Patronsuz Medya

"Dünyadan bîhaber kabileler" ve bizim uygarlığımız

Necdet Şen - 4 Haziran 2008  


Haber bir iki hafta öncesine aitmiş, ben yeni fark ettim.

Brezilya hükümetine bağlı ulusal yerli vakfı Funai'nin yaptığı bir açıklamaya göre, Brezilya-Peru sınırına yakın Acre eyaletinin ormanlık bölgelerinde, daha önce keşfedilmemiş "dünyadan bîhaber" ilkel kabileler vardı ve bunlardan bir tanesi havadan görüntülenmişti.

Çekilen fotograflarda, kendilerini ağaç köklerinden yapılmış kırmızı ve siyah boyalarla tepeden tırnağa renklendirmiş kabile erkekleri, tepelerinde devasa bir yusufçuk kuşu gibi uçan helikoptere ok ve yaylarıyla gözdağı vermeye çalışıyordu.

Yine aynı haberde, kendilerini bu tarz ilkel toplulukların korunmasına adamış olan Survival International adlı grubun, dünya ölçeğinde dışarıyla bağlantısı olamayan 100 civarında kabile bulunduğunu, bunların çoğunun Brezilya ve Peru'da yer aldığını açıkladığı yazıyordu.

Aynı uzmanlar, hangi sebeple olursa olsun bu ve benzeri kabilelerle yüz yüze ilişki kurulmaması gerektiğini söylüyorlardı. Çünkü, bu insanlar büyük bir olasılıkla bizim bağışıklık sistemimizin tanıdığı birçok mikro organizmaya yabancıydı ve onlarla kuracağımız yakın ilişki, kendilerine bulaştıracağımız hastalıklar yüzünden muhtemelen topluca kırılmalarına, nesillerinin yok olmasına yol açabilirdi.

Ortalama bir televizyon izleyicisinin en fazla "vay canına" deyip geçeceği doğa belgeseli tadındaki bu haber, nedense bir haftadır kafamı meşgul ediyor.

Nasıl etmesin? Okuduğu ilk roman Robinson Crusoe ve seçtiği rol modellerinin neredeyse tamamı dünyadan elini eteğini çekmiş münzevî çizgi roman kahramanları olan bir tüketim toplumu bıkkını olarak, kendimi soyunma yarışında geride kalmış bir striptizci gibi hissetmeme yol açtı bu haber. Benden daha çıplakları da vardı; demek ki hâlâ giyiniktim.

Neredeyse onbeş yıldır kalem, defter, çanta, kol saati, cüzdan, kredi kartı, kimlik, ehliyet ve benzeri eşyalar taşımayan, gazete dergi sigara ıvır zıvır almayan, mobil veya sabit telefon kullanmayan, güney kıyılarında tatil vecibesini yerine getirmeyen, giysilerini temizlik bezi bile olamayacak kadar lime lime hale gelene kadar sırtından çıkarmayıp, çıkardığında da doğruca çöp sepetine atan, ağaçların boyunun apartmanlardan yüksek olduğu bir sayfiye semtinde, aslında hem kentin ortasında hem de dışında, vişne ağaçları, selviler, kediler, kuşlar, sardunyalar zakkumlar arasında, ilçe merkezî Kadıköy'e bile senede en fazla bir-iki kez inerek yaşayan, fotosentez yapmayı ve durulup olgunlaşabilmeyi uman "tuhaf" bir adam olarak, internette fotograflarına baktığım o kırmızı boyalı Brezilya yerlilerine nasıl gıpta ettim, bir ben bilirim, bir de içimdeki fısıltı.

