Patronsuz Medya

Cumhur ve Üslup

Necdet Şen - 30 Ekim 2006  


Ahmet Necdet Sezer, azınlık temsilcisi mi?

Her 29 Ekim, Bağdat Caddesi lâikleri için bir gövde gösterisi ve iman tazeleme günü. Güneşli bir Pazar öğleden sonrası. Zengin semtin vitrinleri ışıl ışıl. Bir tane bile ucuz araba yok ortalıkta; cipler, mercedesler, porcheler sonradan görmelik yarışında.

Bu tuzu kuru insanlara ortak bir düşman lâzım. Kapıcıların oy verdiği parti neden olmasın?

Suadiye'deki Zara mağazasının önünde devasa hoparlörlerden insanın beden kimyasını bozacak gümbürtüde marş yayını yapılıyor. Anneme gidebilmek için o hoparlörlerin önünden geçmek zorundayım. Kırmızı ışıkta durmuş, yolun karşısına kapağı atmak için yeşili beklerken kulak tozuma desibelden balyozlarla vuruluyor.

Gökyüzünden helikopter filoları geçiyor sıra sıra. Birileri bizim paramızla bize gözdağı mı veriyor?

Her nedense, zoraki bir "çağdaşlık" ve "lâiklik" simgesine dönüştürülmüş olan Harbiye Marşı en çok da böyle günlerde velveleye veriyor ortalığı. Bağdat caddesinin tuzu kuru sakinleri lüks otomobillerinin, yazlıklarının, banka hesaplarının güvencede olduğunu bilmenin rahatlığıyla piyasa yapıyor. Belli ki bu gürültü onlara pek hoş geliyor.

Bakınıyorum, ortalıkta "şeriatçı" yı andıran hiç kimse yok. Ben varım, sevgilim var, uzun bacaklı kızlar ve oğlanlar var. Belki az ötede bir yerlerde, kalabalığın içinde birkaç plaza yazarı, üç beş artist manken falan daha vardır. Ama bir tane bile baldırı çıplak görünmüyor.

O halde bu gövde gösterisi kime?

Güya sivil bir idare, ama her yanda seferberlik havası. Seçimle gelmiş belediye, darbe çığırtkanlığı yapar gibi, belediye bütçesinden militer mizansenler hazırlıyor. Semtimin insanları belki de askerler tarafından yönetildikleri günleri özlüyor.

Türkiye'ye özgü bir tuhaflık deyip geçmek isterdim. Ama geçilemiyor. Memleketimin okumuş insanları yakın geçmişten hiç ders almamışçasına, ilişkileri gerdikçe geriyor. Konuşulamayan, tartışılamayan, uzlaşılamayan bir noktaya doğru koşar adım gidiyor gündelik hayatımız. Eskiden "sağcı-solcu" diye ortadan bölünen ailelerimiz, şimdi de "millici-avrupacı" diye bölünüyor.

En kemalistinden en liberaline kadar neredeyse herkes, kendisiyle hemfikir olmayanlar için en ağır ifadeleri kullanıyor. Herkes karşıtını faşistlikle suçluyor. "Satılmış, "vatan haini", "yobaz", "ticanî", "angut", "gabi", "lumpen", "dönek", "hayvan" ve benzeri hakaretler artık fikir hayatımızın en yaygın sıfatları. Küfürler ortalıkta saçılıyor. En çok söven, en muteber fikir adamı.

Artık spor yazarlarının bile daha hızlı popüler olmak için siyaset yazdığı, ev kadınlarının haroşo, diyet, saç boyası sohbetlerinin arasına siyasî sloganlar sıkıştırdığı bir dönemdeyiz. Kolay yoldan önemsenmenin, bir cemaatin parçası olmanın, özetle yalnızlıktan kurtulmanın garantili yollarından biri siyaset konuşmak ve siyaset yazmak. Belki buna duyduğum tepkiden, belki sadece akıl sağlığımı korumak için, elimden geldiğince güncel siyaseti izlememeye ve o konularda konuşmamaya, kalem oynatmamaya özen gösteriyorum. Ama insan ne sokakta ne de internette siyasete bulanmadan adım atamıyor. Damla damla dolduğunu hissediyorsun gün be gün.

