Patronsuz Medya

Sanat ve Parsa

Necdet Şen - 20 Mart 2009  


Akşamları televizyon kanalları arasında seyredilebilecek doğru düzgün bir şey bulabilir miyim umuduyla zaplaya zaplaya gezinirken bazen ayarımı bozan görüntülerle karşılaştığım, o kanalı alel acele geçtiğim oluyor.

Bazen de durup düşünüyorum o kanala bakmaya bir saniyeliğine bile tahammül etmeme engel olan duygunun nedenini bulabilmek için.

Dördü de birbirinden döküntü dört hatunun sunduğu "Haydi Gel Bizimle Ol" programını neden ışık hızıyla geçtiğimin nedenlerini epey önceleri düşünmüş ve bulmuştum: Bu hanımlardaki sahtelik ve kofluk katsayısı benim tahammül edebileceğim dozun hayli üstündeydi, her halde ondan seyredemiyordum.

Sorun edilecek bir şey değil tabii ki. Seyretmezsem ne ben onların eksikliğini hissederim ne de onlar -kelle hesabı açısından- benim. O tarz programlar zaten körlerle sağırları buluşturan eğlencelik nesneler olduğuna göre, birbirlerini gönüllerince ağırlamaları benim gibilerin ilgi alanının dışında kalır.

* * *

Dün akşam her zamanki gibi keçiboynuzu tadı bile alamadığım onca kanalın arasında zaplaya hoplaya gezinirken yine bu program belirdi ekranda. Maskaranın biri güya kendinden geçerek piyano çalıyor. O an sadece bir sonraki kanala zıplamakla kalmadım, aynı zamanda bu görüntünün kanal değiştirme hızımı öncekilerin iki üç katına çıkardığını fark ettim.

Nedeni üzerine fazladan kafa yormama gerek yok; zaten biliyorum. Televizyon ekranında gördüğümde burnumda en fazla erimiş plastik kokusu duygusu uyandıran tiplerden biri de bu çocuk: Fazıl Say.

Bana sorarsan, İbrahim Tatlıses'in ya da Hülya Avşar'ın piyanist versiyonu. Şöhrete ve servete karşı beslediği dayanılmaz tutku onlarınkinden çok farklı değil. Bir tür manken. Piyano önünde poz kesip parsa topluyor. Mesleği bu.

Ama "meslek" deyip geçmemek lâzım. Hiç bir yüksek okul diploması insana bu işin kazandırdığı parayı ve cakayı kazandırmaz. Onun yaptığı gösteri, tıpkı Cem Yılmaz'inki ya da Tarkan'ınki gibi; bir nedenle "sanat" borsasında çok yüksek fiyattan alıcı buluyor.

Bu eğlence nesnelerini birbirine bağlayan ortak hattın, en küt zekânın bile kavrayabileceği bir basitlik olduğu kanaatindeyim.

Yazmıştım daha önce de, "ekranda gördüğüm bazı insanlar bende neden otomatik bir antipati refleksi yaratıyor" sorusu kafamı kurcaladığında yaptığım ilk şey, televizyonun sesini sonuna kadar kapamak ve öyle bakmak.

Sebebi şu: Sözcükler ödünç alınabilir, yanıltıcıdır. O nedenle bir insanı tanımak istiyorsan, ağzının ne dediğine değil, bedeninin ne dediğine, en çok da gözlerinin ne dediğine bakacaksın. Beden, belâgatin maskelediği çıplak özü az çok açık eder.

Bu Fazıl'lar, bu Müjde'ler, bu Pınar'lar, bu Okan'lar, bu Beyaz'lar, bu Zülfü'ler, bu Şahan'lar, bu Tuluyhan'lar, bu Ezel'ler, bu Ferhan'lar, bu Gülse'ler, bu Bedri'ler, bu Kürşat'lar, bu Tuna'lar, bu İclâl'ler, bu bozacı ve şıracı kalabalığı şunca yıldan beri ne satıyorlar hiç anlayamadım. Ama anladığımı zannettiğim bir şey var: Bunlar sattıkları malı iyi pazarlıyor ve -eğer yersek- anasının nikâhına kakalıyorlar.

Çünkü bunlar seksen senedir devletin tam göbeğinde konuşlanmış bulunan ve toplumun kanını emen imtiyazlı bir zümrenin ihtiyaç duyduğu mana ve ehemmiyeti her seferinde yeni baştan üretiyorlar.

Aynı safsatalar ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok yaygınlaşıyor. Yaygınlaştıkça da kendi talebini yine kendi yaratıyor. Bir nevî erke dönergeci gibi. İlk hareketi ver, gerisine karışma. Çocuk istidatlıysa gerisini kendi getirir.

Birbirine yapışık bir mercan kütlesi gibi, yalnız kendilerinden ibaret bir dünyada yaşıyorlar. Semirdikçe semiriyor, devleşiyorlar. Benzerlerini de yetiştiren o malûm kaynaktan beslenirken, korkunç iştahlarıyla havamızı suyumuzu zihnimizi kirletiyorlar.

Ve öyle bir kutsiyet atfediyorlar ki kendilerine, dil uzatabilene aşk olsun.

Gözlerini açtıklarında kendilerini içinde buldukları ve ilk yudumu emdikleri mutad "kültürel" geleneğin sütüyle besleniyorlar. O geleneğin nasıl şöhrete imtiyaza paraya pula dönüştürülebileceğini daha mini minnacık bir bebekken kundakta öğreniyorlar. Ya milletvekili ya ressam ya yayıncı ya bürokrat olan babalarından ve orduevlerindeki lojmanlardaki hâkim ve öğretmen evlerindeki korunaklı yaşamın file bekçileri olan annelerinden alıyorlar ilk hayat derslerini.