Friedrich Engels, "Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni" adlı eserinde, Darwin ve Morgan'dan da feyz alarak, çizgisel bir tarih modeli oluşturur. İnsanlığın sıfır noktasından bugüne uzanan yolda muhtelif üretim aşamalarından geçtiğini ve artı değerin ortaya çıkmasıyla birlikte sömürünün de hayatımızın bir parçası olduğunu, ilk önceleri herkesin eşit olduğu ilkel komünal kabile yaşamından, dramatik bir evrilmeyle köleci toplum yapısına ve derken köle sahipleriyle köleler arasındaki zenginlik makasının açılmasıyla feodal düzene, oradan da kapitalizme doğru yüründüğünü, bunun sonraki aşamasının tabii ki sosyalist bir toplum olacağını, sınıfsız toplumun kurulmasıyla da tarihsel gelişim sürecinin vuslata erişeceğini anlatır.

Okuması gayet zevkli olan bu kitap, iyidir hoştur da, az yukarıda bahsettiğim kabile gibi toplulukların nasıl olup da insanoğlu aya ayak bastıktan kırk yıl sonra bile hiç değişmemiş halde "uygar" dünya ile aynı yer yuvarlağının üzerinde kalabildiğinin cevabını vermekten uzaktır. Ya da ben anlamaktan uzağımdır.

Amazon'daki o ilkel kabileler gerçekten de Engels'in bize öğrettiği gibi "ilkel komünal" bir düzende mi yaşıyorlar, yoksa belediye encümeni, sayıştay, anayasa mahkemesi, merkez bankası ve benzeri muassır kurumlara sahipler mi, buradan bakınca göremiyorum. Ama yine de (kıçlarında doğru dürüst bir don bile olmadığına bakarak) biz talihli uygarların sahip olduğu birçok nimetten yoksun olduklarını tahmin edebiliyorum.

Bu vahşiler benim kadar akıllı olmadıkları için, hem kentin ortasındaki tuzu kuru bir semtte bahçeli kaloriferli apartman dairesinde yaşayıp, kimsenin ağız kokusunu çekmeden gazetelere yazı neyim yazarak ve internette web siteleri yaparak hayatını sürdürmeyi, hem de apartmanın arka bahçesinde münzevî ermişlik rolü oynamayı beceremedikleri için, balta girmez ormanın derinliklerdeki saz kulübelerde yılanların çıyanların ejderhaların arasında yaşamak, diş ağrısı, böbrek sancısı, kuşpalazı, boğmaca, sarı humma ve bilumum hastalıklara doktorsuz serumsuz katlanmak, arada bir kurda kuşa yem olmak gibi zor yolu deniyorlar. Ve tabii ki yaşamın gustosu adına çok şey kaçırıyorlar.

Bir kere bonus kartları yok onların. Para harcarken aynı zamanda hediye puanı biriktiremiyorlar.

Otomobilleri yok. Hafta sonları ailecek karfurlara ikealara seğirtip, indirime girmiş bir sürü ıvır zıvırı sanki bedavaymış gibi satın alıp dolap arkalarına istifleme ve birkaç sene sonra "evde kalabalık yapmasın" diye kapı önüne koyup, yenilerini satın almak için tekrar oralara seğirtme zevkinden yoksunlar.

Bu ilkel vahşiler, daha fazla zırıltıyı odalarına doldurabilmek için daha büyük evlere yerleşme, o büyük ve çok odalı evleri satın alabilmek uğruna işyerlerinde mesaiye kalma, daha fazla ücret ve daha fazla prim için, hatta bazen sırf o işi kaybetmemek için onurlarının ayaklar altında paspas gibi çiğnenmesine karşı suskun kalma ayrıcalığına da sahip değiller.

Aslında hiç bir vakit ceplerine girmeyen sanal bir parayı, plastik kartlara kazınmış haliyle şirketin veznesiyle hipermarketin kasası arasında gezdirmeyi ve aslında daima piyasanın içinde kalan ve kasalar arasında gezinti yaparken büyüyen spekülatif bir ekonomik değerin ağzına bir parmak bal çalınan avanak kuryeleri olma lüksünü hiç bilmezler. Bildikleri tek şey, ağaç dalından ok ve mızrak yapmak, kütükten tekne oymak, bedenlerini boyamaktır.

