Patronsuz Medya

İpim, kuşağım, şatom…

Necdet Şen - 6 Ağustos 2002  


Tüh! Yazıklar olsun şu kara kafalı barbar halkıma, benim gibi iso standartlarında bir sanat erbabını şatolarda yaşatamadı.

Hani ya da benim limuzinim? Malikânem, uşaklarım, şarap mahzenim, araba koleksiyonum, cariyelerim nerede?

Bordasında ismim yazan vapurlarım hani? Yaşadığım sokakların, aylaklık ettiğim parkların münasip noktalarına dikilmiş kuş kakalı büstlerim niye yok?

Hani ya da benim elli gram pastırmam? Hani ya da benim arım balım peteğim? Hani ya da, haniya da, krallara lâyık ziyafet sofralarım?

Neden hiç bir devlet başkanı ya da kartel patronu beni süper lüks yatında ağırlamıyor?

Neden hiç bir mühim adam gece yarısı evimden telefonla arayıp da "yaş mısın kuru mu" diye sormuyor?

Neden beni zengin ve dul madamlar himayesine almıyor? Neden bana burs-murs bulup, sponsor-mponsor olup, sırtımı sıvazlamıyor, bıyığımı burmuyor, şakaklarımı okkalamıyor?

Neden? Neden? Neden? Tanrım, niçün? Ben de bir SANATÇI değil miyim?

(Gaipten ses: Neden olacak monşer, çünkü bu halk ilkel! Daha kauntrideki evlerinde bir kuyruklu piyanoları bile yok. Ve hepsi bilek kalınlığında tahıl mıçıyor! Prusyalı zabite rezil olmuş dedem!)

Ah! Lânet olsun böyle halka! Neden, ama neden Paris'te, Londra'da, Oslo'da doğmadım azizim? Ben anca oralara yakışırım!

Halbuki Batı'da öyle mi?

Ben bu halkı sevmiyorum arkadaaaaaş! Sevmiyoruuuuum! Sevmiyorum işte!

Sadece buranın halkını mı? Üstad Van Gogh'u sağlığında anlamayan Hollandalıyı da, Blues müziğin babası sayılan Muddy Waters'a ihtiyarlık günlerinde boyacılık yaptıran Amerikalıyı da, Camille Claudel'i tırlattırıp tımarhaneye kapattırtan Fransızı da sevmiyorum! Ah, o muhteşem Mozart! Onu bile o genç yaşında fakrü zaruret içinde helâk eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu mu Sırp Sındığı mı, Trafalgar mı, hangisiyse, o memlekete de illet oluyorum!

Hele Afrikalıları hiç ama hiç sevmiyorum! Tamtam sesiyle konçerto bir olur muymuş? Peeh!

Ama ben Pavarotti'yi, Suna Kan'ı, Fazıl Say'ı, Çetin Altan'ı saraylarda yaşatan Snobia gezegenini çokkk çokkk seviyorum! Muck! Ohhh! Muck! Muck! Muck! Ohhh! Canım Snobia'm! Hadi bana Nobel ver! Pulitzer ver! Grammy ver! Şımart beni! Tepene çıkar!

Bir milletin "muamelesi" sanatçılarına kaç hektarlık arazi ve kaç odalı şato bahşettiğiyle ölçülür monşerciğim.

Daha doğrusu, bir millet ikiye ayrılır: BİZ SANATÇILAR ve hâlk.

Hâlk:Ay, nedense hepsi ahmaktır! Sabahın köründe uyanmak, otobüslere trenlere traktör römorklarına doluşup, düşe kalka, itile kakıla, iflâhı kesile kesile, ebeleri zütüle zütüle işyerlerine intikal etmek ve orada yürekleri daralarak gün boyu çalışmak… Ve kalan zamanlarında gününü aylaklık ederek geçirmiş olan tembel züppelere (öhm, mil pardon, biz SANATÇILARA) kölelik etmek, ayaklarını yıkamak, büstünü dikmek, kızı yaşındaki çıtırın kestanesini çizeyim derken kalbi tutup öldüklerinde de ulusal yas ilân etmek… Zorundadır.

