Patronsuz Medya

Çizgi romanda sömürge, sömürgede çizgi roman

Necdet Şen - 18 Temmuz 2004  


Okuma yazmayı yaşıtlarımdan biraz daha evvel öğrenmiştim. Bunu bilen abilerin ablaların elden ele dolaştırdıkları ve sadece resimlerine bakarak takip edebildiğim çizgi romanların balonlarını da bir an önce okuyabilmek istiyordum.

Yıllar sonra, kendi kendime öğrendiğim İngilizce'ye de aynı amaca binaen, henüz dilimize tercüme edilmemiş yabancı çizgi roman albümlerini kendi olanaklarımla okuyabilmek için başlamıştım.

Ama pek yararını göremedim bunun. Çünkü aynı yıllarda çizgi romana olan ilgim de sönmeye yüz tuttu. Yazıp çizme arzumda değil, ama yazılıp çizilmiş olanları okumaktan aldığım zevkte belirgin bir azalma oldu.

Nasıl ifade etmeli, ben büyürken çizgi romanlar çocuksulaşmaya, tabir yerindeyse ahmaklaşmaya başlamıştı sanki. Hani, dünyadaki bütün çizgi romancıların sessizce onaylayıp uydukları gizli bir anayasa vardı ve bu anayasanın ilk maddesi de okur kitlesini kaz sürüsü gibi görmeyi emrediyordu.

Okuyucu da dahil -en aydın olanları bile- çizgi romanın yakışıklı ve hiperaktif bir adamın ortalıkta dolanıp durduğu, öykülerin tamamına yakınının hasım tepeleme, her adımda bir belâya bulaşma, bin kez ölümle burun buruna gelip her seferinde sağ salim yakayı sıyırma ve sonsuz bir şansa sahip olma ekseni etrafında dönenip durduğu, kostümlü taytlı pelerinli, dörtgen çeneli, boğum boğum kaslı, uyumayan, sıçmayan, saçları dökülmeyen, kıyafeti asla eskimeyen yeknesak tiplerden oluşması gerektiğinde birleşiyordu.

Okuru bilemem ama çizgi romancı kendisini bonbon şekeri satıcısından pek farklı görmüyor gibiydi ve bunun kader olup olmadığını sorgulayanına da ben pek rastlamadım.

İster bizde olsun, ister frengistanda, çizgi romancı, ele aldığı konuyu öyle kaba saba, öyle sığ, öyle klişelere hapsolmuş bir biçimde işliyordu ki, sanki edebiyatçıların üzerine yağan incelik yağmurunda hepsi birer saçak altı bulmuş, ıslanmaktan kurtulmuş gibiydiler. İyiler melek kadar iyi, kötüler şeytandan daha kötü, olay örgüsü ekserî vodvil kıvamında idi çizgi romanlarda. İyilik ile güzellik Kahraman'ların, kötülük ile çirkinlik ise Öteki'lerin değişmez özelliğiydi. İyileri güzel, kötüleri çirkin yapan klişe adeta tanrı tarafından belirlenmiş ve tartışılamaz bir yazgı idi. Kötüler mutlaka öykünün sonunda müstehak oldukları cezayı -hem de en ağırından- buluyorlardı.

Kötüler bir kez "kötü" olarak tanımlandıktan sonra Kahraman'ın ona istediği kadar gaddarlık yapabilme hakkını elde ettiği, faşizan ve sığ bir dünyası vardı çizgi romanların çoğunun. Bu dünya, daha çocukluk yıllarımda keşfettiğim Orhan Kemal'in ya da Nazım Hikmet'in inceliklerle dolu dünya tasvirinin yanında zavallı bir zihin yapısını simgelemeye başlamıştı benim için.