Kale önünde beleş pasa yatan uyanık futbolcular gibiler. Gol krallığından aşağısı kesmiyor. Çıtaları çok yüksek. Bizim gibi üç kuruşa fit olmayacak kadar arzu ve kibir dolular. Çok akıllılar. Çok kurnaz. Çok becerikli. Ve çok girişken. Onlar konser verdiğinde ya da Atatürk'lü Nazım'lı bir şeyler sahnelediklerinde taksimetre çok yukarıdan açılıyor. Küçük bir şirketin yıllık bütçesi kadar para banka hesaplarına yatarken, bu işi boğaz tokluğuna yapmaya hazır olan diğer türdeşlerini hiç umursamayacak kadar da bencil ve aç gözlü çoğu.

Ve aynı zamanda Allah'ına kadar sosyalist.

En davudî sesleriyle, en melûl bakışlarıyla, en esrik, en çılgın, en hisli pozlarıyla, kâh piyanonun tuşlarına kâh tiyatro sahnesine kâh gönül telimize dokunup, parsayı götürüyorlar. Biz de çocuk gibi seviniyoruz "aman ne güzel, artık sanatın değeri bilinmeye başladı" diye.

Bu zevatın yapmakta olduğu "sanat"ın neden bu kadar yüksek olduğunu bilemiyoruz tabii ki. Soracak kadar cesur da değiliz. Lûtfedip işin sırrını biz fanîlere açıklama gereği de duymuyor ki üstadlar. Bizimle işleri yok ki. Onların konserlerine, tiyatrolarına, sergilerine bilet alabilecek bilinçli azınlıktan olmadığımız müddetçe muhatapları değiliz. Olamayız. Bizler, "tükürürüm böyle sanata" diyen densiz ve gerici politikacılara oy veren bidon kafalı eşekler olduğumuz için, onlar açısından sadece bir melâl ve küskünlük nedeniyiz, o kadar.

Ama kardeşim, afedersin ama ben iyi bir piyano yorumunu kötüsünden ayırt edebilecek kadar eğitimli değilim, ne yapmamı önerirsin? Kıçı taytlı birtakım zibidilerin fırfırlı etek giymiş ve parmak uçlarında yürüyen birtakım sıska kızları tutup tutup havaya kaldırmalarını, ellerini boşluğa doğru uzatıp benim bundan anlam çıkarmamı beklemelerini kös kös izliyor, hiç bir anlam atfedemiyorum. Tenor ya da bariton ya da bas bir sesle okunan ve her kelimesi komut tınısı taşıyarak biten tiradlardan neden etkilenmem gerektiğini de çözemiyorum. Tut ki, kafam kalın. Operaya ilgi duymuyorum. Ne yapayım yani?

Zaten konservatuar mezunu değilse büyük bir olasılıkla çoğu kişi anlamaz bunu. Sadece anlamadığı ortaya çıkarsa madara olacağından korkar, zevahiri kurtarmak adına "anlıyormuş gibi" yapar.

İşte adına "halk" denilen vasıfsız kültür tüketicisinin yumuşak karnı da budur. Ve bu üstadlar ondaki bu noktayı tatlı tatlı kaşıyarak bir güzel şana şöhrete servete dönüştürme becerisine sahiptir. Çünkü tüm anlamayanlar gibi bu zevatın sattığı mamulü tüketen halk da kime hayran olması gerektiğini ya Radikal'den ya Taraf'tan ya da Cumhuriyet'ten öğrenmeye çabalayan, orada hafızladığı "sanatçı" isimlerinin kuyruk suyunda yol alarak kültürlü olacağını zanneden -ya da öyle zannedenlerin lâkırdılarına kulak misafiri olan- şekilsiz yumuşak bir maddedir.

Medya ne için var? Bu şekilsiz yumuşak maddeye arzu edilen şekil verilebilsin diye.

Kış kıyamet demeden ta bilmem neredeki Dalicasso sergisine, Greyfurt kitap fuarına, Altın Tosbağa film festivaline umre ziyareti yapar gibi seğirtmesi de bundan. Tüm biletleri satılmış olan ve ancak gelecek senenin son çarşambasına, o da en arkadan yer bulunabilen Haluk/Vahide oyununa ille de bilet almak için onca hırs yapması da hâkeza. Okuduğu takoz gazetenin kültür sanat muhabiri "müthiş bir oyun" diye yazmıştır ve garibim o haz dolu anları kaçıranlardan olmak istemez.

Kültürlü olmak lâzım, değil mi? Ya ahirette Zebellâh Aleyhisselâm ona "Elif Şaplak'ın Aşk romanının ana fikrini özetle bakayım" derse ne halt edecek? Mahçup mu olsun?

Şimdi kalkıp birisi o yorumları yazan "kültür" muhabirinin bizzat kendisinin elifi görse mertek zanneden bir moloz olduğunu söylese inanmaz, "ay bu necdet'in de uçukluk olsun diye söylemeyeceği lâf yok" der çıkar işin içinden.

Böyle bir fasit dairedir maalesef bu kültür-sanat işleri şekerim. Sen de, ben de, nedenini bile bilmeden "herkes öyle yapıyor" diye mahalle bakkalından değil de Migros'tan Tansaş'tan Karfur'dan yaparız alışverişimizi. Ferrarisini Satan Bilge'yi de kapısında bipleyen aletlerin takılı olduğu ve güvenlik görevlilerinin suratımıza dik dik baktığı büyük kitapçılardan alır, daha kapıdan girerken potansiyel hırsız muamelesi görmekten hiç rahatsızlık duymayız.

Öyle ya, bir Allah'ın karşısında boynumuz kıldan incedir, bir Devlet'in, bir de üç kuruşluk çizgili defterini bile bizim onurumuzdan üstün tutan dev cirolu holdinglerin karşısında.

Sanat dünyasının migrosları karfurları da bu üstadlar işte. Büyük marketlerde kasanın yanı başında tezgâh açar ve gayet cukka hasılat toplarlar. Dümen böyle. Yersen.

Bir de "bakan" var bu ulvî konulara bakan.