Niye? Çünkü "sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından birini kurumuş demektir. İlâveten, milletvekili, müteahhit, hatta medya patronu olabilirsiniz, ama sanatçı olamazsınız; o halde bastırınız parayı sanatçı besleyiniz" .

Hah haaaa! Oleey! Biz sanatçılaaar! Çılgınız ayol!

Dünyanın bütün haytaları ve aylakları birleşiniz, sanatçı ayaklarına yatınız!

Niye? Çünkü SANATÇI dediğimiz tanrısal varlık -ki hakikaten öyledir, şekilde de (yani aynada) görüldüğü üzere- bu dünyaya gelirken ayrıcalıklı biri olarak gönderilmiştir ve bu ayrıcalıklar ona bizatıhî Tanrı tarafından bahşedildiği için, bir anlamda kendileri Tanrı'nın yeryüzündeki fahrî büyükelçileri olup, kara kafalı kalabalığın -eğer çarpılmak istemiyorlarsa- onlara (bize=SANATÇILARA) adeta tapmaları gerekmektedir.

Kim demiş?

Ben diyorum ya ayol; inanmıyor musun?

Niye öyle bakıyorsun? Bu konu ("sanatsız kalmış millet" vecizesi) hiç bir tartışmaya mahal vermeyecek kadar açık ve net değil mi? Yüce Önder Atatürk söylememiş miydi vakti zamanında.

Hâlâ akan sular durulmadıysa, o zaman başka telden çalayım:

Efendiler! Şimdi şöyle bir durum yok mudur fiiliyatta? Bizim gibi yüce insanlar daha doğarken -her kimin kıyağıysa- sefer tasının içine yolluk niyetine birtakım yetenekler konulmuş. "Bu çocuk belli ki uyuşuk olacak, bari yarı yolda aç kalmasın" demiş yukarıdaki her şeyi bilen ak sakallı; ve ona göre önlemini almış.

Gün gelip de akıllı ve baliğ oldukta bakmışız ki, çıkında yok yok. Zengin çocuklarının beslenme çantası gibi; bağırgan bir ses, hançer gibi bir dil, hassas bir kulak, akrobasiye, baleye, şuna-buna yatkınlık, resim çizme, beste yapma, boy boylama soy soylama, koçaklama, kucaklama, zortlatma, mıhlama, kıl, tüy… Hani neredeyse bir tek uçma yeteneği yok; o da olsa al oğlanı sirklerde oynat.

Diğer yandan bakıyorum da, bazılarında da bizden esirgenmiş şeyler bol kepçe var: Güzellik, zekâ, karakter, boy pos endam, inci diş, kalem kaş, lepiska saç, geniş omuz, kaytan bıyık, hokka burun, yuvarlak memeler (ahhh!), mal mülk, soy sop…

Tamam, peki, ben bende olanlarla yetineyim, elâlemin malını mülkünü, gül cemalini, basiretini, zekâsını, melek huyunu, fidan boyunu kıskanmayayım. Pekalâ, bunu başarabilirim sanıyorum. Ama birader, niye kıvırtalım ki şimdi, kim istemez Prat Bitt kadar yakışıklı ya da kerimesi Angelina hanımefendi kadar afet olmayı?

Tamam, herkes ister, ama olmayanların kabahati ne?

Şimdi geçse Angelina hemşire karşımıza ve ağzımızın burnumuzun biçimsiz yanlarıyla, et benlerimizle, siğillerimizle dalga geçse, Salieri gibi hasetten çatlayıp, onu yaratan Tanrı'ya posta koyasımız gelmez mi?

Peki ya ibiş kılıklı zevzek herifin teki dikilse karşımıza da "ben yetenekli doğdum, ikna kabiliyetim yüksektir, o nedenle siz ilkel primatlar beni kör besler gibi beslemek ve kendiniz izbelerde yaşar, mezbeleliklerde boğaz tokluğuna çalışırken, sırf sizden daha şanslı bir genetik piyangonun meyvasıyım diye, hayatınızın geri kalanını beni tahtırevanlarda gezdirmek için heder edeceksiniz" dese, hemen oracıkta öper misiniz, yoksa sabaha mı saklarsınız o şaklabanı?

