsız, gezinen boyalı bir kuştum; beni devşirecek hiç bir sol fraksiyon çıkmamıştı karşıma. Bazıları gibi aile mirası olarak da devralmamıştım kerameti kendinden menkul "devrimciliği". Kimse farkımda değildi üç beş avare sokak itinin dışında.

Yıllar sonra yedi yıllık mahpusluğunu tamamlayıp ziyaretime gelen eski bir "devrimci" lise yıllarında sol içerikli kitaplar okuyup durduğum için bana sinir olduğunu, içinden "pis komünist!" diye sövüp saydığını, dövmeyi arzuladığını, ama sonra mahalleye gelen abiler sayesinde kendisinin de komünist olduğunu anlatmıştı. Yıllar önce terk ettiğim mahalledeki çelik çomak arkadaşlarımın bir kısmı devrimciye bir kısmı ülkücüye dönüşmüş, oyun oynar gibi birbirlerini öldürmüş, sağ kalanlar o malûm işkence ve kodes tünellerinden geçtikten sonra otuzlu yaşlarına doğru eğitimsiz, işsiz, yarı sakat, hayatın içine fırlatılmışlardı.

Ama gene de ben suçluydum; çünkü hiç örgütlenmemiş, hiç hapiste yatmamış, hiç kurşunlanmamıştım.

Kime anlatacaktım ki "zulme uğramak mağdurun haklılığının değil, zulmedenin gaddarlığının kanıtıdır" diye.

O yıllarda beni yeterince "devrimci" bulmayanların bazılarıyla sonraki yıllarda plaza koridorlarında karşılaştım. Bu kez onlar parlak kuşe kâğıtlı dergilerde editör, reklam-pazarlama müdürü falan olmuş ve büyük patronlarla havuzda mayolu sohbet hayalleri kuruyorlardı. Ve ben tabii ki gene suçluydum. Gene farklı telden çalıyordum. Hep beraber yapılan yürüyüşlere ayak uydurabilme yeteneğinden yoksundum.

* * *

Pınar adında bir kızcağız…

Nereden hatırladım şimdi durup dururken bu tatsız anıları ve neden yazdım?

Şu sebeple:

Derginin birindeki bir söyleşide, son aylarda çok popüler olan -tanımadığım- bir hanımefendi, bu hakire karşı beslediği 14 yıllık nefretini kusmuş. Mevzu oradan açıldı.

Bana kalsa farkına varmazdım da, bir okur uyardı öyle gördüm.

Bacı'yı çizdiğim yıllarda 17 yaşlarındaymış bu hanımefendi. Hayatta en çok dövmeyi arzuladığı kişi benmişim. İğreniyormuş benden. Üzerinize afiyet, "yeni sağcı"ymışım (bu sıfat dergi editörünün yorumu) ama neyse ki o zamanlar Dev-Sol güdümlü bir dergi beni tehdit eden bir yazı yazmış da küçük Hanım bir parçacık huzura kavuşmuş. Ne hakkım varmış benim onlara dokunmaya?

Hakikaten, benim neye hakkım var ki?

Niye öyle icatlar çıkardım ki milletin başına?

Ne güzel, sağcılarla solcular kendi gettolarının sınırlarını kalın çizgilerle çizmiş ve saflaşmış. Herkes kendi benzerlerinin yanında, kendi katı inançlarını, ayetlerini, söylemini, şarkısını türküsünü, çok satan kitaplarını, kendi barlarını kafelerini, posterlerini, kâsetlerini, radyo istasyonlarını, pop starlarını oluşturmuş. Kısacası, kendi -efradına cami agyarına mani- yalıtılmış atmosferlerinde çılgın kalabalıkta dımdızlak kalakalma korkularından kısmen sıyrılmış, gül gibi anlaşıp ve mağlubiyete ağıtlar yakarak yaşayıp gidiyorlar.

Ama "nejdet" denen şu hakir, uyumsuz ayrık otu, diğerleriyle birlikte "KAHROLSUN- YAŞASIN" diye bağıran koroya katılmak dudurken, cemaatime hainlik edip onları içeriden eleştirmişim.

Kızımız benden iğrenmeyecek de kimden iğrenecek?

Biliyorum, şimdi değerli okurum, "canım ne önemsiyorsun, salağın kıtlığına kıran mı girdi?" demeye hazırlanıyor.

