Patronsuz Medya

Televizyon Filozofu

Necdet Şen - 5 Ekim 2007  


"Sayın Filozof, bize 10 kelimeyle hayatın sırrını anlatın. Ama biraz sansasyonel olsun. Hatta biraz karamsar. Anlatırken yüzünüzden öfke dalgası geçsin. Şu kameraya bakarak anlatacaksınız. Mikrofonu ağzınıza doğru yaklaştırın. Evet, bize hayatın sırrını açıklıyorsunuz. Bir dakika! Daha önce canlı bir telefon bağlantımız var, onu alalım. Ama ondan önce reklamlar. Bizden ayrılmayın."

Televizyon Filozofu canlı yayında. Yüzündeki ifadeye ve tavırlarındaki vekara bakılırsa çok önemli şeyler söyleyecek.

Ama o ne? Bildiğimiz yaveleri tekrarlıyor. Cümleleri takvim arkası tekerlemelerinden farksız. Ama kravatı da pek şık canım!

Ne çok heveslisi varmış meğer bu maskaralığın. Yıllarını kendi alanında yetkinleşebilmek için harcamış, ama gönlünde yatan esas aslan televizyonda ahkâm kesmek olan ne çok doçent, profesör, rektör, dekan, eski bakan, eski milletvekili, eski sporcu, eski şarkıcı, şair, general, köşe yazıcısı, ev kadını varmış memlekette. Ahali topyekûn filozof olmuş, hayatın sırrını çözmeyen kalmamış, ben bunu anca fark ediyorum.

Yıllar önce bu şaşkının da çıkmışlığı vardır televizyon denen çadır tiyatrosuna. Çoğunlukla da bir zarurete binaen. Ya bir takım yayın organlarında küfür ve iftira sağanağına tutulmuş, fanatik okura, devlete, gazete patronuna, terör örgütüne falan hedef gösterilmiş, savunma refleksiyle, suçlamaları reddetmek için, mecburen, ekrana çıkmış ve kendi tezimizi anlatmaya çalışmışızdır. Ya da o aralar bir kitabımız falan yayınlanmıştır hasbelkader, "belki üç beş şaşkın lûtfedip okur da başımız göğe erer" umuduyla "peki" demişizdir televizyoncuya. Bazen de "olmaz" demeye yüzümüz tutmadığından belki.

Ama ısınamadım bir türlü hayal perdesindeki o "var olma" biçimine.

Önceleri rahattım ekranda. Hatta keyifliydim. Önemseniyor olmak hoşuma gidiyordu besbelli. Nasıl görüneceğime falan aldırmadan şen şakrak davranırdım. Sorudan ya da soruluş tarzından hoşlanmadığım ve sunucuyu itin münasip yerine soktuğum da olurdu bazen.

Zamanla sıkılmaya başladığımı, bunun aslında doğaçlama bir piyes olduğunu, kuralları sıkı sıkıya belirlenmiş bir eğlence programının misafir maskarası olarak orada bulunduğumuzu düşünmeye başladım. "Cici çocuk"luk sıkmaya başladı. Bu rahatsızlığım gitgide beden dilime ve üslubuma yansıdı. Kendimi ekranda "konuşurken" görmekten hoşlanmaz oldum.

Sonuncusunda bir de sürpriz bekliyordu beni. O sıralarda çıkan kitabım hakkında konuşmak için davet edildiğimi zannederken, o aralar ortalıkta çok görünen bir manken hanımefendiyle karşılıklı oturmuş "gazetecilik nedir, kim gazeteci olabilir kim olamaz?" mealinde -istemediğim- bir konuşmanın içinde buldum kendimi. Çok sıkıldım. Öfkelendim hatta biraz. Soruların çoğunu tek kelime etmeksizin, sadece başımı sallayarak yanıtladım kamera beni çekmesin, hanım kızımızı göstermeye devam etsin diye.

Az buçuk deneyimliydim o stüdyo ortamları konusunda. Konuşmadığınız müddetçe ekranda görünmüyordun. Üstelik de karşında oturan diğer konuk, pembeli beyazlı cicilerini kuşanıp gelmiş, "artık mankenliğimin milâdı doldu" kabilinden derin analizler yapan bir "gazeteci" olunca zaten konuşsan da resim seçicinin ilk tercihi olmuyordun. Fırsattan istifade, gizlenebildiğim kadar gizlendim. Ve bana bu tatlı şakayı yapan televizyoncu arkadaşı da kalbimin en müstesna köşesine kaydettim.

Odur. Bir daha da çıkmadım televizyona. Bundan sonra da çıkmayı düşünmüyorum. Eksikliğimin hissedilmeyeceğini de biliyorum tabii ki. Kavuğumu benden daha hevesli kim varsa onlara devrediyorum. Bu hakirin yerine de sorulara cevap yetiştirsinler.