Ona demez miyiz, "yok kardeş, aslına bakarsan, sende olan yetenekler senin tapulu mülkün değil, içinde yüzdüğümüz şu hayat ırmağının ortak zenginliğidir; bencillik etmeyip bu tohumun meyvalarını hepimizle paylaşmak zorundasın" diye?

Tamam, madem aylaksın ve yetenekli olduğun için bu aylaklık eğilimini "tanrısal hak" olarak pazarlayabiliyorsun; üstelik boş zamanlarında eğlence olsun diye yaptığın o resimlere, yazdığın yazılara ya da çalıp çığırdığın türkülere para veren de çıkıyor; peki, al telifini hayrını gör, ister çarçur et ister kooperatife gir, salon salomanje ev falan al.

Ama kardeşim, ne oluyor, bir de utanmadan "ben şimdi Amerika'da doğmuş olsaydım şatom olurdu!" diye tutturuyorsun?

Oralarda doğan her yetenekli adam otomatikman "sanatçı" mı oluyor? Kaçı harcanıp gidiyor ve kaçı tutunabiliyor acımasız piyasanın dişlileri arasında? Bu yanılsama ve ahmak söğüşleme çarkının en mostralık konu mankenleri paraya boğuluyor diye, senin yoksul ülken de seni ve senin gibi anasının gözü lâf ebelerini servete ve saygınlığa mı boğmak zorunda?

Tiyatron zarar ediyorsa, gelen giden yoksa, neden belediye seni maaşa bağlasın bizim yol su elektrik ihtiyacımızdan kesip?

Yazdığın kusmuk kıvamındaki makalelerin basıldığı gazeteler ve dergiler okunmuyorsa, bu neden senin değil de seni okumayan halkın kabahati olsun?

Sen öğlene doğru uyanıp rakıdan şişmiş göbeğini kaşıya kaşıya klavye başına oturuyorsun diye, niçin gün ağarmadan yollara dökülüp geceyi süpüren sabahın çöpçüsü sana bir de şato inşa etsin?

Felekten torpilli doğmuşsun, daha ne istiyorsun? Niçin kendini diğer tarafta kalan şanssız insanlardan daha üstün sayıyor ve niçin o şanssız insanları da kölelerin olarak görüyorsun?

Angelina hanım köfte dudaklarını başka kadınlara ödünç veremeyebilir. Dahası, bunun sefasını sürebilir. Elimizden gelen bir şey yok. Hatta onun elinden gelen bir şey de yok; olan olmuş bir kere. Roller dağıtılırken ona da (ahhhhh) o nefis dudaklar düşmüş. Hatta, gençtir, kusuruna bakılmaz, dese ki "ben güzelim, o halde bana prenses muamelesi yapın", eh, isteyen yapar, isteyen yan çizer, kime ne?

Ama sen ki yaşını başını almış, bir de akıl danesi geçinen uyuz herifin tekisin. Elindeki köstekli saati neredeyse elli yıldır gözümüzün önünde bir sağa bir sola sallayıp bizi hipnotize etmeye çabalaman ve mütemadiyen "beni besleyiiin, beni sırtınızda taşıyııın, bana piramit inşa ediiin" diye telkinde bulunman arsızlık olmuyor mu?

Sanatçıları memleketin en "mühim" insanlarının sığıştığı bir imtiyaz adacığının kafadan torpilli zevatı arasında görmek ve göstermek de neyin nesi? Bu birazcık despotizm kokmuyor mu? Siz "sanatçılar" için ayak takımının giremediği kurtarılmış sanatçı adacıkları da yapılsın mı? Peki, trampeti nerenizle çalmak istersiniz?

Yuh ona ki sadece kendini düşünür!

Her kim ki, hayatın kendisine emanet ettiği pırıltıyı kendisiyle aynı suda yüzen diğer balıkları sollamak, ganimetin hasına konmak için fırsat olarak görür, noktayı nazarımda o kişinin adam olabilmek için daha çook tur atması gerekir samsara çarkında.

Hem kamuya ait zenginliği, yaratıcının soluğundan bir zerreyi üzerinde taşı, hem de kamudan esirge; buna yolsuzluk denir. Ve "madem sanatçıyım, o halde şatoda yaşamam gerekir" gibi zırvaları matah bir fikirmiş gibi ağzına dolayan lâfazanın bu yaptığına da bal gibi manevî yolsuzluk denir.

