Patronsuz Medya

İslâmiyet.exe (Beta sürüm)

Necdet Şen - 4 Nisan 2012  


Bir tür insan var, neredeyse susmamacasına konuşur, ama başladığı hiç bir cümlesini bitirdiğini göremezsin.

Bir de bunun zıddı var. Söyleyecek çok sözü vardır aslında ama kendinden menkul bir bezginlik içindedir, konuşmaya üşenir, çoğu zaman soruları bile kaşını gözünü oynatarak, kafasını yana eğerek, ağzını açma zahmetinden mümkünse kaçınarak cevaplar.

Ne var ki, bayramlık ağzı bir açılmayagörsün, bu sefer de susmayı beceremez, altı üstü bir abdesthane takunyası hakkında bile ansiklopedi yazar. Nereden bulur o kadar lâfı, akıl sır ermez.

Ben işte bu ikinci türe girenlerdenim.

Söyleyecek sözüm biraz fazlaca olduğundan mı, bir başlarsam yarıda kesmek pek içime sinmeyeceği için mi bilmem, çoğu zaman mümkünse ağzımı açmamayı yeğlerim.

Ama itiraf edeyim ki, konuştuğumda da sadece sempati duyduğum -ve dinlemesini bilen- insanlarla uzun uzun konuşurum.

Gene öyle bir şey oldu. Kaşımı gözümü kulağımı isteksizce kıpırdatıp, tam konuşacakken sustuğum bir sürü konudan biri olan "şu Müslümanlar azıcık kılığını kıyafetini düzeltse de ele güne karşı mahçup olmasak" mevzuunda bari üç beş cümle edip gazımı alayım düşüncesiyle, Deniz'in Hakim Bey yazısının altına yorum yazayım dedim. Fakat bir de ne göreyim? Gene frenlerim tutmamış, hatim indirmişim.

Malûm, yorum alanında uzunluk sınırlaması var. (Bize de var.) Ne yapalım, biz de o zaman anamızı, şey, yazımızı alıp yazar formuna doğru uzadık.

Arzuhalimiz ilişiktedir.

Ne reformu ulan!

Konuya direkt gireceğim: Batı dünyasının, ki biz buna muvakkaten "Şef ABD yönetmindeki Avrupa Senfoni Orkestrası" diyelim, İslâm dünyasına yönelik her sataşmasında Müslümanlardan özeleştiri -hatta reform- beklemek, bekleyen bizsek eğer, nevrotik bir tepkidir.

Niye savunmaya geçmek zorunda olsun ki Müslüman, kendi dinine yönelik her ırkçı-tektipçi ithamda?

Oklahoma bombalamasının ya da Norveç'teki kıyımın ardından Hıristiyan alemi dışarıdan bakan bir elitist zümre tarafından "kendini akla bre kâfir" diye sigaya çekildi mi? Referanslarını püriten hıristiyanlıktan alan o seri katiller, Batı medeniyetinin yoldan çıktığının kanıtı olarak işlenip durdu mu?

Keferenin canisi "bireysel terörist" ya da "sosyopat" ilân edilip sistem kibarca aklanırken, nüfus kaydında "müslüman" yazan her katil "zıvanadan çıkmış olan İslâmiyet'in suç kanıtı" sayılıyor, bu hak mıdır? Nefsimize yönelik her tepeden bakan, dışlayan eleştiride mahçubiyetten yerin dibine geçiyor, yırtığımızı söküğümüzü saklayacak yer arıyoruz.

Bir agnostik olarak ben bile kabullenemiyorum bunu, inançlı Müslüman nasıl kabullensin?

Bu bakış açısına itirazım var: Din, muarızlarının burun kıvırmasıyla, itelemesiyle, posta koymasıyla coşup reform yapmaz.

Din, eğer Yaratan'ın kelâm-ı kadimiyse, değişmemesi, ilk söylendiği haliyle kalması, doğasının gereğidir. Din dediğin, günün yenilenen modasına ya da gelip giden ekonomik kriz dalgalarına göre zırt pırt sanık sandalyesine oturtulup, karakoldan iyi hal kâğıdı getirmesi istenecek bir şey midir?