Minicik bir çocukken, Tommiks'in sayfaları arasında adeta hipnotize edilmiş gibi dolanırken, kendi kendime bir karar almıştım. Ben de çizgi romancı olacaktım. Ama benim çizgi romanlarımdaki insanların adları Tom, Slim, Smith değil, Ali, Ayşe, Ahmet olacaktı ve bizzat yaşadığım mekânlarda vuku bulacak, içinde bulunduğum somut hayattan, acılarımızdan sevinçlerimizden bir şeyler taşıyacaktı.

Nitekim, 1976 yılında Fırt dergisine ait tek odalık mekânda Tekin Aral'la karşılıklı masalarımızda otururken, Tekin Abi'nin ısrarla önerdiği "kovboy"lu çizgi bantları yapmayı aynı ısrarla reddetmiştim. Uzun uzun dil döküyordu Tekin Abi, "bak" diyordu, "abim, ben ve Turhan Selçuk'tan sonra çizerlikten para kazanabilen dördüncü kişi sen olacaksın, ne sakıncası var kovboy çizmenin, herkes tarafından kabul edilmiş bir format bu".

Sessizce dinliyor ve sözü bitince ekliyordum: "Ben buralı insanlar ve buraya ait öyküler çizmek istiyorum."

Kovboy öykülerini çizmeyi kabul ettiremeyince bu kez de Tarzan çizmem için ısrar ediyordu. Yanıtım gene değişmiyordu: "Ben buraya ait öyküler anlatmak istiyorum."

Batı'dan ithal edilmiş ve tekrarlana tekrarlana tiridi çıkarılmış klişeleri bir kez daha tekrarlamak için çizer olmamıştım. Buralarda el değmemiş, gün ışığına çıkmayı bekleyen sayısız konu vardı. Dahası, bunları anlatmak benim vazifemdi. Hepimizin vazifesiydi. Nazım Hikmet bizi "müşteri" gibi görmemişti. Yaşar Kemal, Sait Faik, Aziz Nesin de… Ben de görmeyecektim.

On yaşındayken aldığım bir kararı on dokuz yaşımda Tekin Abi'nin karşısında savunmak durumunda kalmış, bu yüzden de "harika çocuk" payemden ve "o işten para kazanacak dördüncü kişi olma" şansımdan olmuştum. Ama benim ardımdan elimin tersiyle ittiğim bu ucuz lokmanın üzerine atlayan çok fazla "istikbali parlak" arkadaşım çıktı. O günlerde Tarzan ya da Kalamiti Ceyn hikâyeleri çizebilmek için birbirini dirsekleyen bu arkadaşlardan bazılarının şimdi "yerellik" teranelerinde de en önde olduğunu görünce gülümsemeden edemiyorum.

Geçmişe dair bu önemsiz ayrıntıyı böbürlenmek ya da birilerini iğnelemek için nakletmedim. Şunu izah etmeye çalışıyorum:

Bize Batı'dan ithal edilmiş olan çizgi roman sanatı, ne yazık ki sadece tekniğiyle değil, Batılı insanın kadim ön kabulleri ve Doğu halklarını aşağılık ırklar olarak gören Oryantalist klişeleriyle birlikte alınmış, sadece dili Türkçeleştirilmiştir.

Örneğin, Corto Maltese'in "Semerkant'taki Altın Yaldızlı Ev" öyküsünü okuyanlar, Avrupa'nın Türklere ve diğer Doğu halklarına karşı taşıdıkları düşmanca önyargıları, farklı ve aşağı bir yaşam formundan söz edercesine resmedilen ve zikredilen Türk (ve Doğu) algısını görmüşlerdir. Mickey Mouse'un kötü adamları, çizildiği her dönemde ülkesi ABD'nin resmî veya gayrı resmî düşmanlarıdır. İster İtalyan ister Amerikan yapımı olsun, western çizgi romanlarındaki kızılderililer çoğunlukla kafa derisi yüzen ve "ugh" demeden konuşmaya başlayamayan aptal ve gaddar ilkellerdir. Beyaz adamı toteme bağlar ve etrafında "uhu huu huu" diye ünleyerek tepinirler. Kara Afrikalı halklar, tüm cangıl serüvenlerinde beyaz gezginleri pişirip yiyen, zehirli oklar atan, saman kulübelerde yaşayıp büyü yapan ilkel yaratıklardır. Meksikalılar külliyen haydut ve başıbozuk, Eskimolar konuklara kendi karısını ikram eden godoşlar güruhu, Bedevîler bokunda boğulan pis kabile insanları, Hintler çivili yatakta yatan kavalla yılan oynatan, hilekâr yapışkan zevzek bir kalabalıktır.