* * *

Reklam arası felsefe

Eskiden de yazmıştım, tekrara düşmek pahasına bir daha yazıyorum: Televizyonda fikir tartışması olmaz; kravat ve fular sergilenir. O kadar egonun tek bir stüdyoya sığdırıldığı ve soru sorulan kişinin konuşmasına sınırsızca müdahale edildiği ve de demagojinin temel davranış biçimi olarak kabul gördüğü öyle bir ortamda bırak görüş falan açıklamayı, herhangi bir cümleyi kazasız belâsız tamamlayabilmek bile hüner sayılır.

Kaldı ki, bu türden "akıl fikir" programların sunucusunu kim susturabilmiş ki oraya süs diye çağrılmış olan konuk(lar) konuşabilecekleri bir boşluk yakalayabilsin?

Niye gelirsin ki oraya be adam? Ne diye dekor olursun bu soytarılığa? Çıkma oraya ki kitabını okuduğumda seni matah bir şey zannedeyim.

Yok, estağfurullah! Başka insanların nasıl yaşayacaklarına ilişkin fetva vermek kimin haddine? Gönlünde komedyenlik yatan, ama hasbelkader başka bir şeyin eğitimini aldığı için hayata başka alanlarda başlamış ve şimdi ekranda milleti eğlendirme sırası kendisine gelince de bu kamusal göreve şevkle heyecanla sarılan televizyon kalabalığına başarılar diliyorum. Gönül dolusu selâmlar. Şen ve esen kalsınlar. Bu yapımlarda emeği geçen tüm ekip arkadaşlarına da kucak dolusu sevgiler, öpücükler.

Yalnız, susmadan önce ufak bir sorum olacak. Bütün bu ekran filozofları, reklam aralarına sıkıştırılmış kısacık zamanlarda, sürekli sözlerini kesen program sunucusunun ve diğer komedyenlerin engellemeleri arasında bize ne anlatıyorlar? Onları dinlediğimizde hangi konularda aydınlanmış oluyoruz?

"Takvimin arkasında okudum, meğer namaz kılmamak günahmış" diyen 70'lik komşumuz Sunay teyzeden farkımız nedir? Bu filozoflar bize takvim arkalarında ya da gazetelerin "Kelebek", "Yasmin", "Weekend" gibi adları olan kadın eklerindeki draje bilgilerden daha derin ne söylüyorlar? Aynı Liberal ya da Kemalist ya da Feminist ya da Freudyen klişeleri on milyonuncu kez dinlemek bize ne kazandırıyor?

* * *

Her şeyi bilene filozof mu denir budala mı?

Ekrana çıkanlara gene de sözüm yok. Bu onların seçimi. İnanıyorum ki hepsi de orada söyledikleri ve söyleyecekleri her şeyin zaten uçup gideceğinin, geriye sadece bomboş -ya da karmakarışık- bir zihin kalacağının farkında olarak çıkıyorlar. Kendilerinden beklenen şeyin, aslında ekrana yansıyan ikonografik değerleri olduğunun da muhtemelen farkındadırlar. Suratlarının şekliyle ya da halleri tavırları ve takıntılarıyla ya da dalaşma potansiyelleriyle ya da gazino solistleri gibi kaç tane masaları olduğuyla ya da kimin ahbabı olduklarıyla ya da hangi cemaatin silâhşörü ya da kelle avcısı olduklarıyla ilintili olarak edinilen bir ikonografik değer.

Öyle ki zekâ katsayısı benimkinin bile altında olan "bakarkör" kitlenin bakar bakmaz şıp diye kafasında bir yere oturtacağı bir çizgi film klişesine dönüşebildikleri ölçüde değerliler. Herhalde onlar da bu sayede ekranların bakılan kişisi olduklarını, sorgulamasalar da muhtemelen hissediyorlar. Bunu peşinen kabullenenlere açık o ekranlar, o tulûat sahnesine bunu bilerek çıkıyorlar.

Hazır oraya kadar zahmet etmişken, fotograf gibi kıpırtısız durmayıp şekil olsun diye ağızlarını oynatmak zorunda olduklarını ve ne zaman susmaları gerektiğine karar verecek olan otoritenin tabii ki reklam veren olduğunu da beyinleriyle ya da böbrekleriyle falan algılıyor olmalılar. Alan razı satan razı. Adı üstünde; şov biznız.

Onlar konuşacak ki biz üstlerinden geçen reklam kuşaklarına bakarak hangi çocuk bezinin daha emici olduğunu ve daha ince cep telefonunun klasımıza nasıl da klas kattığını öğreneceğiz.