Yine de bir düşüneyim… Belki varoluşumuzun özüne ilişkin bir açıklamadır Din. Ya da ahlâkî standartlar manzumesi. Ya da kamu nizamı diyelim. Kafamın basmadığı konular. Ama Din, asla ve kat'a ideoloji değildir. (Bu kadarına kafam basıyor).

Yani bu meret, açık kaynak kodlu bilgisayar programı mıdır ki, arada bir yeni sürümü yayınlansın?

- "Yâ Muhammed, şimdi sana daha önce Davut, Musa ve İsa aracılığıyla gönderdiğim e-book'un son sürümünü indirteceğim. Ama kavramı kafamda hâlâ tam olarak oturtamadım. Yazılımda birtakım "bug" lar olabilir. Sen şimdilik beta sürümünü download et, kullanmaya başla, ben daha sonra konuyu netleştirince sana recistıreyşın kodlu en son versiyonunu indirtirim. O da olmadı, senden sonra ümmetin o günün siyasî konjonktürüne bakarak programı revize eder… Yâ bismillah! Enter!"

Reform dediğimiz şey, Din'i siyasete alet etmek değilse, nedir?

Biz yer miyiz bu ayakları?

Biraz yukarıda sözünü ettiğim "İslâm Öcüsü" bilmem kaç yüzyıl sonra bir kez daha durduk yere yaratılmıyor. Buna şiddetle ihtiyaç var. Çünkü Batı Dünyası (Kapitalizm demek daha yerinde olur) ciddi bir ekonomik kriz ve bocalama içinde. Sistem'in eski dinamizmini kazanabilmesi, en azından uzatma devrelerini de golsüz berabere tamamlaması için, Komünizmin yerine ikame edeceği güçlü bir dış düşmana ihtiyacı var. Halihazırda ufukta yüreklere korku salan daha uygun bir "radikal" rakip görülemediğine göre, yenisi icat edilene kadar senaryodaki bet adam rolünü bir kez daha sünnet ehli oynamak zorunda.

Ne reform yaparak değiştirilebilir bu senaryo ve ne de kapitalizme abdest aldırarak. Tayyip ve saz arkadaşlarının "demokrat" ya da "milli" olup olmamaları falan, sadece teferruat. Taşlar yerine oturana, kurtlar sofrasında kozlar ve çapul paylaşılana kadar birileri birileriyle kapışacak. Çember sakallı birtakım gençler, main-stream medyanın kadrajına denk gelmeye özen göstererek, nedeni niyesi tam anlaşılamayan intihar saldırıları yapacak. Paçalarından cehalet sızan birtakım karikatüristler dindar insanları gönülden yaralayan karikatürler çizip karizmasına karizma katacak. Kâh durulup kâh coşacağız. Oturduğumuz yerden bir o tarafa bir bu tarafa yuh çekip tezahürat yaparak yürek soğutacağız.

Kanımca bu maç penaltılara kalır ey cemaati kıraatiyyun. Hiç üzme canını nafile yere, Nisan güneşinin tadını çıkar. Bu dünya ne Selahaddin Eyyübi'ye kaldı, ne de Aslan Yürekli Rişar'a. Savaşanlar düştükleri yerde kaldılar. Maçın kaderi yeşil çuha üstünde belirlendi hep.

O "reform" dedikleri şeyler, "cizuz krist aslında KAZ demiş katolikler KOZ anlamış, şu yanlışı tashih edelim" neviinden bir cevvallikle mi yapıldı, yoksa yükselen yeni sınıfın borusunu öttürecek ve eski egemenleri (Kilise ve Feodaller) arka sıralara postalayıp, yeni egemenleri (Burjuvazi ve Krallar) en ön sıradaki protokol sandalyelerine oturtacak "ileri görüşlü" papazlar (Martin Luther, Jean Calvin, Mel Gibson) vasıtasıyla gerçekleştirilen bir "balans ayarı" mı, artık orasını konunun erbabına sormak lâzım.

Ne dersiniz efendim, cihan sultanı Fatih 2. Mehmet Han hazretlerinin ulemaya açtıramadığı içtihat kapısını, biz okyanus ötesindeki kutsal topraklarda mukim Fethullah Hocaefendi'ye açtırtabilecek miyiz?