Dur bakalım! Bunu söyleyen alelâde biri değil. Bir kere üç göbekten komünist. Sonra sosyolog. Üniversite mektebinden birincilikle mezun olmuş. Dahası, Fransa'da doktora yapmış.

"Canım, olabilir; altın semer de vurulsa eşek gene eşektir" mi diyorsun sevgili okur?

Böyle deme, hakarete girer, başına iş açılır.

Hayır, tutuklamazlar. Daha beter olur. İçinde bulunduğun cemaatin putlarından birine saldırmış olursun. Gittiğin o barlarda, kitap almak için uğradığın kitapçılarda, yolda sokakta, sinema fuayelerinde, bir sürü gazete ve derginin sütunlarında, istiskal ve hakarete maruz bırakılma kaygısıyla dolanabilirsin; eski dostların -ve hatta hayranların- sana selâm vermez olur.

Şu ana kadar okudukların sana ne kadar açık görünürse görünsün, Bacı öyküsünü 17 yaşında okuyup, benden iğrenmeye karar veren ve bu duyguyu "sosyolog" olduktan sonra bile akılcı bir cümlenin içine oturtamayan o hanımefendinin kim olduğunu bilsen anında saf değiştirirsin. Hatta bu siteyi evinde yalnızken bile tıklayıp okumaya çekinebilirsin artık.

Çünkü o bugünün kahramanı. Bir put.

O devrimci ikona -muhtemelen- işlemediği bir suçtan dolayı bir buçuk yılını hapiste geçirdi. Ölüm oruçlarına, "hayata dönüş" katliamına içeriden tanık oldu.

O kişi, bir zamanlar Kuşadası'nın yarısına sahip olduğu halde "proleterleşmek" adına servetini dağıtan bir dedenin torunu, tanınmış hukukçu Alp Selek'in kızı, yerli Jan Dark'ımız mağdure "sosyolog" Pınar Selek.

* * *

Birazcık paylaşalım mı sosyolog ve üç kuşaktan proletarya devrimcisi azizemizin matbuata beyanatını?

Tracy Chapman dinletiyorlar kızımıza. Ecnebiyyede "blind test" derlermiş buna, konuğuna müzik dinletir ve oradan sohbet başlatırmışsın. Editör efendi, aileden devrimci sosyolog ablayı fiştekleme işini tesadüfe bırakmak istemiyor ve mevzuyu direkt kendi başlatıyor.

Şöyle buyuruyor hazret:

- "Tracy Chapman'ın Türkiye'de tanınması çok ilginç bir dönemece rastladı. Doğu Avrupa'nın ve Sovyetler Birliği'nin çözülme sürecinin ivme kazandığı, Türkiye'de yeni sağın ideolojik hegemonyasını pekiştirdiği 1988-89 yıllarında ortaya çıkmıştı Chapman. Tam da o zamanlar Necdet Şen'in "Hızlı Gazeteci" çizgi romanındaki "devrimci bacı" tiplemesi ve Şen'in kahramanı Fazilet'in şahsında solu ve solcuları hakir görmek entellektüel camiada "in" olmuştu. Chapman'a da Fazilet'e nazire, "bacı" sıfatı yakıştırılmıştı, sola küfretmenin bir vesilesi olarak."

Sola kim küfretmiş bilmiyorum ama Bacı'nın çizeri olan bendeniz, fıtraten ağzı ayarsız sokak çocuğu, yukarıdaki satırları yazan yavşağın, yedi sülâlesiyle ilgili gayet güzel temennilerde bulundum bunları okurken.

Kızımız, azizemiz, bizi suçluluk duygularımızdan arındırıp devrimci bilinç adına takdis edecek olan değerli sosyolog yanıtlıyor çanak tutan soruyu:

- "Çocukluğumda en çok dövmek istediğim adam oydu…"

O zamandan belliymiş büyüyünce sosyolog olacağı haspanın. Gerçi ben onu dövenlere çok kızmıştım, ama dayak yiyen ben olsaymışım, öyle anlaşılıyor ki azizemiz mağduremiz "oh, canıma değsin!" diyecekmiş.

Biraz daha aşağıda şöyle devam ediyor sosyolog hanım:

- "Necdet Şen'in bu çizgi romanı çıktığında ağlamıştım. Kime bahsetsem, "evet doğru, bunlar çok yaşanıyor" diye kabulleniyordu…"

Anladığım kadarıyla alınganlığına destek arıyor yakın çevresinde ama destek istediği herkes öyküde anlatılanların gerçek hayatta da yaşandığını söylüyorlar. Ama kızımız gerçeği duymak değil, öfkesini onaylatmak istiyor.