Bana acıklı gelen, aslında kapasitesi daha fazlasına yettiği halde, zihinsel rutinini bu ekran filozoflarına bağlamış bir sürü "eğitimli" insanın heba ettiği zaman. Buna da haddim olmayarak "gönüllü bitkisel hayat" diyesim geliyor. Sanırım bir çeşit madde bağımlılığı. Bünye arzuluyor belli ki.

* * *

Eski dostlar şimdi nerede?

İçinde yaşadığım toplumun okumuş yazmış insanlarındaki yıl be yıl tezahür eden bu zihin erimesini ve bu klonlanmış takvim felsefesini gözledikçe kendimi karanlık bir rüyanın içindeymişim gibi hissediyorum. Hüzün veriyor insan kardeşlerimin kahir ekseriyetini pençesine almış olan bu salgın bilgiçlik hali.

Değişiklik olsun diye bir iki şeyi de bilmiyormuş ya da emin değilmiş gibi yap be mübarek! Ne zaman çözdün sen bu hayatın sırrını? Ya ben niye çözemiyorum?

Daha ilk cümlesini söylerken arkasından gelecek olan diğer cümleleri virgülüne varana kadar bildiğin halde susup sabırla dinliyorsun. Ama o, sen daha ağzını bile açmadan saçma sapan düşündüğünü ve konuşursan muhakkak zırvalayacağını şıp diye anlayıp, henüz başlanmamış sözünü söylenmeden çürütüyor. Konuşmalar ister istemez hep böyle şekilleniyor. Ve sohbeti ne kadar seversen sev, böylesinden tad alamıyorsun.

Daha evvelki bir yazıda bahsetmiştim sanırım, dünyadan el etek çekip de sığıntı gibi annemin evinde kaldığım yıllarda hep gece yarıları çıkardım sokağa ve mümkünse en tenha ve en loş sokaklara sapardım. Belki bunalım, belki modern toplumun üzerime sıvaştırdığı kahırdan arınma ihtiyacı, belki hem o hem o.

"Oğlum, kanundan mı kaçıyorsun?" diye sorardı annem şakayla karışık. Zorlama bir sırıtışla geçiştirir, cevap vermezdim. Kanun değildi, arkadaşlarımdı kaçtığım. Eski çevrem. Ekmeğimi kazanmak adına, zarurete binaen, teşriki mesai ettiğim sığ ve ezberci güruh. Onlara rastlama ihtimalim olan hiç bir yere gitmiyordum. Konuşacak mevzumuz kalmamıştı. Bir araya geldiğimizde fena halde sıkılıyordum. İçim kuruyordu onların gazetelerden kırpılmış tabldot felsefelerini dinlerken.

Neyse ki artık hemen hemen hiç bir eski arkadaşımla teşriki mesaim kalmadı. Kedilerimle ve sevgilimle baş başayım ve böyle çok daha iyiyim. Ben eski ahbaplarımı ve muhtemelen eski ahbaplarım da beni, tanıdık bir ölüyü hatırlar gibi hatırlıyoruz. Belki sevgiyle, belki kayıtsızlıkla, belki hüzünle, belki biraz gücenerek.

Eski arkadaşlarım önlerine attığım yorucu soruyla yüzleşmektense "o zaten uyumsuzdu, huysuzdu, sivriydi" gibi yargılarla katlayıp köşeye kaldırmış da olabilir beni, bilemem. Onları tabii ki mazur görüyorum. Televizyona mı inanacaklar bana mı?

En son görüşmemizde felsefeci bir tanıdığa "hocam, uzun zamandır görmediğimiz insanlar aslında -bizim için- ölmüş sayılır mı?" diye sormuştum. Üstad soruyu birkaç saniye tartmış, "ölü sayılmazlar, görmesek de onları bir gün görme umuduyla yaşarız" demişti.

Üstad artık burada yaşamıyor. Ona soramam. Ben de ortaya soruyorum soruyu.

Zihnini televizyon filozoflarının uğultusuna teslim etmiş bir kalabalığı görsen ne olur görmesen ne olur? Onların yerine Robot Asimo'yu görüyorum televizyonda. O daha ilginç.

Eski ahbaplarımla -çoğuyla- aynı şehirde yaşıyoruz, ama görüşemiyoruz.

Görüşsek de aynı ruh ikliminde buluşamıyoruz.

Buluşsak da konuşacak "televizyon/gazete/battık/bittik" dışında bir konumuz yok.

Ben mi öldüm onlar mı, kestiremiyorum. Ama aynı fiziksel uzamda yer almadığımızı sonunda anladım. Bu da beni ister istemez münzevî yapıyor.