Yorumlar

Necdet hocam, ne oldu anlayamadım. Yazınıza sabahtan beri ulaşılamıyordu. Gün boyunca tıkladım durdum, olmadı. Az önce size haber vermek için mail atıyordum ki şeytan dürttü son bir kez daha tıkladım -ve açıldı. Yoksa bize gene bir şaka mı yaptınız?

Nermin Uras - 4 Nisan 2012 (21:37)

Yok maalesef, şaka değil dikkatsizlik. Benim dikkatsizliğim. Yazıyı yayına koyduktan bir süre sonra yaptığım bazı editler sırasında yazının linkini bozmuşum, ondan ulaşamamışsınız. Hatayı düzelttim, şimdi açılıyor. Bunun için sizden ve yazıya ulaşamayan 70 milyondan özür diliyorum.

Umarım Necdettin Efendi kendisine yaptığım bu yamuğu fark etmemiştir. Çok içli bir adamdır, kahrından ölür mazaallah.

Büdütör - 4 Nisan 2012 (22:45)

Alija İzetbegoviç'in bir sözü vardır: "Yeryüzünün öğretmeni olmak için gökyüzünün öğrencisi olmak gerekir." der. Bu sözün altındaki derin anlamı Batı'da "İslâmafobi" den direkt olarak beslenen lobilere anlatamazsınız çünkü onlar menfaat tekerlerine çomak sokturmazlar. Bu yazıda da pek güzel anlatıldığı gibi projesi "İslâmafobi" olanın, dostu Müslüman olmaz.

Hadi bunu anladık peki içimizdeki şakşakçılara ne oluyor? Konuyla ilgili bir nebze bile görgü bilgi nitelik barındırmayan, dünya gerçekleriyle bağdaşmadığı gibi, antiİslâmcı hakim bir dilin "uygarlıklar çatışmasına" zemin oluşturması beklenen ideolojilerini kurgulamada alelacele sıraya giren içimizdeki saldırgan şakşakçılara ne demeli? Bunlarda da mı mantık, insaf, denge yok? Civciv çıktığı kabuğu mu beğenmiyor? "Terörizm" tam da bu zırcahilliğe denir zannımca.

Mahmut Taha - 5 Nisan 2012 (12:11)

Bakınız, Ali Bulaç yukarıda değinmekte olduğumuz konuyu nasıl bir perspektiften ele alıyor:

NATO, 4 Nisan 1949'da Sovyetler Birliği'ne ve komünizm tehlikesine karşı Avrupa'nın güvenliğini sağlamak üzere kurulmuş askerî bir ittifaktı. 1990'lara kadar bu amaçla görev yapması anlaşılır bir durumdu. Ne var ki 1991'de Sovyetler'in tarih sahnesinden çekilmesinden, komünizmin çökmesinden ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra, "illet ortadan kalkınca hüküm de ortadan kalkar" fehvasınca NATO'nun da kendini feshetmesi gerekirdi.

Nato, kendisini feshetmek şöyle dursun, tüm dünyayı kapsama alanı içinde sayan bir çatı örgütüne dönüştürüldü. Bunun ideolojik altyapısını oluşturabilmek için ihtiyaç duyulan "iyi-kötü" ("tanrı-şeytan", hürmüz-ehrimen", "gog-mogog", "he man-iskeletor"; artık adına ne dersek diyelim; uzlaşmayan ve çatışan karşıtlık) için uygun olan adaylar lâzımdı. Batılı olmayan "uygarlık" havzaları (bilhassa İslâm coğrafyası) bilinçli biçimde kalın kontürlerle polarize, hatta karikatürize edildi.

Şöyle bitiriyor Bulaç, Zaman'daki yazısını:

Yeni dönemde NATO'nun belirlediği stratejik hedefleri şu şekilde sıralamak mümkün:

1) İslâm dünyasının Batı karşısında -veya Batı'nın izni dışında- güç birliği oluşturmasına imkân vermemek;

2) Batı'ya karşı koyabilecek herhangi bir gücün teşekkülüne engel olmak;

3) Bölgede İsrail'den daha güçlü ve daha etkin bir gücün oluşmasına fırsat vermemek.