Türkler desen, en berbatıdır. Tahılla beslenir, kol kalınlığında ve dört lüleden müteşekkil kaka yaparlar ve Çetin Altan'ın merhum dedesini garnizon helâlarını teftiş eden mareşal Liman Von Sanders'e mahçup ederler.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bizler uzun yüzyıllar boyunca Batı insanının bilinç altına işlemiş olan korkularının sembollerine dönüşmüş olan esmer milletlerin -Türkler, Araplar, Asyalılar, Güney Amerikalılar, Afrikalılar- fertleriyiz. Dolayısıyla, Batı çizgi romanındaki -ve edebiyatındaki- rolümüz kötülük yapmak ve Kahraman tarafından tepelenmek olmuştur bunca zaman zarfında.

Bu klişeyi tersine çevirmek, rolleri değiştirmek, Batılı'yı "kötü" Osmanlı'yı, Hun'u, Uygur'u "iyi" yapmak yetmiyor; esas başarı, bu klişeleri aşabilmiş çizgi romanlar yapabilmekten geçiyor.

Avrupa'nın Avrupa dışındaki dünyayı algılayışındaki "Biz" ve "Öteki" karşıtlığı, tüm Avrupa dışı dünyanın güzel kadınları, baharatı, hazineleri, sivri kuleli sarayları ve hilebaz kurnaz kalleş erkekleriyle "keşfedilecek" masalsı ülkeler olarak tarif edilmesine yol açmış gibi görünüyor. Keşfedilen bu diyarlardaki cennet benzeri doğanın ve aslında "uygar" Batılı'nın hakkı olan doğal zenginliklerin üstünde iki ayaklı haşereler gibi dolanan insanımsılar vardır. Öyküdeki rolleri gebermek ya da Batılı "kâmil" insana yardakçılık etmekle sınırlıdır ve bu uğrular (yani biz) ne kadar çok tepelenirlerse(k) uygarlık adına o kadar evlâdır.

Aralarından (aramızdan) tek tük de olsa "iyi" birileri çıkar. Onlar da mutlaka Batılı gibi düşünen, amacı Batılı'ya yardım etmek olan, kendi topraklarına yabancılaşmış (uygarlaşmış) insanlardır. Kendi insanlarını kötüleme, hakir görme konusunda Kahraman'dan daha ileri giderler ve o nedenle Kahraman'ın bir maceralık müttefîki olma şerefine kavuşurlar.

Mavi Lotus ve Tenten Tibet'te, bu tarz önyargıları kısmen de olsa aşabilmiş, Tenten'in şanına yaraşır çizgi romanlardır. Ama insan bu romanları okurken yine de merak etmeden duramıyor; acaba Tenten kadim dostu Chang'la nece konuşuyor? Herhalde Çince değil. Peki Tenten Chang'ı niye diğer Çinlilerden daha fazla seviyor? Her şeyiyle Çinli olduğu için mi?

Sadece çizgi romanlarda değil, Batı kökenli edebiyatın, hatta "bilimsel" yayınların bir çoğunda "Uygarlık" denen alafranga bir dinin hakikatin yerine geçirildiğine tanık oluyoruz. Tabii ki Batı ve Uygarlık kavramları birbirinin ayrılmaz parçalarıdır ve bu durumda "Uygar"ın karşıtı her ne ise, o Doğu'dadır (artık Güney de diyebiliriz). Dolayısıyla, Doğu, bu misyonun taşınması gereken yerdir ve de oraya giden Uygar Avrupalı karşısına çıkan engelleri aşmak için gerekeni yapacaktır.