Garibim, CHP geleneğinden gelip de İdris Küçükömer falan okuduğu için farklılaşmış, gözündeki müfredat bağı az çok çözülmüş, radikal bir dönüşle merkez sağ partiye aborda olup Kültür Bakanlığı gibi ateşten bir gömleği üstüne geçirmiş olan güleç yüzlü Ertuğrul kardeşimiz… Bir yandan çapulcu takımına halkın nafakasını peşkeş çekmemeye çalışırken bir yandan da -linç edilmemek için- şirretlerin geçit vermediği bir mayın tarlasında utana sıkıla slalom yapıyor.

Korkuyor açıkça. Lânetlenmekten ve ilelebet aforoz edilmekten korkuyor. Biliyor çünkü karşısındaki kalabalığın ne kadar örgütlü ve yırtıcı olduğunu.

Hem bu haksızlığa isyan edesi geliyor, hem de sesini yükseltebilecek herkesi tenzih ediyor.

* * *

Bendeniz hakirden bostan korkuluğu bile olmaz ya, tut ki bit pazarına nur yağdı, adamın kıtlığına kıran girdi ve kültür bakanı ben oldum. (Meselâ dedik.) Ola ki bu işlere bakan "yetkili" kişi ben olsaydım, akabinde neler olurdu?

Söyleyeyim: Yer yerinden oynardı.

Muhtemelen ışık hızıyla azledilirdim. Yok, eğer hükümet enayilik eder de arkamda durur, azletmemekte inat ederse benim yüzümden iktidardan olurdu.

Yaşatmazlardı öyle hükümeti.

Kimler mi? En başta medya. Seçkin zümre. Bürokrasi. Bir kısım vatandaş (hani şu penceresine kalpaklı Atatürk resmî ve yanına da fotoşopta yapılmış Türkiye tapusu asan "bilinçli vatandaş").

Çünkü bendeniz necdettin efendi, hiç öyle diğerlerinin yaptığı gibi lâfı ağzımda gevelemez, açıkça söylerdim avantanın artık bittiğini. İlk icraat olarak da opera, bale, tiyatro ve vergi mükellefinin sırtından geçinen daha ne kadar asalak varsa hepsinin ödeneğini ossaat keser topuna "hadi uğurlar ola" derdim.

"Gidin çalışın bakalım. Tayt giyip zıplayarak, frak giyip böğürerek hazineden beslenme devri bitti!"

Benim Kültür Bakanı olduğum dönemde caddeler ve meydanlar ucube gibi şeylerin "heykel" diye yutturulduğu nesnelerle doldurulmazdı. Mevcutların da çoğunu söktürür dökümhaneye gönderirdim. Yani "tükürmezdim" bile öyle sanata.

* * *

Çok mu küstahça bu söylediklerim? "Kültür ve sanat düşmanı" mıyım yoksa? Hasetimden çatır çatır çatlıyor muyum Güney Fransa'da villâm, Göcek koyunda teknem, limuzinim, uçağım, müsait yosmaları götürüp kerttiğim garsoniyerim, yoksul halkın gıkını çıkarmadan ödediği dolgun bir maaşım yok diye acaba?

Öyle düşünmek isteyen varsa buyursun düşünsün. Atış serbest. Eğer kültür denince zihinsel ve finansal açıdan devlete kapılanmak, kamu maliyesini ilelebet arpalık olarak kullanmak, düzenin demagogluğuna yatmak gibi koftiden işler algılanıyorsa, evet, ben o şeyin adı "kültür" ve "sanat" olsa da düşmanıyım.

Yazın beş sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla; "necdet efendi cami duvarına işemeye devam ediyor hâlâ".

Piyano başında dram oyuncuları gibi fiyakalı sancılanma, esrime, kendinden geçme numaraları yaparak bir o tuşa bir bu tuşa basmanın "deha" sayıldığı bir kültür-sanat tanımına karnım tok bilâderim. Böyle bir hasan almaz basan alır mantığını en başta yaptığı işi tevazuyla yapan gerçek sanatçılara hakaret sayıyorum. Televizyon ve sahne hokkabazlığıyla sanatın birbirine bu kadar karıştırılmadığı daha temiz bir Türkiye'nin hayalîni kurma hakkımı bunlara karşı sonuna kadar savunmak da benim gazâm olsun.

Öyle bir yağma sofrası düşün ki, hayatı boyunca hem devlet hem de elit tarafından itilip kakılmış, dışlanmış, gadre uğramış, emdiği süt burnundan kulağından getirilmiş olan sanatçının tüm mirası, ölür ölmez, yamacında bekleşen leş yiyiciler tarafından son kırıntısına kadar talan ediliyor. Yunus'tan Mevlâna'ya, Nazım'dan Tanpınar'a, Yılmaz Güney'den Cem Karaca'ya kadar kimi istersen kat bu yağmalanma listesine. Kendi aç gözlülüğüyle orantılı olarak ya bir Nazım oratoryosu sahneliyor, ya Atatürk heykeli yontuyor, ya da Kuvvayı Milliye filmi çekiyor yiyici güruhu. Hazinede para gani nasıl olsa. Arpalık. Yağma. Oluktan gürül gürül parsa akarken küpünü dolduran doldurana.

Bunun adı, Sanat. İşin Talan yönünden söz etmekse münafıklık ve bozgunculuk.

* * *

Eyvallah, ben bu kafayla bir baltaya sap olamam. Tamam. Ama mebuslara ve bakanlara internetten akıl da mı dağıtamam yani? Ne olacak ki, her sokakta birkaç kahvehane, her kahvehanede birkaç başbakan bulunan bir memlekette neden bu atıp tutma lüksümden feragat edeyim?

Hem bende akıl gani! Necdettin efendi hayratı. Buyur, dağıtıyorum işte bol keseden.

İlk akıl Kültür Bakanı'na.

"Sayın Bakan. Evet, size söylüyorum sayın Günay, sağa sola bakınmayınız. Siz. Evet evet, siz. Dinleyiniz.