Devam ediyor hem sülâleden devrimci hem de devrimciliği Gladio'dan tescilli Hanım kızımız:

- "O Bacı'yı da temsil etmiyorduk ama çok iğrenmiştim o adamdan, yanına gidip, aynı şimdi Sinan Çetin'e demek istediğim gibi "ne hakkın var senin, nasıl dokunabilirsin?" demek istiyordum."

Bir edebiyat öğretmeni olsaydım ve öğrencilerime "bana içinde Necdet Şen ve Sinan Çetin'in isimlerinin bir arada geçtiği bir cümle kurun" deseydim, muhtemelen bütün öğrenciler boş kâğıt verirlerdi. İşte sosyoloji farkı. Minik Pınar bu cümleyi kurmayı başarmış.

Devamı şöyle cümlenin:

- "Sonra Çözüm diye bir dergi gördüm, Dev-Sol çıkarıyordu. Üçüncü sayfada "Hızlı Gazeteci dur, önünde halkın değerleri var" diye bir başlık! Hiç unutmuyorum. (gülüyor) Beni çok fazla etkilemişti; ideolojik olarak, politik olarak ne düşündüklerini bilmiyordum daha. Ama o edebiyatı hissettiğim eski solcular da çoktu, Necdet Şen'in sol içindeki farklı versiyonları… En çok aradığım şey ciddiyetti. Ciddiyet kalmamıştı."

Ciddiyeti yanlış yerde aramış kızımız. Karikatür biraz cıvık bir iştir. Bacı'yı çizmekte olduğum günlerde de asık suratlı ve yüzleri bıyıklı bacılar gazeteye gelir "gerçekleri karikatürize etmekten vazgeç!" diye posta koyarlardı. Meğer onlar da bir nevî sosyologmuş, haberim yokmuş. Pınar kızımız yaşı tutmadığı için yetişememiş o güruhun arasına. Yazık olmuş.

* * *

Manzara böyle: Sosyoloji yerlerde sürünüyor. Bu parlak ailevi miras, bu kariyer, sınav birincilikleri, Avrupa'da sosyoloji tahsili yapmalar -ve varlığı komplo teorileri ile dahilî bedhahlar icat etmeye adanmış- arkaik kalıntıların sıradaki kurbanı olmalar ve bu medya kahramanlığı gelip en ilkelinden "dövecektim, iğreniyordum" söyleminde duvara tosluyor.

İçinde debelenmekte olduğumuz bin bir çeşit yalan, riya, hile hurda, kaytarma, duyarsızlık ve gömüldüğümüz suçluluk duygusu batağında medyatik bir azizemiz de oldu artık. Biz mürekkep yalamış tatlı su balıklarının cümle günahlarını arındıracak modern bir bakire Meryem'imiz var. Hadi toplanın onun eteğinin altında. Gladio ile açıktan savaşa girişmek yerine onun kurbanlarının çocuk irisi ikonalarına tapının.

Çok afedersiniz ama zamanında süngüyü görünce çoğunuz donunuza sıçmış, Selimiye kışlasının nizamiye kapısında uzun mu uzun teslim olma kuyrukları oluşturmuş, araziye iyi uyabilmek için kiminiz jazz, kiminiz yoga, kiminiz cinsel devrimi keşfetmiş, tebdili kıyafet dolanmıştınız. Ama artık tehlike geçti. Saklandığınız deliklerden kafanızı uzatıp eski sekter söylemlerinizle sizden daha mutedil olanların kafalarını koparmaya devam edebilirsiniz.

Kendinizle yüzleşecek cesaretiniz yok belli ki, sahneye azizeler ve iblisler sürüp karanlıkta saklanmayı sürdürmek istiyorsunuz.

Bu melek tasvirlerinin tamamlanması için bir de şeytana ihtiyaç var. Ablaya soralım, en iyi o bilir.

Eh, zaten yanıtı 14 yıl önce hazırlamış azize Pınar. 1987'den beri ezber tazeleye tazeleye saklamış dilinin altında. Artık onun iktidar günleri, bütün medya ağzına bakıyor:

- "Hadi söyle bize, bugün kimden nefret edelim? Kimi kurban edelim bugün kendi kepaze ruhumuza vekâleten?"