Bu bakış, sömürgecinin sömürgeye bakışıdır. Ve Batı kaynaklı çizgi romanın tamamında değilse bile, azımsanmayacak kısmında bu değerler manzumesinin emarelerini görmek mümkün olabilir.

Ama işin komiği, bu bakış açısı artık zihinlerin sömürgeleştirildiği ülkelerin yerel çizgi romanlarında da karşımıza çıkıyor.

Neden derseniz, bağımsızlık savaşlarının müstemlekeleri tek tek "yerli halk"lara devreden dinamiği sömürgeci tezlerin de evrimleşmesine yol açmış, sömürge orduları geri çekilirken arkada bırakılan "misyon" okulları vasıtasıyla yerel halkın zihinlerini sömürgeleştirmenin çok daha ucuz ve başarılı bir yol olduğu anlaşılmıştır derim. Eski müstemlekelerde bağımsızlık sonrasında da beyaz efendinin zaviyesinden kendi hayatına bakmayı sürdüren, bir anlamda karşıtına dönüşmüş bir ulema katmanı varlığını sürdürecek ve beyaz efendinin değerlerini yeni yetişen kuşaklara aktarma misyonunu çoğu zaman gönüllü olarak sürdürecektir.

Öyle ki "kültür" sözcüğü artık yalnızca Batılı referanslar için kullanılan ve kendinden olmayanı dışlayan bir anlam kazanacaktır.

* * *

Artık Kültür Emperyalizmi'nden söz etmenin zamanıdır.

Kapitalist dünya, kültür ürünlerini başlangıçta bedavaya yakın bir fiyata -hatta bazen bedavaya- eski sömürgelerine ihraç ederek, kendi dilini, örfünü, tüketim alışkanlıklarını, hayat felsefesini de bu kültür tüketicisi ülkelerin bilinç altına kazıyabilme fırsatını elde etmiştir.

Şöyle bir etrafına bakınan herkes, zihinleri sömürgeleştirilmiş, kendi halkını medeniyetten uzak kara kafalı mendaburlar sürüsü gibi gören ve her türlü olumlu referansı Batılılık'la eşleştiren, ya da Batılı olan her şeyi olumlu bulan bir "aydın" türüyle karşılaşacaktır.

Dahası, Kristof Kolomb'u Pîrî Reis'ten, Eminem'i Halimem'den daha iyi tanıyan kuşaklar birbiri ardı sıra yetiştirilmiş, her yetişen kuşak -gelir ve "eğitim" düzeyiyle de koşut olarak- bir öncekinden daha "modern" olmuştur.

Yabancı çizgi romanların vasat örneklerine bile buralı çizerlerin orijinal çizgi romanlarından daha fazla telif ödeyen ve bunu "çizgi romana hizmet" olarak görebilen editörler çıkar bu tarz memleketlerden. Asılacaksa bile İngiliz sicimiyle asılmayı yeğleyen "aydın"lardan geçilmez ortalık. Metropol kültürü müstemlekenin yerel kültürünü iki seksen uzatmış, artık kızılderililer kendilerine Kinova'nın gözleriyle bakar hale gelmiştir.

Bunu müfredat programlarından televizyon dizilerine uzanan, ama ilk basamağında belki de bizim kuşağımızın çocukluk çağlarındaki tek eğlencesi olan çizgi romanların bulunduğu bir yabancılaşmaya bağlamak uygun düşer sanıyorum.