Lütfen cesur olunuz sayın Bakan. Beleşçilere tek kuruş bile koklatmayınız. Nazım'ın anılmaya, cilalanmaya, hakkında oratoryolar senfoniler bestelenmeye, orasından burasından rektifiye edilmeye, tırtıklanmaya, mıncıklanmaya hiç ihtiyacı yok. Onun müziği zaten şiirinde içkin. Bestelenmeye bile ihtiyacı yok. Lütfen ne Nazım'ı ne de diğer gerçek sanatçıları onların sırtından yemlenmeye çalışan müteahhit bestekârlara ve tiyatro sinema simsarlarına yedirmeyiniz. Bizim vergilerimizle zenginleşen, nivyorklarda parislerde bohem hayatı yaşayan asalaklara kamu bütçesinden daha fazla bahşiş dağıtmayınız.

Yoksa, Allah korusun, bir yazı daha yazarım ve "Tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını kimler kimlere yedirdi?" türünden bir de dündarengiz başlık atarım, yer yerinden oynar, haberiniz olsun."

* * *

Breh! Bakan bunu okuyunca tir tir titreyecek.

Yazdım yazıyı, yaptım insanlık görevimi. Türkiye düze çıktı diyebiliriz artık.

Kolay değil, 70 milyon bizi okuyor.

Yorumlar

Necdet Üstad; hislerimizde bir kez daha pişti olduk. Ben müsaadenizle o akşam için ayrıntı yapayım. Seyretmeye ben de dayanamıyorum, arabada dinledim. Programda Genco Erkal ve Fazıl Say konuktu. Limitli bilgi birikimlerine rağmen derslerine hiç çalışmadan program yapmayı iş bilen desperados epey bir yıkama yağlama yaptılar.

Genco Erkal içli sesiyle Nazım şiiri okudu falan. Sonra da Nazım oratoryosuna para verilmemesinden şikâyetlendiler (özet geçiyorum). Canlı yayına Kültür Bakanı katıldı. Onu sıkıştırmaya çalıştılar. Bakan tam da sizin dediğiniz gibi "Nazım üzerinden para kazanılmasına izin vermeyeceğini" söyleyince de başladılar carlamaya. Konuklarına dönerek "Bakandan büyük suçlama!" dediler. Bakan yine yükünü aşağı vermedi ve "bunları karşılıklı konuşmak lâzım, ben programı izleyemediğimden cevaplayamıyorum" dedi. Bir kez daha sevdim kendisini.

Bizimkiler pek kızdılar bakana. Pınar Kür "bu böyle olmaz" 'larını çekerken ben de dayanamayıp o kanaldan ayrılıp Alaturka kanalına geçtim.

"Gözlerin doğuyor gecelerimeee."

Oh kekâ.

Ahmet Faruk Yağcı - 21 Mart 2009 (16:11)

Herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için şunu da ekleyeyim, bu yazı Fazıl Say'ı değil, "Sanat" ve Parsa konusunu irdeliyor. Zaten daha önceki yazılarımda da sıkça değindiğim bir konu. Bizim sıradan insanlar olarak "sanat" konusundaki cehaletimizi, bu cehaleti örtbas etme cinliğimizi ve bu zaafımızı paraya çeviren diğer "cin"leri konu ediyor. Yazının başlarında Fazıl Say'ın adının zikrediliyor olması, söz konusu program vesilesiyle bu günlerde tartışmanın odağına yerleşmiş olması nedeniyle. Yoksa bana ne Fazıl'dan Genco'dan Abuzittin'den?

Bir yazıyı yazıp bitirdikten sonra "ben aslında şunu demek istemiştim" diye ek açıklama yapmak (zorunda kalmak) her halde tüm yazan çizen insanların kâbusu. Ama o kadar emek vererek yazılan bir yazı da biraz daha dikkatlice okumayı hak eder sanırım.

Açıkçası, "Fazıl Say'ı ben de sevmem" ve "kasığa tekme" ifadeleri beni üzdü. "Ne zaman, nerede, kim için 'sevmem' dedim?", "Acaba yazıyı 'tekme' niyetine kullanan biri miyim?" gibi sorular sorarken buldum kendimi.

Yazar Efendi - 22 Mart 2009 (10:23)

Bir forum sayfasında okumuştum;

New York Times'ın yazarlarından Thomas Friedman, Longitudes and Attitudes kitabında şöyle der:

1- Okuyucu köşe yazısını okusun ve "vay be bunu bilmiyordum" desin.

2- Köşe yazısı bir solukta okunsun ve "biliyor musun bu meseleye ben bugüne kadar hiç böyle bakmamıştım" tepkisi gelsin.

3- Bir köşe yazarı için favori okur tepkisi ise şudur: "Budur abi. Ben kendimi nasıl ifade edeceğimi bilmezken tam da benim duygularıma tercüman olmuş."

4- Ve her iyi yazarın onca iltifattan sonra bir o kadar ihtiyaç duyması gereken okuyucu tepkisi: "Senden de yazdıklarından da bakış açından da nefret ediyorum."

Ben mümkünse, "3" ü seçeyim, özellikle "Çıplaklık ayıp mı yani?" yazınız beni, tabiri caizse; yıllardır kafamda dolanan "takıntıyı" giderdi.

Hep derdim; "Yahu bu işte bir yanlışlık var, hem taciz ediliyorum, hem yobaz oluyorum, bende mi bir sapıklık var yoksa, teşhircilerde mi?" der dururdum.

Meğerse; ben haklıymışım.

Sesi 3 oktav, tüm yöre halk oyunlarını bilen, yıllarca tiyatro sahne tozu yutan biri…

Ayrıca, cümle kontrol mekanizmanız çok hoş.

İbrahim Çelik - 23 Mart 2009 (01:07)

Sevgili Necdet, bu ülkenin koşullarında, ortalama Türk vatandaşı olarak devlet üniversitesini bitirip, yine devlet üniversitesinde master yapan, avrupayı gezmiş bir vatandaşım. Türküm, doğruyum çalışkanım!

Lakin kültürlü(!) değilim. Operadan anlamam, klâsik müzik konserlerine gitmem. Evimdeki müzik setimde ruhuma hitap eden her türlü müziği dinlerim.