Azize parmağıyla örgütsüz, zırhsız, rütbesiz birini işaret ediyor. Bir sürgün. Araftaki, kimsesiz, dilenci kılıklı biri. Zaten sürü sepet düşmanı var ama hempası fedaisi yok. Üstelik medyanın muktedirleriyle arası limoni. Memleketin tersanelerini değilse bile, matbuatını ele geçirmiş olan sülüklerle görülecek hesabı var.

Azize Meryem, onca yılın itilip kakılmışlığının, üç kuşaktan beri evlâttan evlâda devredilen mağlubuyet duygusunun, yıllardan beri burnuna doğru uzatılmış suçlayan zorba parmakların kat kat katmerlendirdiği ezikliğin rövanşını da almasın mı? Giyotine gönderilecek kişileri parmağıyla gösterme sırası şimdi de ona gelmedi mi?

Meydandaki herkes susmuş, azizenin ağzına bakıyor.

Ama azizenin aklına gele gele çocukluk hezeyanları geliyor.

- Şu var ya şu, bi çizgi roman yapmıştı, ben o sıralar yeni yeni regl olmaya başlamıştım, sinirlerim bozuktu, ağlamıştım, onu ısırın!

* * *

Tonton kardeşim! Ne gerek vardı onca yıl yüksek okullarda dirsek çürütmeye? İki üç tane örgüt bildirisi okusan yeterdi bu derin sosyolojik sonuçlara varman için.

Vah benim köse sakalım!

Böyle faşizmin devrimcisi de böyle oluyor.

Ve böyle entelijansiyanın böyle kahramanı.

Yeni Jan Dark'ımız memlekete hayırlı olsun.

Bendenize gelince…

Her dönemin günah keçisi olarak emrinize amadeyim efendim.

* * *

Konuyla ilgili diğer yazılar:

Cihangir Kolonisi'nin Azizesi →
İlhan Selçuk ve "Hızlı Gazeteci" →

Yorumlar

Günaydın, geçen hafta Roll dergisinde Pınar hanımın sözlerini okuyunca içimden "aman Necdet Şen bunu görmesin!" demiştim. Sonra da "pijamalarını çıkarıp dışarı çıkmaz nasılsa" diyerek kendimi rahatlatmıştım.

Fiziksel miyopluğun tedavisi var, zihinsel olanının çaresi bulunamayacak galiba. Gönlünü hoş tut, seni okuyarak olası arazlarımızı farkediyoruz.

Sevgiler.

İnci İstiridye - 8 mayıs 2001

Keşke bir mail atıp beni zamanında haberdar etseydin. Sevinirdim.

Necdet - 8 Mayıs 2001

Bir daha olursa haberdar ederim; ama canın sıkılsın istemedim; eleştirel olmayan sözlerin ne yararı olacak diye düşündüm sanırım; memur çocuğuyum ya her şeyin bir faydası olması gerekiyor.

Neyse… Kardeşim "Abla, Roll okuma artık, bozdu iyice, Björk den başka kimseyi anlatmıyorlar" deyip duruyordu, haklıymış çocuk.

Sevgiler.

İnci İstiridye - 8 Mayıs 2001

Bugün sitede yer alan o yazıyı yazmış olmamın sence bir yararı yok mu?

Necdet - 8 mayıs 2001

Sevgili Necdet Şen

Son mesajını aldığım için kendi adıma hicap duydum. Sanırım ayrıntılı açıklama yapmalyım.

Roll'u okuduktan sonra düşündüklerim:

1. Roll Necdet Şen'i eleştirmek istiyor, dersine çalışmadığı için konuğuna çanak tutarak bir taşla iki kuş vuracak. (Kötü niyetli.)

2. Konuk da yetersiz, dersine çalışmamış, genç kızlık duygularından başka anlatacak bir şey bulamıyor, boş sözlerle çanağı doldurmaya çalışıyor. Necdet Şen = Bacı tiplemesi özdeşleştirmesi hatasından başka bir şey bulamadım. Sitene girip bir tane yazı okumadığına, kitabının kapağını dahi kaldırmadığına bahse girerim. İnsan ruhundaki karanlık, üstünde konuşulmamış bölgelere girdiğini; çocukluğun büyüklere tabi olma sefaletinden, annelerimizin gizli otoritesine kadar üstünde az konuşulmuş, hatta durulmamış alanlarda hayata dair biriktirilmiş ayrıntıları cebinden çıkarıp bizlere verdiğini bilmiyor ki bu hanım kızımız. Bacı'da takılıp kalmış, bir okuyucu olarak onu ciddiye almam mümkün değil. (Bilgisiz.)