Hatta şarlatanlık. Gözbağcılık. Dızdızcılık.

Hayatını başkalarının ağız kokusunu çekmeden, taş taşımadan, robotlaşmadan, öğlenlere kadar uyuyarak, ellerin ceplerinde dolanıp aylaklık ederek, arada bir bir şeyler karaladığında da el üstünde tutulup, insanlığın kahir ekseriyetinden esirgenen itibar-şan-şöhret küpüne daldırılıp çıkartılarak geçirme lüksüne sahip olduğun yetmiyor mu be açgözlü? Bir de padişah gibi yaşamak istiyorsun? Çüş!

Şato kalsın, abdala varil de yeter

Bana gelince ey çilekeş insanlar, kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Han hamam, apartman, limuzin, katamaran, seyyare, tayyare, kanatlı orkid, zengin sofraları, bilmem kaç ekran trinitron televizyon, kestanesini mezata çıkarmış yellozlar, yüzme havuzlu jakuzili saray yavruları ve bilumun sonradan görmeliklerin yekûnu elâlemin olsun. Vallahi de tallahi de tillâhi de hiç birinde gözüm yok. Bu fakir, annesinin evindeki gört kadar odada terleye bunala "okur" denen meçhule mektup yazmaktan dolayı tahmin edemeyeceğin kadar haz duyan şanslı bi keratadır ve önünde iki büklüm eğilip "emret sahip, sık, suyumu çıkar, güneşte kurutup peynir yap, harmanım yağma olsun" diye gözlerinin içine bakmaktadır.

Hiç takılma arada bir dellenip çıkıştığına, yine de kendini bu dünyaya borçlu hissediyor. Ödemeden gidersem de namerdim, diyor.

Aslında alttan alta bir parça eziklik de duymuyor değil hayata karşı olan yükümlülüklerini tavsattığı, "ben azıcık tefekkür eyleyeyim" diye ense yaptığı için. Ama biliyorum ki sen ve diğer okurlar bu hakirin "yapışık sonsuzları" sınız ve ne zıpırlık yaparsa yapsın, onu bir punduna getirir affedersiniz.

Ama gözünü aç sevgili okur, kimseye verilmiş bir "şato" sözün yok. Talep eden çıkarsa da sopayla kovala. Sanatçı, dünyaya alacaklı değil borçlu gelir. Sanatçı, ödevi olan kişidir.

* * *

Bana gelince: Ne Nobel beklerim insanlardan, ne Pulitzer. Ve ne de bir Taj Mahal inşa etsinler isterim aziz hatıram için. Geceler boyu kuytu köşemde "minik" bir kibrit alevi gibi yanar, gün olup da harlanıp üşümüş kemiklerini ısıtmayı düşlerim. Hele bir de geçerken durup bi selâm çaktın mı sevincimden kanat çırpıp şakıyasım gelir.

Delikanlı sözü: Ne varsa heybemde hesabına kayıtlı olup da yeddi emin babından bu gurbet kuşuna emanet edilmiş, o tohumları bulabileceğim en bereketli topraklarda yeşertip, en leziz mahsullerimle ruhunu doyurmak için geri dönmek boynumun borcu. Asla kaytaramayacağım, görevim olsun.

Bendeniz çizgi romancı eskisine sanatçı falan denebilir mi bilemiyorum. Ama ola ki o sıfatla anılan zibidilerden biriysem, hayata karşı taşıdığım sorumluluğun, yüklendiğim ödevin farkındayım. Ve karşılığında hiç bir ödül beklemiyorum.

O han hamam tahtırevan kaftan talep eden bencillik kumkumalarına da ne diyeyim bilemiyorum. Allah gözlerini doyursun!

Yorumlar

Valla hocam bu halkı bende sevmiyorum. İğreniyorum kendilerine halk denilen insanlardan. Siz bir harikasınız hocam. Çevremde o kadar çok aç gözlü kötü niyetli insan vak ki. Aynende söylediklerinizin tümüne sahip olup daha fazlasını isteyen o kadar çok ki. Ah hocam ah hâlâ sizin gibilerin olduğunu bilmek inanın moralimi düzeltiyor. Kaleminiz şad olsun.