Ortalama vatandaş olarak, resmî ideolojinin direktifleri dışında hareket ederim; bir nevi karşı devrimci sayılırım.

Ehh, zaman zaman, çağdaş, uygar biri olduğuma inanmaları için, moda tabiriyle mahalle baskısı nedeniyle içki de içerim.

Hiç bir şey verilmeyen, onların eğitimine zerre katkıda bulunmayanlar gibi, yoksul bırakılmış halkı da aşağılamam. Onların bu pastadan pay alamayıp, aydınlanmadan cahil kaldıklarına da içim sızlar, acırım.

Tv'lerin rating ölçümlerinde de yer almam.

Halkına zulüm etmeyen, halkını hedef göstermeyen bir toplum özlemi içinde olmam.

Günümüzde ülkedeki halkımızın asgarî iyi koşullarda yaşaması için beklentiler içinde olan AYKIRI sayılacak bir vatandaşım.

Yarattığın bu platformda bunları dile getirmemize imkân sağladığın için teşekkürler.

Vatandaş Mehmet - 30 Mart 2009 (16:08)

Parmak bastığınız konu çok önemli ancak bizim ülkemizi batı standartları ile karşılaştırdığınızda biraz önyargılı davranamıyor musunuz? Biz zaten (kanımca) sanat yoksunu bir ülke değil miyiz ya da öyle olduğumuzu düşünmüyor muyuz? Sanat bir özgürleşme eylemi değilse nedir? Bunun göreli olarak şanslı kesimlerin hakimiyetinde olması pek tabii ki üzücü ama sanata bu kadar az kaynak ayrılabildiği ülkemizde bırakın da buna halk beğeni ve istekleriyle karar versin; kimseyi yargılama lüksüne sahip olmadığımızı düşünüyorum.

Yazınız gerçekten de ufuk açıcı. Saygılar.

Ahmet Sönmez - 31 Mart 2009 (16:18)

Kimsenin kimseye uzaylı gibi bakması değil sorun, uzaylı gibi de bakar başka türlü de. İnsan üzerine alınmadıktan sonra gerisi boş lâf! Cevaplar ve sorular sınırsız. Galiba tartışarak bir yerlere varıcaz. Daha fazla konuşmak ve konuşmak, daha fazla deneyimlemek ve farklı olanın tadına varabilmek: Bu "sanatçı" sayın Hakkı Bulut da olabilir, Maria Callas da. Galiba yaşayıp görücez. İsmini zikrettiğiniz kimseler erkek egemen ve içe kapanık hale gelmiş Anadolu topraklarında birer vahadır; yeri gelmişken söyleyim Ankaralı Turgut da sanatçıdır pek tabii.

Kenan Evren de sanatçıdır en az Salvador Dali kadar.

Saygılar.

Not: Dali'nin siyasî tarafını lütfen google'dan aratın sayın okuyucular.

Ahmet Sönmez - 1 Nisan 2009 (21:06)

Bir sanatçı tabii ki toplumdaki diğer insanlardan daha önemlidir ve rahat içinde yaşaması gerekir. Çünkü değer üretir. Yüce Atatürk de zaten bunu "sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kurumuş demektir" diyerek özlü bir biçimde ifade etmiş ve sanatçılara verdiği değeri göstermemiş midir?

Beste Çankaya - 17 Nisan 2009 (16:13)

Sevgili Beste, Mustafa Kemal Hazretlerinin sanata ve sanatçıya değer verdiği büyük ölçüde doğrudur. (Özellikle de alaturkaya. Rakıyla iyi gider.)

Fakat, sözünü ettiğiniz cümlede sizin anladığınız anlamdaki "sanat" ve "sanatçı" kastedilmemektedir.

Bu cümle, hikmetinden sual olunamaz, her söylediği ayet değerinde yüce Kemal Paşa'mız tarafından 16 Mart 1923'de Adana'da esnafa hitaben yaptığı bir konuşmada söylenmiştir. Burada Ata'mızın "sanatçı" derken kastettiği şey, aslında "zanaatçı" dır. Yani, demirci, bakırcı, terzi, marangoz, dokumacı, nalbant, tornacı, tesviyeci, vesaire… Fazıl Say ya da İdil Biret değil.

Bir de dipnot: Tapılası Ata'mızla aynı dönemde yaşayan ve onun için yazdığı şiiri kendisine takdim etmek için yayan yapıldak Ankara'ya gelen Aşık Veysel'in, jandarma tarafından Kızılay semtinden kovalandığını biliyor muydun?

Sebep? O günlerde Ankara'yı ziyaret edecek olan İran Şahı Pehlevî memleketi fakir bulmasın diye etrafa çekidüzen veriliyormuş da, bu yırtık pırtık köylü adam hırpani kılığıyla şehrin görüntüsünü bozsun istenmemiş. Veysel, köyüne geri dönebilmek için sağdan soldan borç dilenmiş.

Yaa evet, SANAT… Şekilde de görüldüğü gibi, çok severiz biz sanatı milletcek.

Yazar Efendi - 17 Nisan 2009 (16:34)

Bir not da ben ekleyeyim: Lemi Atlı'nın "Bu imtidad-ı cevre ki bahtın şitabı var" isimli Uşşak şarkının bizzat Mustafa Kemal tarafından yasaklandığını biliyor muydunuz? Geçen yüzyılın en güzel şarkılarından biridir. Adamı mest eder. En iyisi bu konuda yazmakta olduğum yazıyı tez elden tamamlayayım.

Yazar Efendi'nin bilmediği bir mevzu değil ama ben hatırlatma babından belirteyim. Mustafa Kemal sanatçıya değer verirken onların omuzlarına "milleti aydınlatmak" gibi bir de yük sarmıştır.