Onlar bizim dünyamızda kıvıl kıvıl kaynayan ve on binlerce yılda kırıla kırıla bağışıklık kazandığımız milyarlarca bakteriyi ve virüsü hiç tanımadıkları için, tek koruyucuları ormanın yalıtılmış sonsuzluğu. Oysa bizim hem bağışıklığımız, hem de halılarımızın ve kanepelerimizin ciğerlerini söken süper vakumlu elektrik süpürgelerimiz var. Mayt mı? Küf mü? Bakteri mi? Onlar da kimmiş? Bizim süpürgelerimiz top mermilerini emer. Deterjanlarımız sadece evlerimizi değil, ırmaklarımızı ve göllerimizi köpürtür. Öyle bir elektrik üretir ve öyle bir aydınlatırız ki semayı, yıldızları görmek için çöllere kaçmak gerekir. Dört çeker ciplerimizin arkasından çıkan dumanlarla kentlerimizin üstünü karbondioksitten yorganlarla örteriz. Yeter ki paradan haber ver, biz istersek Afrika'da safariye, istersek Alaska'da ayı avına gideriz.

Bu ilkel yerliler kredi kartına peşin fiyatına 12 taksiti de bilmezler tabii. Hayatımızın iş ve uyku dışında kalan tüm zamanlarını ya alışveriş yaparak ya da televizyon karşısında göbek büyüterek geçirdiğimizi, böylesine tatlı bir hayat sürmekte olduğumuzu akıl bile edemezler.

O televizyonlar ki, evimizin baş köşesindeki sabah ezanından gece yarısına kadar hiç kapanmayan haz nesneleridir. Öyle eğleniriz öyle eğleniriz ki, kanepede kestirirken bile alt beynimizle reklam dinler, rüyalarımızda reklam görür, şakalarımızı ve kahramanlarımızı reklam kuşaklarından devşirir, kundaktaki bebeğimizi reklamda oynatma hayali kurar, reklamlarda gözümüze sokulan her nesneyi ihtiyaç beller ama vehbinin kerrakesinin neden böyle olduğunu hiç merak etmeyiz. Orada kakışlanan her şeyi satın alamazsak fevkalâde bedbaht olur, öyle olunca da tabii ki saçımızı reklamdaki boyayla sarıya boyatarak, sakalımızın modelini reklamdaki uzun bacaklı oğlanınkine benzeterek, adlarının başında "psiko" takısı olan ücretli dert dinleyicilerden randevu alıp paramız kadar mızıldanarak, panik atak, reflü, silikon, viagra, prozac gibi en son tıbbî gelişmelerden kâm alarak, uygarca yaşayıp gideriz.

Siz hiç mecburmuş gibi her yaz Bodrum'a taşınan, yoksulluk karşısındaki en derin refleksi dilenciye para vermek olan ve geçen yaz aldığı bikiniyi temizlikçisine hediye ettiği için kendini "hayırsever" olarak gören, kültürünü bildiği İngilizce kelimelerle ve yaptığı Avrupa tatilleriyle ölçen, üniversite mezunu çocuğunun Amerika'ya kapağı atmasından kendine böbür payı çıkaran, toplumsal bilinç adına cumhuriyet mitinglerine katılan, kapıcısıyla eşit olmamak için askere öpücük gönderen bireylerden oluşmuş ilkel komünal topluluk gördünüz mü? Görmediniz. Göremezsiniz. Böyle incelikler çağdaş toplumlarda olur. İlkel toplumların totemleri ve tabuları vardır. Onlar savaş tamtamları eşliğinde tepinir, kölelerin ayaklanma ihtimalini en büyük tehlike olarak görür, beyaz adamın mavi gözlerine apoletlerine kalpağına tapınır, tapınmayanı linç ederler.

Hem, ilkel topluluklar, komşu kabileleri gece görüş dürbünleri ve uydudan yönlendirilen balistik füzelerle değil, baltalar ve oklarla telef ederler ki, böyle bir muharebe yönteminin hiç bir toplumu bölgesel taşeron güç yapmaya yettiği görülmemiştir.