Son on küsur yılda devasa bir sektör halini almış olan çizgi film zanaatının bu zihin formatlama misyonunu çizgi romandan devraldığını görmek mümkün. Arkasında akıl almaz ciroların döndüğü ve "millî" ders kitaplarının rekabet etme şansının bulunmadığı bu göz alıcı çizgi filmler, daha miniminicik bir velet iken kuracağımız cümlelerin yapısından güleceğimiz nüktelerin vurgusuna kadar birçok alanda kıtalar arası hipnoz gerçekleştirmekte, bizim gibi "müşteri" toplumların üzerindeki manevî iktidarını yüzümüzü bile görmeden tesis edebilmektedir. Bu çizgi filmlerin altyapısına bakıldığında, gramerini ve tipolojisini çoğunlukla bizim kuşağın büyük bir susamışlıkla yalayıp yuttuğu çizgi romanlardan tevarüs ettiği ortaya çıkar. Tommiks'ten, Pekos Bill'den, Batman'den, Ayşegül kitaplarından günümüze bırakılan miras budur.

Hal böyleyken, çizgi romanla olan ilişkisini "Teks mi daha sürükleyici Zagor mu?" bağlamında kuran "bilirkişi" insanlara iğneleyici bir tebessümle bakmamda sakınca yoktur umarım.

Uzun yıllarını çizgi roman üreterek geçirmiş bir yazı-çizgi emekçisi olarak, çizgi romanın tekniği, grameri, sinematografisi, karelerdeki dizilim, gölgelendirme, denge, karakter çözümlemeleri, yüz ve beden çizimlerindeki anlamlandırma ve bozup yeniden kurma vs gibi estetik unsurlar üzerine söylenecek çok sözümüzün olabileceği sanırım tahmin edilebilir. Ama çizgi romanın olay örgüsünde içselleştirilmiş olan değer yargılarını ve o değerler dünyasında "kötü adam" rolü biçilmiş olan bu coğrafyanın insanına karşı yapılan haksızlığı es geçip, doğrudan Spiderman Marvelman EsseGesse övgüsü bağlamında kaleme alınan yorumları yadırgadığımı ifade etmek zorundayım.

Örneğin, Geceyarısı Ekspresi filmine senarist olarak imza atan Oliver Stone ile yönetmenliğini yapan Alan Parker'ı kariyerlerinin kritik bir aşamasında böylesine kaba saba ve ırkçı bir film ortaya koydular diye külliyen yok sayamayız elbette. Nitekim, yok saymak şöyle dursun, bu sinemacıların her yeni filmi bu ülkede el üstünde tutuluyor, isimleri sinema salonlarını doldurmaya yetiyor. Ama nasıl Geceyarısı Ekspresi filmini dikkatli bir sosyolojik tahlilden geçirmek ve o sinemacılara bunu yaptıran sınıfsal kültürel dönemsel altyapıyı, lobileri, finansör ilişkilerini, psikolojik zorlamaları doğru anlamak, taşları yerli yerine oturtmak zorundaysak, Corto Maltese, Superman, Teks, Asteriks, hatta Tarkan, Utanmaz Adam, En Kahraman Rıdvan gibi çizgi romanları da aynı dikkatli incelemeye tâbî tutmak, çizgi romanla olan ilişkimizi "yav bunlar çok sürükleyici, ben bunlarla büyüdüm" kolaycılığından öteye taşımak zorundayız.

Tamam, bazılarımız, hatta pek çoğumuz için çizgi roman "sürüklenme" ihtiyacının maddî yanıtı olabilir; ama işte tam da bu noktanın her toplumun yumuşak karnı olduğunu, nerelere doğru sürüklendiğimizi -arasıra da olsa- merak etmek gerekir.

Gayrısafî millî hasılası Avrupa ortalamasının epey altında seyreden bu ülkede oradaki çizerler gibi yaşamak sevdasında olan bura çizgi romancısının gönlünde yatan aslanın -pek ifade edilmese de- "dünya çapında" olmak, yani Amerika ve Avrupa başta olmak üzere, dünyanın çoğu yerinde albümleri yayınlanan, popüler ve zengin çizgi romancılara dönüşmek olduğunu sanırım çizgi roman okurları da biliyor.