Bir toplumun sahip olabileceği en değerli hasletlerden birinin müzakere kültürü ve uzlaşma olduğunu düşünüyorum. Farklı zihniyetlerde olabiliriz. Dünyayı muhatabımızla neredeyse taban tabana zıt bir zaviyeden algılıyor olabiliriz. Birbirimize katlanamıyor olabiliriz. Ama bu bile, olgun insanlar için hemhal olmanın, abi-kardeş, baba-evlat, komşu, hemşehri, meslektaş olmanın önünde engel teşkil etmeyebilir. Kanımızın kaynamadığı insanla rutin zorunluluklar dışında görüşmeyiz olur biter. Ama başkalarına gösterdiğimiz nezaket (ya da kabalık) aslında bizim ne biçim bir insan olduğumuzun en su götürmez kanıtıdır. Yarın bununla anılırız.

Dünyayı farklı algılıyor olmak, bir bayramlaşmayı bile beden diliyle yapılan bir çeşit küfürleşmeye dönüştürmek için haklı gerekçe midir? Bu soruyu benim kadar adaşım Necdet Sezer beyin de kendisine sormasını arzu ederdim.

Hürriyet gazetesinin haberine bakınca düşündüm bunları.

"Cumhurbaşkanı Sezer, elini sıkmak üzere gelen TBMM Başkanı Bülent Arınç ile tokalaşmadan önce yüzüne ters bir ifadeyle baktı. Arınç'ın elini sıkarken ise yüzüne bile bakmadı. Sezer'in, Arınç ile tokalaşırken kafasını başka bir yere çevirmesi protokoldekilerin de dikkatini çekti. Sezer, Arınç'ın aksine Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu ile tokalaşırken ise gülerek yüzüne baktı."

Demek ki sayın Cumhurbaşkanı o gün ters tarafından kalkmamış, sadece "adamına göre" muamele uyguluyor.

Niye böyle davrandığını bendenizin ve Mısır'daki Sağır Sultan'ın anlaması için gereken bilgi kırıntısı da aynı gazetenin bir başka sayfasında çıkıyor karşımıza:

"Semra Sezer, ise gazetemiz yazarı Emin Çölaşan'a, "Bugün (televizyonda) programınız yoktu" diye sordu. Çölaşan ise Semra Sezer'e, "Bugün bayram o yüzden yok" dedi. Semra Sezer de "Sizin programın ardından Tuncay Özkan ve Cüneyt Arcayürek'in Politika Durağı programını seyrediyoruz" dedi."

Sezer ailesinin konutlarına çekildiklerinde hangi gazetenin hangi yazarlarını okuyacakları ve hangi televizyon programını seyredecekleri, hatta içten içe kime inanıp kimden gıcık kapacakları tabii ki kendilerinin bilecekleri iş, ama bizim de vergi ödeyen, askerlik yapan, cezai ehliyeti olan sıradan vatandaşlar olarak şunları merak etmeye hakkımız yok mu?

Cumhurbaşkanımıza sorular:

Sayın Cumhurbaşkanı, siz sadece bir avuç jakoben kemalist grubun temsilcisi misiniz, yoksa bu ülkede yaşayan ve kaderi sımsıkı kapalı dudaklarınızın arasında olabilecek 75 milyon Türkiyelinin mi?

Eğer hepimizin lideri iseniz, neden oylarımızla seçilmiş temsilcilerimizin toplandığı meclisin başkanına hem de kamuya açık alanda beden dilinizle küfür ediyorsunuz? Siz ki o kadar okumuş, meslekî yaşamınızda alabileceğiniz en yüksek terfiyi almış, bir ölümlünün ulaşabileceği en yüksek resmî mertebeye ulaşmış bir kişisiniz. Daha önce de en üst düzey hukuk kuruluşunun başkanıydınız. Suçluluğu yasalarca sabit olmamış bir insana (meclis başkanı ya da tinerci ya da uyuşturucu bağımlısı ya da reklamcı, her kim olursa olsun) neden tüm dünyanın gözleri önünde hakaret ediyorsunuz?