Bu fetva yüzündendir ki sanatçı payesi edinenlerin ilk önce bizi yontmak ve batılı birer çağdaş cumhuriyet yurttaşı yapmak aşkı depreşiyor. Bu nevi sanatçılar ve elde ettikleri sonuçlar hakkında fazla konuşmaya gerek yok, mal ortada…

Kâmuran Kızlak - 17 Nisan 2009 (21:07)

Şimdi merak ettim. Acaba Aşık Veysel'e Kara Toprak türküsünü yazdıran deneyimlerden biri bu olabilir mi?

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır.

Seyit Balkuv - 18 Nisan 2009 (11:51)

Eyvahlar olsun, sonunda "Nazım Hikmet Oratoryosu" ndan bir bölüm izledim CNNTürk'te (2 Mayıs 2009). Tahammül edemediğim için kanalı değiştirdim. Bu kadarını beklemiyordum. Nazım Hikmet'in yattığı yerden doğrulup "ne yaptınız benim şiirlerime böyle. Düşün artık yakamdan. Benim adımı kullanarak saygınlık arayıp durmayın" deyip bir şamar aşk etmesini hayal ettim.

Bu adama mı kızsam, salonu dolduran ve avuçları patlarcasına alkışlayan müşterilerine mi, yoksa hepsine birden mi bilemiyorum.

Kâmuran Kızlak - 2 Mayıs 2009 (22:13)

80 küsur yıllık Kemalist Cumhuriyet rejiminin yarattığı "sanatçı" ve "aydın" tipolojisine güncel bir örnek… Biyolojikman "insan" diyebileceğimiz Ferhan Şensoy, bakın ne diyor:

"Büyükanıt Paşa darbe yaparsa sabah erkenden kalkar, davul çalıp kutlarım."

"Daha önce yapılan 3 askeri darbe ottan boktan sebeplerle yapıldı. Asıl darbe yapmak için geçerli sebepler şimdi var ama darbe yapan yok. Bu ülkenin darbe vakti geldi fakat asker bir şey yapmıyor. 1980'de yapılan darbe sırf Kenan Paşa'nın resim merakından dolayı yapıldı. Darbe yapacaksanız şimdi yapın."

Ferhan Şensoy sahneden darbe çağrısı yaptı (Zaman) →

Ben de kamu vicdanı bu Ferhan Bey ve benzeri çukurların üzerini kapattığında davul çalacağım. Şık bir davul solo olacak.

Darbeli Matkap - 11 Mayıs 2009 (11:46)

Zaman'ın haberi gerçeğe uygun ise, "davul çalma" kısmı bir röportajda ifade edilmiş. Diğer kısım ise sahnede. Röportaj olmasa, oyundaki kısmın böyle söyleyenlerle dalga geçme olasılığını düşünerek teselli olabilirdim, ama -dediğim gibi haberde verilen malûmat gerçeğe uygunsa- sadece üzülüyorum. Gündelik politik çekişmeleri ve işin sahne arkasını anlamadığını gördüğüm Tarık Akan röportajında da böyle hissetmiştim.

Demek ki, "sanat" derken, "sanatçı" derken ne dediğimizi, tarihteki sanat ve dahi ilim erbabının geçimlerini ne şekilde sağladıklarını da düşünerek, açık zihinle ve dikkatle ele almak gerek. Yazar Efendi sağ olsun, Atatürk'ün sanattan kastının "zanaat" olduğunu belirtmiş. Gerçi Atatürk bu lâfı ettiğinde, zanaatın esaslı ehilleri nüfusumuz içerisinde son derece azaltılmış idi. Bu, ayrı bir konu.

Candan Dinç - 6 Temmuz 2009 (00:58)

Sayın şen, öncelikle kaleminize sağlık. Muhteşem bir yazıydı.

Ben de üniversite mezunu kariyer sahibi kültürlü bir bayanım. Operadan nefret ederim. Fazıl Say'ı ve müziğini hiç sevmem. Ne demek istediğinizi öyle güzel anlatmışsınız ki, evet, sanat adına sanat yapıyoruz diye hiç hak etmedikleri paralar kazanıyorlar. Bir yanda vatandaş amele kuyruğunda beş kuruş kazanıcam diye beklerken; bu sanatçı bozuntuları, adına sanat dedikleri ama sanatla alâkası olmayan entel dantel gösterilerle parsayı götürüyor.

O kadar haklısınız ki resmen duygularıma tercüman oldunuz. O programa çıkan aysun adlı bayana bir magazin prıgramında kültür bakanının adı soruldu ve bu dantel bayan soruyu yanıtsız bıraktı. O neymiş öyle bale bilmem ne. Uyduruktan tayyare selâm söylen o yare misali bunlar uyduruk kaydırık halkı soymak amacıyla yapılan adını kendilerince sanat koydukları şeyler.

Nazım'ın ihtiyacı mı var orotoryaya. Nazım başlı başına bir ekol zaten. Keşke gerçekten sanat yapsalar ama nerede… Amaç parsayı toplamak.

Melâhat Erdoğan - 13 Nisan 2011 (15:23)

Son günlerde Başbakan Erdoğan'ın "tiyatroları özelleştireceğim" çıkışıyla yapılan yürüyüşleri, "sanat elden gidiyor" tepkilerini falan görünce, daha önce yazdıklarımı unutup "dur, şu konuyu yazayım" dedim.

Tam yazacakken, Haluk Bilginer'in özlü bir sözü beni yazmaktan alıkoydu. Diyor ki üstad tiyatrocu refikleri için:

"Maaşlıysan, amirin de olur."

E, öyle maalesef. Devletten -çalışmazken bile- tıkır tıkır maaş alıp keyfine bakarken her şey yolunda. Avanta kesilmeye görsün, diyafram sesiyle yaygara.

Tamam, bu Erdoğan hazretlerinin üslubu feci. Ağzını her açışta zihninin kuytu köşelerindeki topaklanmış küf kokuları açığa çıkıyor. Soğuk savaş klişelerinin üstüne daha fazlasını koyamamış, yontulamamış, kendi sınırlı gettosundan dışarı kafasını uzatmamış bir zihniyet dünyası sızıyor hazretin belâgatinden. Gücü arttıkça bu köhne zihniyet daha da nobran bir üslupla ortaya dökülüyor.