Sıraladığım nedenlerden dolayı seni haberdar etmeyi yararsız buldum, yoksa "Yobazlığın Sosyolojisi" yazın elbette çok yararlı ve yerinde. Bir okuyucu olarak ince eleyip sık dokuma çabamın havaya gittiğine üzüldüm gerçekten.

Elinde fener zekâ ve duyarlılık arayan bir adam durup dururken böyle bir soru sormaz. Mail listendeki lüzumsuz bir adres olmak istemiyorum. Seni mesajlarımla daha fazla yormak da istemiyorum. Bundan sonra sessiz bir okuyucu olmayı tercih edeceğim. Diğerlerini bilemem, yazıların ve çizgilerin bendeki yerlerini buluyor. Sevgiler…

İnci İstiridye - 10 Mayıs 2001

Merhaba İnci İstiridye.

'Son Mektup' olduğunu altını çizerek belirttiğin açıklamandan kırıldığın izlenimini edindim.

Zaten pek konuşkan sayılmazdın, ama artık tamamen susmayı seçmen senin bileceğin konu. Zorla sohbet olmaz.

"İstiridye" rumuzunun sebebi hikmetini şimdi daha iyi anlıyorum.

Şahsıma… Şahsımı boşver, onca emeğe ve sapla samanı ayırma çabama karşı yapılmış hoyratça bir saldırıya duyarsız kaldığını düşünmedim, ama yine de beni bu konuda ilk uyaran arkadaşıma biraz daha fazla minnettarlık duydum. Onu ispiyoncu gibi görmedim. Ben de olsam uyarırdım. Dahası, o densiz dergiye mektup yazar ağızlarının payını verirdim. Kısacası, kokar ve bulaşırdım.

Geçmişteki benzer tecrübelerimden aldığım ders şu: Yanıtlanmayan her hakaret, terbiyesizleri daha da cüretkar kılıyor. Meydan uğursuzun, bağırganın, küstahın oluyor, kamuoyunu onlar oluşturuyor ve bizim soluk alma alanımız her geçen gün daha da daralıyor.

Kafası karışık ve "bugün ne düşünmeliyim?" diye medya demagoglarının ağzına bakan ortalama okur, bu tür hakaretlerden sonra kolaylıkla "necdet şen mi, iğrenç herifin tekidir" diye yargılara varıp, o adresten gelen her türlü bilgiye zihnini kapatabiliyor.

Bu tür kuru kalabalığa zaten pek bir şey anlatamayabilirim, ama sen orada sessizce ve bilgece ve onaylayarak izlerken, ben kendi yaşantımı Hikmet Çetinkaya'yı ya da Pınar Selek'i okuyup bana pislikmişim gibi davranan komşular ve kardeşler arasında geçirmek zorundayım.

O nedenle sevgili İstiridye, senin çok zeki ve kültürlü biri olarak bendenizi kendi aydınlanmış zihninde takdir ve takdis ederek okuman, içinde yaşamakta olduğum balçığı daha yaşanılır kılmıyor.

Gittiğim kitapçılarda ve sinemalarda, terbiyesizlerin yazılarını okumuş ama benim yazdıklarımı okumamış kaba saba hayvanlardan bilet almak, kasa fişi istemek ve onların düşmansı bakışlarını görmezliken gelmek zorundayım.

Artık ben eski ben değilim. Her pasif -ya da aktif- saldırgan tavrı faiziyle iade etmeye yeminliyim.

Aksi takdirde bir kez daha incinip tamamen susma ve kayıplara karışma ihtimalim derinden yükselen bir potansiyel olarak varlığını sürdürüyor.

Sen artık benimle muhatap olmama kararınla dostluk adına da olsa "hiç bir yükümlülük altına girmek istemediğini" beyan etmiş bulunuyorsun.

Peki. Bundan sonra onuruma ve okuruma yönelik saldırılardan beni haberdar etme işini senin kadar kırılgan olmayan diğer dostlarımdan rica ederim. Onlar sevgi adına "ispiyonculuk" da yapabilirler.