Cumhurbaşkanlığı makamı en temel düzeydeki protokol kurallarının bile göz ardı edilebileceği kadar kişiselleştirilmiş bir konum mudur? Bir cumhurbaşkanının ülkenin en radikal kesimiyle bu kadar içli dışlı olma ve çoğunluğun oyuyla meclise girmiş partiye ve hükümete ve meclise karşı bu kadar hırçın çıkışlar yapabilme lüksü var mıdır? Meclis başkanı Sayın Arınç'ın şahsında hakarete maruz kalan, aslında bizim özgür irademiz, seçme ve seçilme, çöpçü çocuğuysak bile milletvekili, bakan meclis başkanı olabilme hakkımız, yani demokrasinin bizzat kendisi değil midir?

Bir meclis başkanına tüm ülkenin gözleri önünde hakaret edilebiliyorsa, o ülkenin darbeci bir general tarafından ya da meclisin iradesiyle göreve getirilmiş eski bir anayasa mahkemesi başkanı tarafından yönetiliyor olmasının somut bir farkı var mıdır?

Görev süresinin bitmesine çok fazla zaman kalmamış olan cumhurbaşkanı Sezer, öyle anlaşılıyor ki, siyasî belleğimize başbakana kitap fırlatan, meclis başkanına tafra yapan, en yüksek siyasî merciden çok herhangi bir CHP ilçe teşkilatı yöneticisi izlenimi bırakan tutumuyla yerleşecek. Oysa bu onurlu makamı 7 yıl boyunca işgal etmiş seçkin birinin biraz daha çelebi tavırlı, biraz daha kucaklayıcı, biraz daha halk oyunun tecellisine saygılı biri olması hepimizin yararına olurdu. Çok geniş imkânlarla donatılmış sayıca az ama fevkalâde imtiyazlı bir zümrenin değil, Iğdır'dan Tekirdağ'a kadar tüm Türkiye'nin cumhurbaşkanı olduğuna hepimizi inandırır, sayısız olumsuz örneğe baka baka sarsılmış olan adalet duygumuzdaki gedikler belki bir nebze kapanırdı.

Ne dersiniz, "öfkeli" ve "hırçın" gibi sıfatlarla tanımlanan bir çizer eskisini bile sayın cumhurbaşkanımıza itidal tavsiye etmek zorunda bırakan bu çatışma siyaseti, yerini biraz nezaket ve tahammüle bıraksa fena mı olur? Yazarlarımız, generallerimiz, devlet erkânımız başta olmak üzere, toplumun gözünün önünde olan herkes, hal tavır ve üslubuyla biraz daha yüksek bir zarafet ortalaması tuttursa, ipleri ve bizi daha fazla germese?

Yoksa daha çoook mu bekleriz böyle uygar bir tablo için?

Açıkçası, ben halihazırdaki cumhurbaşkanımızdan bu bağlamda ümidi üzdüm.

İnşallah bir dahaki sefere tanrının selâmını bu kadar ayaklar altına almayan bir cumhurbaşkanımız olur.

Yorumlar

Ahh, benim de aklımı fikrimi hiç yoktan siyaset mangalında ızgara edişime sebep olan bu anlayıştır zaten: Ancak müzelerin baş köşelerine yakışır "vatandaş ensesinde boza pişiren örnek devlet memuru" kılıklı, nasıl hak ettikleri asla bilinmez "en vatansever" ünvanına sahip; köylülerin Ulus Meydanı'na sokulmadığı 1930-1940'ların özlemi ile yanıp tutuşan; beş nesildir emdikleri memeleri, her ne pahasına olursa olsun bırakmayacak olanlar.

"Resmi Tarih" in resmen başladığı 1909'un 31 Martı, ülkenin bu günkü siyasi ve sosyal saflaşmanın da ana kaynağıdır. Bir fransızın bile tüylerini ürpertecek kadar grotesk bir laiklik anlayışını cansiperane savunmalarının tek sebebi, demokrasiye olan sevdaları değil; tam tersi, halkın bir gün hesap sormasına karşı bir kalkan olarak kullanılabilmesidir.

Bunun en su götürmez delili, laiklikten on kat daha daha önemli olan hukuku ve insan haklarını zerrece önemsemeyişleri, defalarca meclisi darbe yoluyla kapatmalarıdır.

Ben beni durduramazsam yorum köşesi formatını tağyir ve tebdil veya ilga edebilirim. Üniformam da yok yırtamayız idamdan da… Bari kısa keseyim ve bir sakinleştirici alıp uzanayım. Müsadenizle.

Ali Sedat Çetinkoz - 19 Şubat 2008 (23:26)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

73
Derkenar'da     Google'da   ARA