Ne var ki, onun yeminli hasımlarının zihinsel dünyası da başka bir sefalet örneği.

Hilmi Yavuz ustanın ve İhsan Eliaçık hocanın enfes tespitlerini biraz daha tatlandıralım: AKP ve Erdoğan için şu an aklıma "abdestli Kemalizm" den daha uygun bir sıfat gelmiyor.

O nedenle, bu Tayyip-Tiyatrocu kavgasında kendimi ne o tarafa ne de bu tarafa yakın hissedemiyorum. Al birini vur diğerine. Zorbalar güreşiyor, biz toz yutuyoruz.

Necdet Şen - 1 Mayıs 2012 (21:07)

'Devlet memuru tiyatrocu' konusunda ben de tarafım. Tiyatro sanatçısının hükümetin ya da belediyenin memuru olması konusu bana çok tuhaf geliyor. Sanatçı, amiri, deneticisi olmayan, özgür düşünen, 'söylediğimden kimse rahatsız olur mu acaba?' kaygısı olmayan, olmaması gereken kişi olmalıdır. Hatta rahatsız eden kişi olmalıdır.

Ancak, Başbakan ne dedi: Tam olarak "Gelişmiş ülkelerin hemen hemen tamamında devlet eliyle tiyatroculuk olmaz" dedi.

Maaşlı tiyatrocuların dile getirdiklerinin dışında, bu bilginin doğru olmadığını ortaya koyan başka somut bilgiler var (Tiyatrolar dünyada nasıl destekleniyor? - Elif Ekinci, Radikal, 1 Mayıs 2012).

Bence, bu konuda, bizi en fazla rahatsız etmesi gereken konu, Başbakanın, bu lâfın ardından dile getirdiği ve mealen "canımızın istediğine destek veririz'" yaklaşımı.

Radikal'deki yazıdan anladığımız kadarı ile örneğin İngiltere'de 'hükümet bu desteği verirken tiyatroların sahneleyeceği oyunların içeriğine karışmıyor. Yeni eser yazımı, prodüksiyon, yeni izleyici programlarının hazırlanması gibi masraflar için de destek veriliyor'.

Başbakanın sözü, 'devletin tiyatrosu mu olur' şeklinde kalsaydı, diyeceğim yoktu. Ama sonrası, yani 'bakarız, işimize gelene destek çıkarız' kısmı beni çok rahatsız etti.

Melih Özel - 2 Mayıs 2012 (18:53)

Kültür Bakanı, her ne kadar kıvrak vücut çalımlarıyla iki tarafı da idare etmeye çalışsa da, hükümetin aslî AKP'li kanadı aslında gayet açık sözlü.

Diyorlarmış ki; "bir yıl içinde 5 kez Nazım Hikmet'in eserleri sahneye konuldu da neden repertuarlarında Necip Fazıl, Peyami Safa yok?"

Bence kendi perspektiflerinden bakılınca haklı sayılırlar. Patron konumundalar. Patronun varsa, sana ödediği parayı da kendi koşullarını dayatarak ödeyecektir. Kapitalizm'in doğası bu.

Diğer yandan, ben de sahneye eser koyan bir dramaturg olsaydım, aklıma ırkçı ve kaypak Necip Fazıl ya da kalemini mezata çıkarmış Peyami Safa'nınkiler değil, tabii ki adam gibi adam, sanatçı gibi sanatçı Nazım'ın eserleri gelirdi.

O nedenle de, asla ve kat'a, yapacağım işi devletin -ya da bir işverenin- ianesiyle yapmazdım.

Yapmıyoruz da nitekim. Diğer siteler (hemen hemen tamamı) yaldır yaldır reklam bannerleriyle doluyken ya da gerilerini sponsor sermayelerine dayamışken, Derkenar niye böyle kitap sayfası gibi arı ve duru?

Patronsuz ve müdanasız olmak çok mu zor?

Bu tiyatrocu-operacı-baleci taifesi için cuk oturan bir lâf var aslında. Yeri geldi:

Bunlar, deyim yerindeyse, hem sitleri bamda, hem de canları cennette olsun istiyorlar. Yani eski patronun ağzıyla konuşmaya devam etmek, ama cukkayı da yeni patrondan tahsil etmek…

Yeni Patron da "yok öyle beleş, yala bakayım şunu" diyor.

Der mi?

Der.

Beslemeliğin doğasında var.

Hadi şimdi ayıklasınlar bakalım pirincin taşını. Ya da yalasınlar.

Necdettin Efendi - 4 Mayıs 2012 (12:12)

Sanatçıların kişilikleri ve siyasî görüşleri ile sanatlarının değerlendirilmesi konusunda çoğu kişi ile aynı düşüncedeyim.

Böyle düşünüyorum ama, bazen dünya görüşünü hiç benimsemediğim ya da yaşam tarzı ile ilgili eleştirel düşüncelerim olan birisinin "ürünü" ile karşılaştığımda, kendimi düşüncelerimi sorgularken buluyorum. Sanırım ideal olanı, olması gerekeni düşünüyorum, ama iflâh olmaz koşullanmalarımın, düşünce kalıplarımın dışına çıkmak o kadar da kolay olmuyor.

Derkenar'ın durumuna gelince, bu konuda sevgili editörümüze çok şey borçluyuz. Düşünsenize, elinizi kolunuzu sallayarak, deyim yerindeyse babanızın sitesiymiş gibi, içinde dolaşabildiğiniz bir arena burası. Gezerken, gözünüze takılacak, düşüncelerinizi çelecek hiç bir engeliniz yok. Üstelik, terbiye sınırlarını taşmadığınız müddetçe, ağır eleştirilerinizi bile yayınlayan bir sitede bulunduğunuzu biliyorsunuz.