Zorla güzellik olmaz. Kabuğuna çekilmek en doğal hakkın. Kişisel bir beklentim yoktu.

Bu mektuba yanıt beklemiyorum; suskunluğunu bozman gerekmez. Her zamanki gibi gevezeliğimden yanıtladım.

Bugüne kadarki çekingen arkadaşlığın için çok teşekkür.

Hoşçakal.

Necdet - 10 Mayıs 2001

Sevgili Necdet Şen…

Hata üstüne hata yaptım, özür dilerim.

Kokmak bulaşmak için senden cesaret almam gerekiyormuş. Dergiye ekli e-postayı atarak tepkimi göstermek ve sana kendimi affettirmek istedim. Çok haklıydın, sessiz sessiz köşemde oturacağıma, kokup bulaşarak dümbeleklere haketmedikleri payeleri vermemeli, bir güzellik yaratmalıyım.

Sevgiler.

İnci İstiridye - 10 Mayıs 2001

Merhaba İnci İstiridye.

Sana hiç kızgınlığım yoktu, sadece beni defterden silme kararına üzülmüştüm. Ama mektubumu yanıtladığına göre sanırım adres defterimden çıkma isteğini iptal ettiğini düşünmem gerekiyor. Buna Roll'a yazdığın mektuptan daha da çok sevindim.

Ne yaparsam yapayım, beni çok sevdiklerini bildiğim -ve benim için çok değerli olan- okurlarıma şunu tam anlatamıyorum:

Ben yapayalnız bir insanım. Ve hiç bir ödül ya da paye beni posta kutuma birbiri ardına düşen dost-okur mektupları kadar mutlu edemiyor. Her sabah (yani öğlen) Noel Baba'dan hediye bekleyen çocuklar gibi içim kıpır kıpır bilgisayarın açma tuşuna basıyorum e postaları okumak için.

Nadiren de olsa "yeni ileti yok" yazısını gördüğümde ise yıkılıyorum evde yalnız bırakılmış köpek eniği gibi.

Kendi yakın çevremde -muhtemelen- bendekinden daha fazlası bulunan, ama üretime dönüştürmeyi başaramadıkları yetenekler, evin en küçüğü olan benim potamda bir şeylere dönüşmüş olmasının ve -onlara göre- kolayca para kazanmış olmamın yarattığı gizli hasetle ellerinden gelse gözlerimi oyacak olan yakınlarımda bulamadığım şefkati, yüzünü hiç görmediğim okur ve dostlarımda bulmaya çalışıyorum. Büyük ölçüde bulduğumu da itiraf etmeliyim.

Sanırım "sana artık hiç yazmayıp siteni sessizce izleyeceğim" hükmünün benim için ne kadar ağır bir hüküm olduğunu şimdi daha iyi anlıyorsundur. Her ne kadar kedileri çok sevsem de, ruhen köpek yaradılışlıyım. Bana "geh kuçu kuçu" diyen herkese ölümüne bağlanıyorum.

Roll dergisiymiş, Pınar Selek'miş, sekter solmuş, bunlar benim için fındık çerez; ama sevgisizlikle ve yok sayılmayla yalıtılmış biri olarak, meramımı anlayabilen dostların kaybı beni kardeşlerimi kaybetmekten daha fazla yaralar.

Aramızdaki buzların eridiğine sevindim. Hiç bir talebim yok, sadece cezalandırma yeter. Dostlukla.

Necdet - 10 Mayıs 2001

Merhaba…

Asla dostluğu kesmek arzusunda olmadım, bir eşşeklik yaptım ki sorma gitsin, nasıl ezildiğimi anlatamam. Yazıların, çizgilerin ve kişiliğinle az bulunur biri olduğunu çok iyi biliyorum.

Madem kendini adam gibi ifade edemiyorsun, be kadın bari sesini kes, köşende otur endişeleri ile o lâfları ettim. Olgunluk gösterdin, sağol, dostluğumuz sağlamlaştı.

Kan bağlarından çok gönül bağları ruhumu okşuyor, senin gibi. Auran tahmininden daha geniş, orada bana da yer var, başkalarına da. Arasıra zırvalasak da "hayır, öyle değil böyle" diyerek yazılarınla bizi kendimize getirerek, ailelerimizdeki, yakın çevremizdeki büyüklerin bir türlü dolduramadığı yeri sen dolduruyorsun.

