Patronsuz Medya

Masumsun

Necdet Şen - 4 Mayıs 2001  


Seçimini iyi bir insan olmaktan yana yaptın. Çevrendeki herkese karşı cömert, mültefit, güleç davranıyorsun. Aslında sesin herkesin zannettiğinden daha canhıraş çıkabilir, istersen bağırdığın zaman pencere camlarını zangırdatabilirsin, ama sen yine de minicik bir sesle ve "lütfen"lerle konuşuyorsun.

Çevrende seni seven birçok kişi var, ama nedense bir -ya da birkaç- tane menhus yaratık çıkıyor her seferinde seni ısırmak isteyen. Onlar sana ne kadar kötü davranırsa davransın, sen yine de bunu anlamazlıktan geliyor, onlarla hır çıkarmamak için sabrının sınırlarını sonuna kadar zorluyorsun.

Ama geceleri yatağına çekildiğinde uyku tutmuyor bir türlü. Yolda yürürken tırnaklarını avuç içlerine batırdığını fark ediyorsun. Zorlanarak soluk alıyor, uykunun arasında kendi diş gıcırdatmalarını işitiyorsun.

Ne kadar uğraşsan da kendini huzurlu bir insan olduğuna inandırmak için, yine de yüreğinde gün be gün kabaran öfkeyi fark etmekten alıkoyamıyorsun. Trafikte kornaya daha sık basmaya, akşam haberlerinde gördüğün olumsuzlukları daha fazla eleştirmeye başladın nicedir. Sigarayı ve tıkınmayı önüne geçilemez bir hezeyan halinde yaşıyorsun.

Zihnini ne kadar zorlarsan zorla senin nezaketini pısırıklık olarak algılayıp üzerine abanan ve en sıradan mevzuları bile sidik yarışına ve iktidar ilişkisine dönüştüren muhatabının bu sinsi, düşmansı tavrına akıl sır erdiremiyorsun. Ağzından çıkan her söz, daha tamamlanamadan polemik olarak geri dönüyor, en yakınında olan kişilerle bir türlü tatlı sohbetlere dalamıyorsun. Alttan alta bir çekişme kemirip duruyor dostlukları.

Kurtuluşu o arkadaş ortamından, o semtten, bazen o işyerinden çekip gitmekte arıyor olabilirsin. Ama derinden derine biliyorsun ki vardığın bir sonraki durakta da benzer kişilikte insanlarla karşılaşacaksın. Onlar enerjilerini düşmansılıkla bilerken sen yorgun düşeceksin. Bunaldıkça mevzileri bir bir onlara terk edecek, yıllar sonra vaktiyle birlikte yola çıktığın kişilerin en pırıltılı olanlarının ortadan kaybolduğunu ama en molozların en üst noktalara tırmanmış olduğunu ve artık senin yazgını da onların belirleme noktasında bulunduğunu göreceksin.

Rica etsem bana biraz ailenden söz eder misin?

Anne baban nasıl biri? Kardeşlerinle ilişkin nasıl? Ailenin en büyüğü müsün en küçüğü mü? Çocukluğun nasıl geçti? Parlak birisi miydin silik birisi mi?

Dur bi dakika, bana mutlu çocukluk masalları anlatma.

Sohbete buna benzer mutlu çocukluk masallarıyla başlayıp, gecenin bir saatinden sonra ağlayarak annesinden nefret ettiğini, kardeşleriyle hiç anlaşamadığını, minicikken dayısının cinsel istismarına maruz kaldığını, çocukken çok yalnız bırakıldığını, çok dayak yediğini, çok iftiraya uğradığını ve daha bir sürlü zehirli atığı bir anda ortaya döküveren insanlar tanıdım.

Belki de sen şanslı bir insandın, bunlardan hiç birini yaşamadın. Hatta belki pembe dizilerdeki gibi bir ailede büyüdün. Ebeveyninin her ikisi de okumuş insanlardı, seni bir tek fiske vurmadan, hatta bağırmadan, hiç bir şeyden yoksun bırakmadan, "ha" dediğin yerde han kurarak büyüttüler. Onlara hayrandın, gurur duyuyordun. Şimdi bile gurur duyuyorsun.

Peki. Sana bir soru:

Acaba bugünkü hayatının bu kadar zor oluşunda, hata yapmamak için kendini bu kadar kasıyor oluşunda onların bu ölçülü biçili tavrının rolü olamaz mı? Acaba sen farkında olmadan çok yüksekte bulduğun hal tavır ve kariyer çıtasına bir türlü ulaşamıyor, ense kökünde seni sessizce ve sanki pek beğenmezmiş gibi izleyip duran anne ve babanın sanal bakışlarını bir türlü tatmin edememenin sıkıntısını yaşıyor olamaz mısın?

