Patronsuz Medya

Gazeteci'ye mektup

Necdet Şen - 23 Temmuz 2004  


Değerli gazeteci dostum;

Nazik görüşme öneriniz için teşekkür ederim, ama görüşmesek daha iyi olur.

Sayısını unuttuğum çok sayıda olumsuz tecrübeden sonra, nihayet anlamış bulunuyorum ki, meramımı yazılı ve görsel basına vereceğim mülâkatlar yoluyla tam ve doğru anlatabilmem hemen hemen imkânsız.

Bunun sizin kişiliğinizle hiç bir ilgisi yok. Daha evvel alınmış bir ilke kararını okuyorsunuz.

Meslekî anlamda işinize yarayabileceğini umarak, gazetecilerle görüşmeyi neden istemediğimi özetlemeye çalışayım:

Bugüne değin önüme uzatılan ses kayıt aygıtlarına söylediğim sözleri basılı bir derginin ya da gazetenin üzerinde gördüğümde gözlerimin yuvalarından fırlamadığı, "ama ben bunu bu şekilde söylememiştim ki!" diye hayret ve düş kırıklığı yaşamadığım çok az söyleşi anımsıyorum.

Elimden geldiğince sakin, açık seçik, farkları es geçmeden konuşmaya çalışan biriyim. Mülâkat verirken bu berraklığa daha da dikkat ediyorum. Söyleşiyi yapan gazetecinin konuşmayı deşifre ederken işini kolaylaştırmak için, elimden geldiğince mutedil bir tempoda ve ağzımın içinde gevelemeden konuşuyor, edit edilmesine gerek bırakmayacak bir imlâ ve sözdizimi kullanmaya çalışıyorum.

Hayatımın her alanına yansıyan titizliğimin en üst noktaya çıktığı anlar, en ciddî meselelerimizden biri olduğunu düşündüğüm "iletişim" anları oluyor. Günümüzün insanında had safhaya ulaşmış bulunan zihin gürültüsü duvarını aşabilmek için, olabildiğince parazitsiz, berrak bir dil kullanmaya, sıralı düşünmeye, sıralı konuşmaya, serbest çağrışımların ardı sıra sürüklenmeden ana fikir üzerinde istikrarla yürümeye, muhatabımın olası yanlış anlama noktalarını aşmaya çabalıyorum. Ne kadarını becerdiğimi bilemem tabii, ama en azından böyle bir çabam var.

Ne var ki, işi sadece aygıttan işittiğini yazıya geçirmekten ibaret olan muhabirin, bunu yaparken, kişisel sözlüğümde bulunmayan kelimelere yer verdiğini, cümle yapılarını -bazen anlaşılmaz hale getirircesine- bozduğunu, kastettiğim anlamın uzağına düşürdüğünü, teypteki konuşmayı kısaltayım kaygısıyla hem dili hem de anlamı başkalaştırdığını, ortaya içimi daraltan saçmalama örnekleri koyduğunu birçok kez yaşadım.

Hatta bazen gazetecinin kendi iç dünyasını bana atfettiğini, bir sorusuna cevaben verilmiş yanıtımı kişisel takıntım gibi yansıttığını, ya da uzun bir konuşmanın içinden tek bir cümleyi cımbızla çekip "çatlak" bir iddia olarak sunduğuna tanık olabiliyorum.

Daha evvel kaleme aldığım bir yazımdaki bazı cümleleri sanki bir sorusuna cevaben söylemişim gibi aktardığını ama kaynak belirtmediğini ya da kaynağı aransa da bulunamayacak derecede belirsizleştirdiğini, yanlış yazdığını da görebiliyorum.

Bazen muhabirin yargıç ya da psikiyatrist rolüne heveslenip hakkımda hüküm verdiğine ya da ruhsal tahlilimi yaptığına da tanık olabiliyorum.

Kendi dar çevresindeki söylentileri kamuoyunun görüşü gibi aktaran ya da şahsî yargılarını soru olarak soran, yanıtı dikte eden muhabirlere rastladığım da oluyor.

Fotografçının çektiği birkaç makara filmin içinden gözümün kapandığı, yüzümün yamulduğu, alnımın parladığı tek pozu, yani normalde insanların yırtıp çöpe atacağı cinsten en kusurlu pozu seçip tam sayfaya açan ve yanına da o fotograftaki çarpık ifadeyi daha da çarpıklaştıracak başlıklar atan gazete/dergi editörleri gördüm.

Polemikten ve didişmeden özellikle kaçınmama ve bunu belirtmeme rağmen benimle yapılmış söyleşinin sonuna zıt görüşte -ve fişteklenmiş- birilerinin yergi ile kara çalmayı birbirine karıştıran konuşmalarını koyan ve bu kolaj çalışmasına "tartışma" adı veren editörler de gördüm.