Dostlukla…

İnci İstiridye - 12 Mayıs 2001

Sevgili İnci İstiridye…

Yazdığın harika mektuba ayaklarım yerden kesilmiş halde döşendiğim yanıt her nasılsa gönderemeden uçtu gitti. Sanırım ben başka şeylerle oyalanırken elektronik temizlikçi geldi ve onu lüzumsuz sanıp sildi. Şimdi ikinci kez deniyorum.

Mevzu şu:

Lütfen benden gereksiz özürler dilemeden önce şunları da düşün: Eğer aramızdaki bu minik yanlış anlaşılma durumu olmasaydı, yıllardır içimi yakıp duran ama kimseye anlatamadığım yaralarımı içimde saklamaya devam edecektim. Bilmeden de olsa minicik bir kanamaya ortak olarak bana en yakın dostların bile yapamadığı bir iyilik yaptın.

Senden gelen ve sana giden mektupları tekrar tekrar okuyor ve sanal da olsa senin gibi bir dost kazandığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Tıpkı dediğin gibi, elimde fener zekâ ve duyarlık arıyorum ve sen o az sayıdaki olumlu insanlardan birisin. Yazdığınız her sevgi dolu içten yazı, derin bir çatlağı daha kapatıyor. Tekne artık daha az su alıyor.

Kardeşimle paylaşamadıklarımı paylaştığım, yüzünü görmesem de kardeşten yakın dostlarım var. Duyarlı, anlayışlı, sevecen. İncindiğimde, üşüdüğümde, korkuyla uyandığımda başucumda onları buluyorum. Hakiki kardeşlerimi.

Minik neco İnci ablasından çok hoşnut. Talepkâr değil, ama onun sesini ne zaman işitse sevinçten el çırpıyor.

Ondandı terkedileceğini sandığı zamanki üzüntüsü. Ama şimdi pek mutlu.

Necdet - 12 mayıs 2001

Samimiyetten olsa gerek "Sevgili Necdet Şen" diye başlamak içimden gelmedi. Kaç gündür bir türlü cereyanlı mektup atacak zaman bulamadım. Kafamdan geçenleri yazabilmek için biraz zamana ve okumaya ihtiyacım vardı. Senin "Minik Neco", "Sanatçı Necdet Şen", "Yetişkin Yol Gösterici Aile Büyüğü" ve zamanla buna eklenecek farklı kimliklerini besleyecek dostluğumuzun da buna ihtiyacı var bana göre.

Roll dergisinin yaptığından sonra, sitende harcadığın onca çabaya rağmen hâlâ insanların insafına kalmış, hoyratlığa açık bir alan olduğunu düşünüyorum. Yazılı kaynaklarda Necdet Şen ve yaptıkları nasıl anlatılmış onu araştırdım biraz.

Bu konuda çok bilgisizim. Levent Cantek'in Türkiye'de Çizgi Roman adındaki kitabını aradım taradım, buldum sonunda. Ankara'da eski baskılı kitaplara ulaşmak biraz zor oluyor. Neyse… Sen okumuşsundur, ama ben biraz hayal kırıklığına uğradım. 1980-1995 yılları arasındaki dönemi anlattığı "Son On beş Yıl" başlıklı bölümde (239-305 sayfalar arası) çizgi romandan çok mizah dergilerinin hikâyesi verilmiş, yazar bölümün başında bu dönemin beher yıl olarak ayrı inceleme konusu olacak kadar zengin olduğunu söylemiş, sana da 286 ve 287. sayfalarda kısa değinmelerde bulunmuş.

Bacı, Memet ile Memo ve diğer karakterlerin senin elinden çıkmış bir incelemeyi hakediyorlar. Hem böylece birilerinin insafına kalmamış olacaklar. Neden onların ortaya çıkış öyküsünü kitap haline getirmiyorsun? Sen yapmazsan ben yapacağım:) ama ne yazık ki o yetkinlikte değilim.

Çizgi Roman serüvenini baştan sona okumak isterdim. İkinci el basmakalıp yorumları yapanların burnuna kitabını dayamak isterdim. Ciddi ve ayrıntılı bir referansa ihtiyacımız var. Bunları sen de düşünmüşsündür mutlaka, belki yaptın, ben bilmiyorum.