Aslında ağzının ortasına yapmak istediğin birine yine de kibar davranıyor olman bundan olabilir mi? Belki de yıllar önce ölmüş olan annenle baban varlıklarını derinin altına gömülü o sinsi mikroçipte sürdürüyor ve her seferinde "cık cık cık" diye başlarını iki yana sallayarak "olmadı, sana yakışmadı" diyor olabilirler mi?

İllâ başarılı olacağım diye tutturuyor, mevzi ve kariyer elde ediyor, ama ulaştığın noktadan dolayı yine de yeterince haz duyamıyorsun. Oysa şu anda bulunduğun yerde olabilmek için ne kadar zaman ve emek harcamış, ne kadar çok insanın üzerine basıp geçmiştin. Ve işte ense kökündeki mikroçip gene tatmin olamadı; "cık cık cık, bu kadarı yetersiz; sen daha da iyi yerlerde olmalısın" diyor, değil mi?

Birilerinin seni sevebilmesi için mutlaka "fazladan" bir şeyler yapman gerektiğini hissettiğin olur mu?

Hı? Hep böyle mi hissedersin?

En değmeyecek tipten bile aferin alma, onaylayan bakışlarını görme ihtiyacı içinde bulduğun oluyor mu kendini? Kazık hesaplar ödediğin lokantadaki garsonun yorgunluktan asılan suratını bile kendi kabahatinmiş gibi algılayıp suçluluk duygusuna kapıldığın oluyor mu? Suratsızın teki yanından selâm vermeden geçse keyfinin kaçtığı, "ben ne yaptım ki ona?" diye kendini sorguladığın oluyor mu?

Dürüstçe cevap ver. Ezberden konuşma.

Total Recall filmini anımsar mısın? Kendisini anlayamadığı olayların ortasında bulan ve o ana kadar bilmediği ikinci bir kimliği olduğunu öğrenen "Douglas Quaid / Hauser" filmin bir sahnesinde kafatasına yerleştirilmiş bilardo topu büyüklüğündeki kıpkızıl cihazı burnunun deliğinden canı acıya acıya nasıl çıkarıp atıyordu.

Hiç vakit kaybetmeden sen de beynindeki mikroçipin yerini saptamalı ve kanırta kanırta söküp atmalısın. Yoksa nereye gidersen git, ne halt edersen et, anımsayamayacağın kadar uzun yıllar önce ve fark edemeyeceğin kadar sinsi bir ameliyatla benliğinin derinlerinde bir yerlere zulalanmış olan ve seni çaktırmadan gözetleyip yargılayan ve nasıl davranırsan davran yine de suçlu bulan ve uzun yıllar önce boynuna geçirdiği manevî prangayı gevşetmemekte direnen suçluluk duygusunun tutsağı olarak yaşamaya devam edeceksin.

Kendini sevebilmenin önündeki aşılmaz bir engeldir çünkü senin içinde yuvalanmış olan 'toplum'.

Eğer sana hayatı zindan eden bir cibilliyetsiz yüzünden bulunduğun yerden pılını pırtını toplayıp gideceksen ve bu yenilgi içinde hayat boyu geçmeyecek bir yara açacaksa, sessizce ve efendice yapma bu vedayı. Git o pislikle kendi meşrebince hesaplaş, sana yaptıklarının faturasını -bir biçimde- ödet, ondan sonra bas istifayı. Sonra da git ister simit sat, ister köprü altında yat.

Sana "efendi olmaktan, alttan almaktan" falan bahsedenlere sittiri çek.

Kuyrukta seni dirsekleyip öne geçen hıyarağasına boyun eğme. İşin ucu nereye varırsa artık, o noktayı göze al. Yılma. Dayak yemek dünyanın sonu değil.

Dövüş Kulübü filmindeki Tyler Durden'ın çömezlerine verdiği ev ödevini anımsıyor musun?

- "Gidin sokakta hır çıkarın, ama dövmek yok. Dayak yiyip gelin."

Bu bir nefis terbiyesidir aslında. Kalıbı kıyafeti şişinmeyi poz kesmeyi aşmaktır. Dayak yemekten, ayıplanmaktan, dışlanmaktan, elâlemin içinde kepaze olmaktan korkan kişi hayat boyu içinde katmer katmer sızılarla, kireçlenmiş hınçlarla dolanır durur.

Herkesin nefret ettiği ve hiç kimsenin görüşmek istemediği bir kişi olmayı göze alamadan özgür olamazsın. Cep telefonun, kovboy şapkan, hem sözlerin hem de konuşan gözlerin, hatta peşinden ayrılmayan abazan bir takipçin olsa bile havagazı; mutlaka mikroçipi çıkarmalısın. Özgürlüğünü seni ağır esaret şartlarıyla içine kabul eden cemaate "hastir" çekerek, yoksulluğu ve dışlanmayı göze alarak söke söke elde etmek zorundasın.