Sözlerimin ya da yazılarımın içeriğine ilgisiz kalıp "imaj"ımla ilgilenen, hatta bazen tek satır yazımı okumayıp, hakkımda kanaat belirten yorumcular da gördüm.

Web sitem derkenar.com'da ya da tematik bir dergide -belki yıllar önce- yazdığım bir yazıdan yola çıkıp, konuyu sanki kamuoyunun gündemine gelmek için sansasyonel iddialar ortaya atan biriymişim gibi çarpıtarak yansıtan basın yayın organlarını da gördüm.

Çok boyutlu bir analizin içinden bir tane eleştirel cümleyi cımbızla çekip "Necdet Şen şimdi de filâncaya sataştı" biçiminde sunan gayrı ciddî yayın organları da gördüm.

Benimle görüşen kişinin kibarlığına ve iyi niyetine güven duyup "bu kez daha evvelki terslikleri yaşamam her halde" diye umduğum halde, yayını elime aldığımda "bu kepazeliği kaleme alan kişi ziyaretime gelen o kişi mi?" diye düşündürten gazeteciler de gördüm.

Her ne kadar gazeteciliğin bir dar vakit mesleği olduğunu bilsem de, neredeyse her şeyini tek başıma yaptığım şu web dergisinde tek bir cümle düşüklüğüne ve tek bir imlâ yanlışına bile kayıtsız kalmadığımı, siteye giren her satıra özen gösterdiğimi hatırlayıp, onca muhabir editör müsahhih kalabalığına rağmen, o basın tröstlerindeki kısacık haberlerin veya söyleşilerin bile nasıl o kadar yanlışlarla dolu ve sakil olduğuna akıl sır erdiremiyorum.

Kısacası, ehemmiyetsiz şahsımla yapılmış mülâkatları dergi ve gazete sayfalarında ve televizyon ekranında gördüğümde, çoğu zaman "acaba gazetecilik -ya da editörlük- konuları bulandırma, mesajları anlaşılmaz kılma, kafaları karıştırma, insanların yüzüne gülümseyip, arkasından taklaya getirme sanatı mıdır?" diye düşündüğüm oluyor.

Sözlerim bazen o kadar çarpıtılıyor ki, o sözleri dile getiren kişi ben olmasam, gazete ya da dergi sayfalarındaki yayınlanmış halini okuduğumda "amma budala bir adam bu, ağzından çıkanı kulağı duymuyor" diye düşünebilirim.

Örneğin, "kargalardan nefret edersiniz, değil mi?" gibi bir soruya "hiç bir canlıdan nefret etmem, kuşları severim, karga da sevimli ve zeki bir hayvandır" diye cevap verip, bunun gazetede "kargadan başka kuş tanımam" diye özetlendiğini görünce, kolum kanadım düşüyor. Çünkü bu ikisinin arasındaki farkı algılayamayan muhabirin -ya da editörün- dar zaviyesinin ve dili kullanmadaki beceriksizliğinin toplum nezdinde artık benim dar kafalılığım ve budalalığım olarak algılanacağını biliyorum.

Her seferinde "bu görüşmeyi keşke kararlılıkla reddetseydim, ısrar edildi diye yumuşamasaydım" diye iç geçiriyorum. Ama nazik ricalar karşısındaki yumuşaklığım çoğu kez baştan çıkmama yol açıyor.

Takdir edersiniz ki, bu tür söyleşileri okuyan kişiler o kafa karışıklığını benim kafa karışıklığım, o kalem sürçmesini benim dil sürçmem, o kargacık burgacık yazı dilini benim konuşma dilim olarak algılayacaktır. Dolayısıyla meramımı daha geniş bir kitleye ifade edebilmek için bir şans diye gördüğüm ve ondan dolayı "peki" dediğim bir görüşmenin, vermek istediğim mesajın -gerçekten de geniş bir kitleye- anlamını yitirmiş, bağırtıya dönüşmüş, banal bir sunumla yansıdığına, yıllarca uğraşsam da düzeltemeyeceğim bir yanlış anlaşılmanın yolunu açtığına tanık oluyorum.

Medyadan ve onun getireceği popülariteden (orta malı olmaktan) o kadar sakınmama ve gözlerden ırak durmama rağmen bu kadar iletişim kazası yaşadığımdan hareketle, medyatik insanların basına/ekrana yansıyan sözlerinin ne kadarının aslına uygun, ne kadarının "editoryal dokunuş" olduğunu tahmin etmekte zorlandığım oluyor.

Bugüne kadar birçok muhabirin "sağır işitmez, uydurur" atasözünü doğrularcasına, cümleleri, kelimeleri, hatta ünlü kişilerin adlarını bile -ben doğrusunu söylediğim halde- yanlış yazdığını, hatta röportajın birkaç kelimelik başlığında bile akıl almaz mantık veya yazım hataları yapabildiğini ve bundan dolayı hiç bir özür sunmadığını görüyor, kimi gazetecilerin vahim bir çap ve zarafet sorunu olduğu kanısına varıyorum.