Araştırmamı derinleştirince naçizane önerimle gülünç duruma düşüp düşmediğimi daha iyi anlayacağım. Sabırsız bir heyecanla paylaşmak istedim. Kendimi de dahil ettiğim okuyucu kitlesinin alıklığı o kertede ki "halam erkek doğurdu" dense inanacaklar.:)

İşte böyle, ben araştırmaya devam edeceğim, çok hoşuma gitti. Bugün siteye bir türlü giremedim, aslanlı sayfa açılıyor, ana sayfaya giremiyorum.

Sevgiler.

İnci Apla - 19 mayıs 2001

Merhaba İnci İstiridye.

Sen de Ankara'da yaşıyorsun demek. Apıştım kaldım. Çünkü neredeyse bütün cana yakın okur/dostlarım orada. Bu kadar tesadüf nasıl oluyor bilemiyorum.

Levent Cantek'in o kitabı bende de var. Kendimle ilgili kısa bölümü okudum ve ayıpladım onu. Ama sen bir de şu soytarı psikiyatristinkini görmelisin. Neydi adı? Unuttum gene. Kitabın sonunda "diğerleri" diye bir liste var, çöpe atılacak isimler gibi. Tanımadığım, işitmediğim adlardan oluşmuş bir listenin sonunda kendi adımı da gördüm. Ama sadece adım var orada, en son sırada. Benden sonra da arka kapak var zaten.

Bunu anlayamıyorum, kaz mı bunlar yoksa hasetlerinden çatladıkları için mi böyle yapıyorlar? Bir diğeri de çizgi romancıları anlatan bir yazı yazmış ve orada "Necdet Şen'in Hızlı Gazeteci'si de gelecek için umut vadediyor" diye yorumlamış.

Çüş artık! 20 yıl önce yaratılmış, dönem dönem ortalığı hayli tozutmuş, hakkında hatırlayamayacağım kadar çok övgü dolu makale yazılmış bir eseri neredeyse yok sayıyor ve sonra da "ben çizgi roman tarihçisiyim" diye sahte bir kılıkla dolanıyor ortalıkta. Çüş ki ne çüş! "Ben kıskanç, kompleksli işe yaramazın tekiyim" dese daha namuslu davranmış olacak.

Bari "olmamış, beğenmedim" falan der insan. Daha komiği, bunu yazan adam yıllar önce bir yerlerde yanıma yanaşıp samimiyet kurmaya çabalamıştı. Kendisi de çizgi roman yapmayı denemiş, ama pek başaramamış. O da intikamını beni yok sayan bir "çizgi roman tarihçesi" yazarak almış oluyor.

Bu konuları anlatan bir kitaba başlamıştım birkaç yıl önce, ama Nereye'nin basımı aşamasından önce yaşadığım hoyratlıklar o kadar hevesimi kaçırdı ki bıraktım yüzüstü, diğer kısmen yazılmış kitaplarım gibi. Zaten devam etmek istesem de edemiyorum, çünkü hepsi eski dostum Nazan'dan ödünç aldığım eski model Macintosh'un içinde mahsur kaldı, PC'ye taşıyamıyorum. Dönüştürmek için okurdan istediğim tüm yardım çağrıları da yanıtsız bırakıldı. Sanırım çağrıyı görenler "bu kadar zamanda çoktan çözmüştür bu sorunu canım" diye düşünüyorlar.

Belki bir gün kendi çizgi romancılığımın tarihçesini anlattığım bu kitabıma kaldığım yerden devam ederim. Ama sen de bu konuyu araştırmaya ve yazmaya değer buluyorsan kim engel olabilir? Minik Neco da bir köşeden mutlu bir yüzle izler bu takdis törenini.

Sevgiler.

Necdet - 19 Mayıs 2001

Yıl 1987, hukuk fakültesinde okuyor ve yurtta kalıyorum. Orada bu "bacı" lardan biri beni tek ayaküstü dikmeye çalışıp, neden oje sürdüğümü sorgulamış ve 180 derece döndüğümü filân ileri sürmüştü. Vardı yani bu bacılardan sürüsüne bereket. Siz de çok iyi karikatürize etmiştiniz. Pınar Selek'in başına gelenleri biliyorum. Fakat oka moka üzülen ben, her nedense hislerim gereği ona fazla ısınamamıştım. Bu yazınızı okuyunca dedim ki "valla haklıymışım bee" … Bacıların kızma oranlarını da dikkate alarak inadına hislerimden öpüyorum.

Bacıcık - 27 Aralık 2008 (23:30)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

80
Derkenar'da     Google'da   ARA