Sitenin popülerliği konusunda yorum yapmam zor, diğer benzer sitelerin durumunu bilmiyorum. Ama bazen gecenin oldukça geç bir saatinde, eski bir Derkenar yazısı ya da yeni yorumları okumak için siteye girdiğimde sağ üst köşede "Şu an (…) çift göz Derkenar'a bakıyor" şeklinde gözüken site sakinlerinin sayısı beni çok şaşırtıyor. Dün gece yarısından sonra baktığım sırada 282 çift göz vardı benim baktığım yerlere bakan.

Ayrıca, internetteki popülerlik açısından bakıldığında başka bir şey daha dikkatimi çekiyor. Bunca yılın akademisyeniyim. Çok sayıda yazımız çeşitli bilimsel dergilerde yayınlandı. Ama Google'a adımı yazınca, önce Derkenar'daki yazılarım çıkıyor karşıma. Yani Derkenar reklamsız, patronsuz filân belki ama bence "etkili".

Melih Özel - 5 Mayıs 2012 (10:06)

Şey, öhöm, Necip Fazıl ve Peyami Safa için ettiğim lâkırdıların, aslında haksızlık karşısında suskun kalamayan sizin gibi dostları mindere çekmek için atılmış ufak bir zarf olduğunu itiraf edeyim. Tabii ki öyle eşşekçe bir genellemeyle insanların üstüne cart diye çizgi çekilemez. N'ağzıma!

Derkenar'ın arama sonuçlarında neden üst sıralarda çıktığını, bu siteyi yapan eden kodlayan zatı muhtereme sordum, hiç tevazu göstermedi. Dedi ki, "bunun en birinci nedeni, sitenin son derece özenli ve bilinçli kodlanmış olmasıdır. Yani, tasarımdaki ustalık. Ha, bir de, kaliteli içerik. Arama motorları -sık sık yaş tahtaya bassa da- kaliteli içeriği baş tacı eder."

Yani, her biri başka bir güzellik timsali olan yazıların ve yazarların oluşturduğu sinerji, bu fakirhaneyi mücevher değerinde yapıyor.

Kaleminiz şad olsun…

(Ya sahi, bir ara bir Melâhat vardı, nefis yorumlar döktürürdü, epeydir sesi soluğu çıkmıyor. Ne oldu, bıraktı mı yoksa bizi takip etmeyi?)

Necdettin Efendi - 5 Mayıs 2012 (15:06)

Kuvvetle muhtemeldir ki sevgili Melâhat Hanım Derkenar'da arzu ettiği arena ortamını bulamadı. Her lâfına karşılık verecek, her lâflarına çata çat karşılık verebileceği gladyatörlerin olduğu başka bir mecraya kaydı gitti. Derkenar'ın atmosferi bazı organizmaların yaşamasına pek elverişli değildir kanatimce. Akil adam için yerküre atmosferi gibidir fakat berikiler için Mars etkisi gösterir.

Aman dikkat.

Efruz Zübük - 5 Mayıs 2012 (17:36)

Derkenar ailesinin nispeten yeni bir üyesiyim ben.

Siteyi izlemeye başladığımdan beri eskiye ait ne yazı varsa okumaya çalışıyorum. Önce Ali Türkan yazıları dikkatimi çekti ve kendi kendime "Bu muhteşem kalem, neden artık yazmıyor" diye sordum. Okumaya devam ettikçe bu sorumun yanıtını, çok üzülerek, gene sitedeki yazılardan aldım.

Şu sıralar dikkatimi çeken eski yazarlar var yeni yazılarını görmediğim: Ahmet Büke, Meltem Tolunay, Ümran Davran gibi…

Ben de o yazarları merak ediyorum, "neden artık yazmıyorlar?" diye.

Bu arada sözü edilen Melâhat Hanım, Necdet Şen'in "İpim, kuşağım, şatom…" yazısına dehşetengiz yorumlar yazan Melâhat hanım mı acaba?

Amanın!

Melih Özel - 5 Mayıs 2012 (19:48)

Sırrı Süreyya Önder'deki sapla samanı ayırma en yalın haliyle ifade edebilme becerisine hayranım arkadaş.

"Balçiçek İlter, (televizyondaki programında) tiyatro tartışmasında muhafazakârların "bizim vergilerimizle toplum değerlerine aykırı oyunlar sahneleniyor" dediklerini belirtirken BDP'li vekilin ne düşündüğünü sordu. Önder, tiyatro tartışmasını başlatan Zaman yazarı İskender Pala'yı eleştirirken "sanatçı her şeyden önce savaş karşısında bir duyarlılık gösterir" dedi.

Sırrı Süreyya Önder, "İskender Pala vergisini o kadar düşünüyorsa, 'sen benim vergimle o savaş uçaklarıyla insanları öldüremezsin' demesi gerekir. Benim vergimle böyle tiyatro yapılmasın diyenler, önce bu vergiyle savaş uçaklarının sivil halkın üzerine sürülmesine karşı çıksın. Sanatçı duyarlılığı her şeyden önce savaşın karşısında olmaktır. Bu benim tasarrufum değil dünyanın her yerinde evrensel değerler açısından böyledir. Sanatçıysan bu savaşa karşı da bir sözün olsun. O uçakların bir kez havalanması tiyatroların bütçesinin defalarca üzerindedir."

Sanat ve Parsa konusunu irdelerken, meselenin bu yanını da parantez içine almış olduk. 70'li yıllarda, daha Vietnam savaşı sürerken "ben bu savaşı finanse etmek istemiyorum" diyerek, devletin kanırta kanırta (hem de cezasıyla birlikte) alacağını bile bile gene de vergi ödemeyi reddeden Joan Baez'e de buradan saygıyla şapka çıkarıyorum.

Hapse girmek pahasına vicdanî redci olan ve 3 yıl hapis yatan kocası David Harris'e de…

Geberip gitmeden önce, kim bilir hangi rezilliklerle biriktirdiği servetini TSK Güçlendirme Vakfı'na bağışlayanlara da buradan kocaman bir YUH diyorum.

Müntekim Çalapkulu - 8 Mayıs 2012 (11:27)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

90
Derkenar'da     Google'da   ARA