Melâhat - 25 Nisan 2011 (16:26)

Benim yaşadıklarımızı yaşasaydınız sizin de uslubunuz aynı olurdu. İnanın daha bu sabah tatsız bir olay daha yaşadım. Beni yardımcı, teknisyeni konu sorumlusu yaptılar. Şube müdürüyle tartıştık. Bu dünya haksızlıklarla dolu. Ne söylediysem şube müdürünü ikna edemedim. Moralim çok bozuldu. Hocam Bana tavsiyeleriniz olabilirmi. İş hayatında çok başarılı olduğum halde beni çekemeyenler yüzünden durmadan şubem değişiyor. Ne kadar çalışkan olursam olayım kimseye yaranamıyorum.

Nedn hep ben acı çekiyorum. Neden haksızlığa uğrayan hep benim. Bunun cevabını verirseniz hocam çok mutlu olucam.

Melâhat - 27 Nisan 2011 (10:24)

Ayrıca ben necdet beyin yazılarını çok severek okuyorum. Yazınızda kıskançlık kokusu aldım buram buram. Yanılıyormuyum yoksa. Necdet hoca müthiş kalemi mükemmel. Duygularımıza tercüman oluyor, yazılarını severek okuyoruz. Ama yazarda olsanız sonuçta insansınız sakın necdet beyi kıskanmış olmayasınız.

Melâhat - 27 Nisan 2011 (14:00)

Evet sevgi diye bir şey yok bu dünyada. Siz hâlâ kendinizi kandırmaya devam edin. Bu dünyada sadece nefret var. Nefret. Nefret ettiğim kişleri öldürmek inanın bana büyük bir zevk vericek ama mantığım buna engel oluyor. Kuzuların sessizliği filmindeki gibi onları öldürüp ciğerlerini tavada kavurup yemek istiyorum. İsterseniz yemeğe sizide davet edrim. Onları bıçaklamayı kanlarını oluk oluk akıtmayı ne kadar isterdim bir bilseniz. Anlaşılan siz düzene uyum sağlayan birisiniz ve size kimse acı çektirmemiş anlaşılan çok bilmiş eredem.

Melâhat - 27 Nisan 2011 (14:37)

Dün ikinci kez düşündüm Melâhat hanıma uygun bir dille nasıl cevap verebilirim diye. Ne yazık ki vazgeçtim yine.

Ben de hafiften huzursuz oldum yorumlarından. (Babasından nefret ettiğini, halktan nefret ettiğini belirttiği yazılar.)

Ama bu huzursuzluğumu nasıl anlatırsam anlatayım, eminim o istediği gibi ve muhtemelen de yanlış anlayacaktı.

Siz çok güzel, çok ince anlatmışsınız. Benim gibi okumada mahir, yazmada kısır insanlar da size müteşekkirdir eminim.

Günlük haberlerden, çevremizdeki doyumsuz, kavgacı, hırslı, entrikacı insanlardan yeterince yorulduğumuzu düşünüyorum. Bu yorgunluğun yükünü Derkenar'da gezinirken neredeyse unutuyorum.

Benim de, Derkenar müdavimlerinin de içinde boğulduğu kim bilir nice sıkıntılar var. Buna rağmen nefret etmek gibi keskin kelimeler çok itici geliyor.

Yapabilirseniz sıkıntılarınızı, acılarınızı, başedemediğiniz kederlerinizi ve öfkenizi bir kaç kez süzgeçten geçirip incelttikten sonra yazmayı deneyin Melâhat Hanım. İnanın böylesi hem size hem bize huzur verecek.

Havva Özkara - 27 Nisan 2011 (14:46)

Melâhat Hanım, çarpıcı yorumlarınızla Derkenar havalisinde epeyce merak konusu oldunuz. Vejetaryen birini "birlikte insan eti yemeye" davet ettiğiniz yorumunuz, bu tırmanma şeridinin doruğu oldu diyebilirim.

Bu yorumların "Melâhat" takma adıyla Necdettin Efendi tarafından yazıldığını düşünenlerin sayısı az değil. En azından yanlış anlamaları gidermek adına, bize biraz kendinizi tanıtır mısınız?

Büdütör - 27 Nisan 2011 (18:38)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

96
Derkenar'da     Google'da   ARA