İster Musevî ol, ister İsevî ya da Muhammedî, istersen Mecusî, Şintoist ya da Ateist ol, takdis edilmediğin sürece arafta kalırsın; cennet ve cehennem boyun eğenler ve isyan edenlerle doludur. Aklına kuşku düşenlerin yeridir ARAF. Ve unutma ki, Batı kültürünün nevrotik dediği kişiye Doğu kültürü ermiş gözüyle bakar.

Psikoloji fosuruktan tayyaredir. En çok da karşısındaki insanı bilgisiyle ezmek isteyen mürekkep yalamış yavşakların dilinde dolanır bu terminoloji. Her kim ki karşına geçip "sende bilmem ne kompleksi var" diye saptama yapmaya kalkışırsa "asıl ben senin ananı avradını" diye yanıtla onu. Hiç kimseye senin iç dünyanı senden izin almadan tahlil etme hakkını verme. Bunu yapan küstaha da haddini mutlaka bildir, kendini ezdirme. Dolaylı hakaretlere bilimsellik maskesiyle karşına çıkmış bile olsa fırsat tanıma. Mahallenin delisi ol; isterlerse sana şizofren, histerik, nevrastenik, psikotik, paranoyak, manik, travmatik vesaire gibi kulplar taksınlar. Sen de onlara "zöt lâlesi" diye isim tak istiyorsan. İnan bana, ikisi de aynı kapıya çıkar. Hatta bence seninki daha şık kaçar.

Tabakhaneye necaset yetiştirmekten vazgeçip duvarların eskiyişini uzun uzun seyretmeyi göze alabilirsen, kafandaki cehennemî kent gürültüsünü susturmayı başarabilirsen, gün be gün aklındaki tortulardan arınmaya başlarsın ve muhtemelen ense köküne zulalanmış olan minik vericiden yükselen belli belirsiz vızıltıyı işitebilirsin. Seni dünyaya bırakan ama ihtiyaç duyduğun onayı asla tam anlamıyla vermeyerek hayat boyu kendisine bağımlı kılan annenle babanın sesini ayırt edebilirsin o vızıltının içinde. Biraz daha kulak kabartırsan, yaptığın hiç bir şeyi beğenmeyen, sürekli eleştiren, ne kadar uyumlu davranmaya çalışırsan çalış yine de seni geçimsizlikle suçlayıp dışarıdaki dünyada gerekmediği kadar tavizkâr davranmana neden olacak derin bir suçluluk duygusunu beynine dövme gibi kazıyan kardeşlerini, öğretmenlerini, kanaat rehberlerini, eski sevgililerini, can dostlarını, mesai arkadaşlarını da seçebilirsin minik vızıltının içinden.

Kendinle ilgili gerçeği öğrenmenin zamanı geldi artık:

Aslında sen MASUMSUN.

Şu güne kadar uğuldaşarak etrafında dolanıp duran o kör kalabalık tersini söylese de masumsun. Şu anda olduğundan daha iyi huylu, daha munis, daha teslimiyetçi olamazsın. Olmamalısın da zaten.

Sana ev ödevi veriyorum; git kalabalık içinde rezalet çıkart, söv say, cam çerçeve indir, birilerini patakla ya da ağzını burnunu dağıtmalarına çanak tut, işyerindeki molozlarla, apartmandaki komşularınla, dostlarınla, ailenle, eşinle ya da sevgilinle bozuş, işsizliği, yoksulluğu dene, üşü, aç kal, pisliği sev, hamam böcekleriyle bir arada yaşa, kırık camlara gazete kâğıdı yapıştır, hırpani kılıklarla dolan… Her neyse seni korkutan, tastamam onları yap.

Tecavüze uğramaksa en büyük korkun, git kestaneyi çizdir ve rahatla.

Ölümden korkuyorsan, ölümle inatlaş, K2'ye falan tırman.

Ayıplanmaksa korkun, herkesin içinde osur.

Çünkü korkularındır senin efendin.

Çünkü "koşma, terlersin", "evden uzaklaşma, seni öcüler yer", "bu yaptığın çok ayıp", "bir baltaya sap olamadın", "sen zaten hep böylesin", "o pis şeyleri elleme ağzında burnunda yaralar çıkar", "bula bula bu paçoz kızı mı buldun?", "bu da araba mı?", "sen bir de benimkini gör", "sen ne anlarsın?", "ben senden daha güzelim", "döverim seni", "ya işsiz kalırsam?", "ya hasta olursam?", "ya yalnız başıma ölürsem?" ve daha bin türlü değişik ket vurma, korku, eziklik ve onların tatsız meyvaları.