Biliyorum, siz şimdi "ben böyle bir gazeteci değilim" demeye hazırlanıyorsunuz. Haklı olabilirsiniz; sizi tanıma fırsatım olmadı. Ama kim bilir kaçıncı düş kırıklığından sonra -sütten ağzı yanmış bir matbuatzede olarak- gazetecilerle bir daha görüşmeme kararı aldığımı duyurmak zorundayım.

Beni anlayacağınızı, bu tavrın sizin şahsınıza yönelik olmayıp gazetecilik mesleğinin büründüğü iç karartıcı manzaraya karşı bir korunma refleksi olduğunu takdir edeceğinizi ve beni bu kararımdan caydırmak için manevî baskı yapmayacağınızı umuyor, bir başka zaman bir başka düzlemde iki sade insan olarak konuşma/iletişme ihtimalimizi saklı tuttuğumu bilmenizi istiyorum.

Ama yine de değersiz varlığımı onurlandırma ve okurlarınızla aramda bir köprü oluşturma arzunuzu sürdürüyorsanız, bu web sitesindeki yazılarımın size merak ettiklerinizden çok daha fazlasını sunacağını sanıyorum.

Sevgi ve dostluk duygularımla…

Yorumlar

Sayın Şen, tamam, gazetecilerin özensizliğini eleştirmekte haklı olabilirsiniz, katılıyorum, ama bizim de sizi tanımak gibi bir isteğimiz var. Gazetelere, dergilere, ekrana falan çıkmazsanız biz sizi nasıl tanıyacağız?

Hüseyin Çorak - 19 Haziran 2007 (09:50)

Murat Belge'nin bir yazısını okudum az önce, 8 yıl önce yazdığım bu yazı aklıma geldi.

Önce Belge'nin yazısından alıntılar:

"Birkaç yıl önce, tanıdığım bir gazeteci hanım benimle mülâkat yapıyor. Konu, yanılmıyorsam, o sıralar epey taze olan Ergenekon tutuklamaları ya da o minval üzere bir şeyler. Bu konuşma herhangi bir yazılı kâğıt üstünde değil, "internet ortamı" denen yerde yayımlanacak.

Resimlerini gördüğüm Veli Küçük'ü, yetmişlerde, "Kontr-Gerilla" denen yerde gördüğüm birine fena halde benzetiyorum. Ama ne kadar "fena halde" benzetirsen benzet, aradan bunca yıl geçmiş, insanlar değişir, ayrıca insanlar birbirine benzer, "oydu" demeye imkân yoktur. Mülâkatı yapanla önceden tanışıklığımız olmasa gene söylemezdim, ama sohbet gibi konuşurken bu şüphemi de söyledim. Tabii hiç emin olmadığımı ekleyerek."

Tahmin edilebileceği gibi, röportajı yapan kişi, Belge'nin bu ifadesini "pürüzlerinden" arındırarak "Veli Küçük bana işkence yaptı" mealinde "düz hesap" yapıyor.

Sonrası var tabii:

"Bir zaman sonra Savcılık'tan çağrıldım. Meğer Veli Küçük şikâyetçi olmuş, "iftira" demiş. Savcı, benim ağzımdan çıkmış gibi verilen sözlerden birkaçını okudu. Belli ki, bir "yazı işleri müdahalesi" olmuş. "Kontr-Gerilla" denince herkesin aklına tek bir şey geliyor. Eh, bu da böyle aktarılırsa, daha sansasyonel olacak.

Ben gene anlattım, bunun doğru olmadığını, Veli Küçük olduğunu sandığım adamı böyle bir durumda görmediğimi falan. Gene de bir zaman sonra dava açıldı."

Belge bu davadan beraat ediyor etmesine de, mesele orada bitmiyor. Yabancı yayınlarda da rastlamaya başlıyor o çarpık röportajın çevirilerine. Şöyle bitiriyor Belge yazısını:

"Veli Küçük gibi biri karşısında mahçup olacağım hiç aklıma gelmezdi. Ama bana bu iyiliği de yaptılar.

"Gazeteci" milletiyle konuşmaya gelmiyor. Çarpıtıyorlar, her şeyi yapıyorlar. Bir "yayına hazırlama" girdabı içinde neler olduğunu anlamak mümkün değil.

Ama ders alıp dilini tutmak mümkün -aklı başında insanlar açısından."

Bu kadar gecikerek de olsa, sayın Belge'nin bu matbuat denen gayya kuyusunun hiç bir çeşidine hiç bir biçimde mülâkat verilmemesi gerektiğini idrak etmesine sevindim.

Biraz "ben dememiş miydim" gibi oldu ama… Öte yandan da, görünen köy kılavuz istemiyor, değil mi?

Necdettin Efendi - 20 Nisan 2012 (17:24)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

69
Derkenar'da     Google'da   ARA