"Bunda ne sakınca var? Dünya çapında çizgi romancılarımız olsa fena mı olur?" dediğinizi işitir gibi oluyorum.

Tabii ki fena olmaz. Ama eğer "dünya çapında" olmanın ölçüsü "pazarlama başarısı" olarak konulursa ve okur kitlesi ceplerindeki paraya göz dikilmiş müşteriler olarak algılanırsa, en vahşisinden ve ilkesizinden pazar ekonomisi zihniyetiyle üretilmiş Japon çizgi filmlerinin ve yine aynı zihniyetle üretildiğini düşündüğüm İtalyan westernlerinin izinden gidilecektir, ki bugüne kadar yapılan da ekseriyetle budur.

Batı çizgi romanlarından sadece teknik ve estetik kalıplar değil, kültürel kalıplar da devralınmış ve bu sayede kendi kendini Öteki'leştirmiş, ruhen ikiye bölünmüş, bir parçası diğerine düşman, aşağılık duygusuyla ve taklitle malûl cılız bir çizgi roman geleneği ortaya çıkmıştır burada.

Ratip Tahir Burak'tan, hatta Suat Yalaz'dan çıkıp, bugünkü Lombak, Guppiri Guppak, Akrep'in Gölgesi, Nâlân'ın Örekesi türü yayınlara uzanan çizgiye bakıldığında bu kişiliksizleşme -bana kalırsa geriye düşme- durumu daha net anlaşılabilir.

Günümüz çizgi romanlarındaki Doğu'ya ait görüntü ve ritüeller Hugo Pratt ya da Milo Manara'da ne kadar sığ ve oryantalist ise, bütün bu kültürel girdiler yabancı çizgi romanlarda ne kadar turistik kartpostal düzeyinde esere yansıyorsa, buralı çizerin ürettiği eserlerde de aynı derecede manzara talan etme, bekâretini pazarlama mantığıyla ele alınıyor. Yani bura çizgi romancısı da kendi coğrafyasına Paris'ten -hatta mümkünse- New York'tan, "Heavy Metal dergisinin editörü bunu beğenir mi?" noktasından bakmaya çabalıyor. O zaman da ortaya çıkan ürün, gönlünde yatan en büyük aslan metropole kapılanmak, zenginin yamacına sığışmak olan küçük vizyonlu bir adamın üretebileceği kadar oluyor.

Hayal bu ya, günün birinde kendisini sömürge çizgi romanı olmaktan kurtarıp, kültürel geçmişiyle, özüyle, insanıyla barışabilmiş, hipermarkete değil kendi içine bakan, kaliteyi ve içtenliği esnafça hesaplara kurban etmeyen, taklit ve intihalden kurtulup aklına yatırım yapması gerektiğini kavrayabilmiş çizgi romancıların oluşturduğu zengin bir çizgi roman damarının bu ülkede serpilip büyüdüğünü görmek isterdim.

İsterdim ki, dünyada eşi benzeri bulunmayan, tamamen kendine özgü bir estetik ve içerik dünyası olan bir çizgi roman geleneği burada ortaya çıksın.

İnancım o ki, böyle bir çizgi roman damarının olduğu ülke kendini pazarlamaya çalışmasa bile er geç fark edilir.

İşte o zaman bu ülkeden dünya çapında çizgi romancılar çıkabilir. Çünkü dünya çapında sanatçıları yaratabilecek olan şey, dünya çapında şahsiyet, kültürel canlılık, verimlilik, taklitçilikten arınmış özgün ifade biçimlerini besleyen bilinç ortamdır.

Bunlar da menfaat yarışında başkalarını dirsekleyerek öne geçmekle ve kendisini alemin en akıllısı zannetmekle olabilecek şeyler değildir.

diYorum

 

Derkenar neler yazdı?

76
Derkenar'da     Google'da   ARA