4) İslâm dünyasının enerji kaynaklarını, enerji nakil hatlarını, beşerî ve tabii zenginliklerini kontrol etmek;

5) İslâm'ın sosyo-kültürel bir din, alternatif bir medeniyet ve bölgesel-küresel bir sistem olarak iddia sahibi olmasının önüne geçmek.

Sorumuz şu: Bu vizyonda Türkiye'nin misyonu, rolü ve önemi nedir?

Cevap: Amortisör.

Necdettin Efendi - 7 Nisan 2012 (22:37)

Hocam benim şimdi şöyle bir sorum var, acaba likörlü çukulatanın tövbesi kabul olur mu? Hayır yani şunun için soruyorum, bizim damat almanyadan likörlü çukulat göndermiş acaba mübarek ramazan bayramında misafirlere ondan tutsam günaha girer miyim? Ben de yedim bu arada, kabul olunacaksa tövbe edeyim diyorum, edilmeyecekse de ne yapalım oldu bi kere.

Hamza Elif - 13 Mart 2013 (11:18)

Sovyetler Birliği 1991 de dağıldıktan sonra, Varşova askeri paktı da kendini fesh etti, oysa NATO bunu fırsat bilip dünyaya, özellikle Asya ve Afrikaya egemen olmak için stratejisini değiştirerek genişlemeye başladı.

1994-95 yılları arasında NATO genel sekreterliği yapan Belçikalı Willy Claes, Şubat 1995'te Almanyada katıldığı bir konferansta, Batı dünyası ve NATO için en büyük tehlike veya tehdidin Fundamentalist İslâm olduğunu söyledi.

W. Claes'in bu sözleri o günlerde İslâmcı gazetelerimizden birinde tam sayfa manşet yapılmıştı. Şimdi o gazeteyi bulsam çerçeveletip duvara asacağım ve Batıyla, NATO'yla işbirliği yapan bizim 'İslamcı'lara bu sözü hatırlatacağım ama o gazeteyi çok aradığım halde bir türlü bulamadım.

Pertev Dural - 13 Mart 2013 (15:52)

1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması pek de öyle isteğe bağlı bir çözülme olmadı. Sovyetler (ve temsil ettiği rejim) bir şekilde "yenildi." Bu bağlamda kendini fesh etmek de aslında mecburiyetten doğan bir durum olarak zorunluluktan ortaya çıktı.

NATO -ki aslında buna Kapitalizm de diyebiliriz- bu raundu kazanmış görünüyor. Bu durum çok güçlü olmasından mıdır yoksa karşısına çıkan rakiplerin kof olmasından mı bilemem.

Şurası bir gerçek "mağlubuz."

Ama bu seferlik.

Korhan Yenilen Pehlivan - 14 Mart 2013 (00:47)

Ali Bulaç yorumlarıyla tercih ettiğim bir fikir adamıdır ama ben NATO hakkında ondan daha farklı referanslar olabileceğini düşünüyorum.

Diyelim ki NATO yalnızca Varşova Paktına bir karşılık değildi; onun da içinde bulunduğu Kapitalist birleşik devletlerin dünyadaki tüm enerji ve yeraltı kaynaklarını ele geçirme, güvenliğini tesis etme ve yönetme arzusunu engelleyebilecek her oluşuma mani olmak üzere kurulmuş bir güçtü. Tekerine çomak sokacak 3 ana belâdan sadece biriydi Varşova.

Onu def etti ama elde var iki: Bir, ne emmeye ne gömmeye gelen ve kapitalist hedefler taşıyan uzakdoğu; ve iki, ne kadar ılıtılsa, kapitalizme abdest aldırtıyor havasına sokulsa da 'Kitap'taki silinmez felsefesi sebebiyle emek hırsızlığına ve haksızlığa razı gelmeyecek olan İslâm.

NATO artık bunlar için var ve peşlerinde. Bu başkalarının olduğu kadar, benim de kabul ettiğim bir yorumdur.

Ali Sedat Çetinkoz - 14 Mart 2013 (15:11)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

80
Derkenar'da     Google'da   ARA