Helikoptere ok ve yay göstererek horozlanan o vahşilere Hiroşima ve Nagazaki'yi anlatsak, bön bön bakarlar. Niye? Cehalet. İlkelliğin daniskası. İnsan hiç değilse, radyasyon, emisyon, sismoloji, pedagoji, oftalmoloji ve jazz hakkında üç beş kelime öğrenir değil mi? Ne gezer? Bilmezler.

Dahası, 11 Eylül ve İkiz Kuleler'i, Usame Bin Ladin'i, Saddam'ı, Hamas'ı, karikatür krizini, Echelon'u, Halliburton'ı, Blackwater'ı, küresel yeniden yapılanmanın Orta Dünya'sının belki de Ortadoğu ve yeni Ork'larının da Müslümanlar olduğunu hiç duymamışlardır. Bu konularda felsefe yapamazlar.

Bunları ve çok daha fazlasını biz uygarlar biliriz evelallah. Biliriz ve orijinalinden milim şaşmayan konfeksiyon tepkiler üretiriz. Evlerimizde ve işyerlerimizde mütemadiyen açık olan televizyon kanallarından ve sahiplerinin kol emeğiyle geçinen proleterler olmadığını hiç aklımıza getirmediğimiz medya tröstlerinin yayınlarından kesintisiz akan telkinleri bilinç altımızın raflarına karmakarışık tıkıştırır, lâzım olduğu kadarını niyet tavşanları gibi kartoteksten çekip uzatırız.

Zira, biz uygarız.

Seminer burada bitiyor. Uygar ile ilkel arasındaki muazzam farkı bir nebze de olsa kavramış olduğumuzu sanıyorum. Anlamayanlar için bir kat dikiş daha yapmak gerekirse; bir ucunda uygar diğer ucunda ilkel insanın bulunduğu sosyolojik dalgametre, bin yıllar süren bir gelişim sürecinin ürünüdür.

Mevcut sistem gitgide kalabalıklaşan dünya nüfusunu daha mesut ve müreffeh yaşatmak yolunda büyük aşamalar kaydetmiştir. Öyle ki, dünya yüzünde artık ne sıtma, ne domdom kurşunu, ne de açlık diye bir sorun kalmamıştır. Bu terakkî sayesindedir ki, çürüyen dişlerimize dolgu yaptırabilir ve seramik klozetlerimiz sayesinde dışkılarımızı ortalığı kokutmadan defetmeyi başarabiliriz. Savaşlar artık sadece tarih kitaplarında anlatılan ve yeni kuşakların anlamakta zorlandıkları barbarlık örnekleridir. Bugün altı milyarı geçmiş olan dünya nüfusunun hilâfsız tamamı bizim gibi asansörlü ve kaloriferli apartmanlarda oturmakta, çöpünü kapıcıya döktürmekte, faturalarını internetten ödeyip, içme suyunu telefonla sipariş etmekte, ütülü pantalonlar giymekte, sinemaya, konsere, tiyatroya gidip, kokulu sabunlarla duş almaktadır.

Dolayısıyla, Brezilya'daki ilkel kabile, bugünün uygar televizyon seyircisinin gördüğünde "ne kadar ilginç" demekten daha fazlasını akıl edemeyeceği kadar istisnaî bir yaşam biçimidir.

Çünkü eğer böyle olmasaydı, aslında dünya nüfusunun üçte ikisinin aşağı yukarı o ilkel kabilenin koşullarında yaşadığı, onlardan tek farkının, telefon, televizyon, mayın, deprem, tayfun ve kanserle olan tanışıklığı olduğunu söyleyen çatlak seslere kulak asmamız gerekecekti.

O zaman da "çoğunluk böyle feci koşullarda yaşarken, ben nasıl olur da dünyanın kaynaklarını bu kadar görgüsüzce har vurup harman savururum?" sorusunu yanıtlamak zorunda kalırdık ki, inanın bu hiç hoş olmazdı.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

99
Derkenar'da     Google'da   ARA