"Paralel evren" dedikleri de böyle bir şey olmalı her halde. Başka insanlar, başka başka hayatlar. Katmanlardan oluşmuş bir bütün. Yollarımız belki kesişiyor belki kesişmiyor. Her katmanda ayrı bir hakikat. Ya da tüm katmanlarda aynı "mamul" hakikat. Belki yakın akrabasın, belki eski can yoldaşı ya da belki aynı mekânda yaşıyor aynı otobüste yolculuk ediyorsun ama ne sen onları algılayabiliyorsun ne de onlar seni.

Tek bir kavanoza tıkıştırılmış tekil egolar. Belki sen onların düşüsün, belki onlar senin. Ya da belki biz hepimiz topyekûn düşten ibaretiz.

Biz, eski dostlar, birbirimizi artık televizyonda seyrediyoruz.

En yakınımızdakinden gizlediklerimizi ekrandan milyonlara açıklıyoruz.

Artık sütun bacaklı, silikon dudaklı filozoflarımız var. Onlardan hayatı öğreniyoruz.

Tuhaf bir durum. Katastrofobik.

Nereden mi biliyorum? Tabii ki televizyondan. Üst satırdaki kelimeyi de orada seyretmiştim zaten.

Yorumlar

Televizyon Filozofları'nın kitapları hiç satmazsa 100 bin tane satıyor. Çoğunun içinde dişe sürülecek tek kelime bulamazsınız, ama gene de satıyor ya siz ona bakın. Getirisi çok iyi kitap yazmanın. Tanesi 10 ytl olsa, kitap başına 1 ytl'den 100 bin ytl eder. Temiz para. Allah bin bereket versin.

Ama bunun için önce ekranda bol bol cıvıklık yapıp meşhur olmak şartı var. Bence siz bir daha düşünün şu "televizyona çıkmama" konusunu üstadım. İnanın, çok şey kaçırıyorsunuz.

Cemil Duyar - 14 Ekim 2007 (2:21)

Dün vapurla işe giderken yanımda oturan bir grup "aydın" vardı. Biraz yaşlıca olanı 20 dakkalık yol boyunca daha önceki yazılarınızda da sözünü ettiğiniz bütün klişeleri tek tek sıraladı. Gülmemek için dudaklarımı ısırdım.

En hoşuma gideni de "Cumhuriyet'in kazanımları". Bir de "bu hükümet bizi borç batağına sapladı" ve "Sevr'i hortlatacaklar" var. Sonunda yanında oturan adam daha fazla dayanamadı, "bu hükümetten önce borç batağında değil miydik?" diye sordu ama sorusu havada kaldı.

Biliyor musunuz, Derkenar'ı keşfettiğimden beri bu tarz konuşmalar kulağıma tulûat gibi gelmeye başladı.

Bi ara şehir hatları vapuruna binin. Garanti veriyorum, çok eğlenirsiniz.

Cevriye Gençten - 16 Ekim 2007 (5:13)

Televizyon Filozofu'nun tıpkı basım kopyaları da gündelik hayatta her yerde karşımıza çıkabilecek olan "öğreten adam / öğreten kadın" tiplemeleri. İşaret parmağı her daim havada, kaşlar hep çatık ve her an herkesi kınamaya hazır. Bu insanlar kendilerini cümle aleme ders vermeye tam yetkili "muasır medeniyet" temsilcisi gibi mi görüyor?

Tamam, kendilerini çok akıllı buluyor olamlarına bir itirazım yok da, kendilerinden başka herkesin "kaz" olduğuna acaba nereden hükmetmişler?

Yağmur Sakaoğlu - 15 Aralık 2007 (11:52)

Ünlü filozofun dediği gibi; renkli camdaki medya maymunları ve kafesi içinde kendine fıstık sunan biz mahkûm maymunlar, maymunlunlar ülkesiyiz. Program dediğinin içinde çeşni olacak aşk, entrika, şiddet, taciz ve küfür kıyamet ne ararsan. İşin sonunda Luis Alberto'nun annesi Peder Hose çıkacak bak sen o zaman reytingin hası nasıl… Bu amaç uğruna kendini feda edecek nefer… Bu haber programları, bu tartışma programları neden hap yapar yutturmaya çalışır içeriği de bırakmaz seyirciye kararını versin, fikrini söyle sus dinle be kardeşim. Neden kendini ifade etmek için seçtiği yolun yanına onca lâf salatası ilâve eder gazetecisi, yazarı, şarkıcısı, müzisyeni… Üretmek yerine konuşmaktan yana meyil gösterenler alooo, kesildiniz mi sütten:)

Mete Özyurt - 21 Aralık 2007 (00:41)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

121
Derkenar'da     Google'da   ARA