Eğer bu dünyada korkularını ve sızılarını ve kanayan yaralarını dindirebilecek tek şey olan takdis edildiğini bilme hakkı esirgenmişlerden isen, vazgeç bu umutsuz sevdadan. Seni arafta beklemeye mahkûm eden toplumu itaatinden yoksun bırak. İşlemediğin bir kabahatin zoraki cezası olarak gör yıllardır yaşadıklarını ve diyetini peşinen ödediğin yaramazlıkların hepsini yapmakta kendini özgür hisset.

Kötülüğün yasak olduğu bir dünyada kimsenin iyiliği gerçek iyilik sayılamaz. İyilik dayatılamaz. İyilik, seçme hakkı olanların bilerek yöneldiği ve bedelini ödemeyi göze aldığı bir erdemdir; düzen neyse onun buyruklarına boyun eğmiş kuru kalabalığın ortalama değerleriyle iyiliği karıştırmak ise cehaletin daniskası.

Sen aslında otoriter bir toplumsal hayat tarafından suçsuz yere köleliğe mahkûm edilmiştin. Kafana "bilinç" diye sokulan bir sürü zırva aslında seni formatlamak isteyen düzenin buyruklarıydı; ve sen onları tanrı buyruğu sanmıştın bütün o harcanmış yıllar boyunca. Vehmedilmiş bir kabahati affettirmek için yaşıyor gibiydin.

Ama artık anlamalısın ki, sen aslında MASUMSUN.

Yorumlar

Oh be! Kendimi özgür hissettim! Valide valide, duy sesimizi! Peder, sen de duy!

Züleyha İnce - 28 Nisan 2007

Bir alıntı:

"Kısaca özetlemek gerekirse, birey, kendi olmaktan çıkar; kültürel kalıpların kendisine sunduğu kişiliği tümüyle benimser; böylece tıpkı diğerleri gibi ve onların kendisinden beklediği gibi olur. "ben" ile dünya arasındaki tutarsızlık ve onunla birlikte de, bilinçli yalnızlık ve güçsüzlük duygusu ortadan kalkar. Bu mekanizma, bazı hayvanların kendilerini korumak üzere renk değiştirmesiyle kıyaslanabilir. Onlar da kendi çevrelerine o kadar benzerler ki, çevrelerinden neredeyse ayırt edilemezler. Kendi bireysel benliğinden vazgeçen ve neredeyse bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olur ve artık kendini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. Ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir."

(Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, sayfa 152)

Murat - 5 Mayıs 2007

Bu yazıyı okuduğum günden beri (birkaç gün önce) kafamı toparlayamıyorum. İşyerinde bir oraya bir buraya dolanıp duruyorum. Artık dikkat çekmeye başladı. Kimseye de "internette bir yazı okudum, kafam karıştı" diyemiyorum gülerler diye.

Bana ne yaptınız? Hem çok hafifledim, hem de sarsıldım. Bu yazı fena halde bam telime bastı. Geçmişte canımı çok fena yakan o "birilerini" bulup onlara da okutmak isterdim bu yazıyı.

Sizce anlarlar mı ne yaptıklarını?

Nihal Sakarya - 11 Kasım 2007 (7:05)

Defalarca okunması gereken, yüzyıllar sonrasına kalacak bir yazı. İnsanlık namına ve kendi adıma teşekkür ederim.

Kalemiti - 23 Kasım 2008 (16:38)

Babam assubay emeklisi, annem ev hanımı. 6 kardeşin en büyüğüyüm. Başarılı bir mühendisim. Çocukluğum çok güzel geçti. Çok parlak bir öğrencilik hayatım oldu. Başarı benim göbek adım oldu her zaman. Babamın çok dayağını yedim. Babam asker olduğu için çok sert ve otoriter bir insandı. Evde de kendini komutan zannederdi. Ondan hâlâ çok nefret ediyorum. Ağzımdan burnumdan kan gelene kadar döverdi beni. Şu anda bayramdan bayrama görüşüyoruz. Babamın yaptıklarını unutmadım unutamam. Çocukluğumun kapanmayan yarasıdır sert baba. Şu an çok güzel yerlerdeyim. Başarılıyım zenginim. Kendimi çok seviyorum, kendime aşığım. İnsanların değer yargılarından çok kendi duygularımla hareket ederim. Suçluluk komplekslerim yoktur. Çünkü kendime güvenirim. İnsanların beni beğenip beğenmemesi önemli değildir. Önemli olan benim kendimi beğenmemdir. İş hayatında bana çok kelek atanlar oldu. Koridora çıktım bağırdım çağırdım hocam aynen buyurduğunuz gibi. Hep hakkımı savunan biri oldum. Susup oturmadım ağlamadım. 20 yıllık memuriyetimde birçok kişiye haddini bildirdim dersini verdim. Herkes benden nefret ediyor şu anda. Konuştuğum insanların sayısı ikiyi geçmez işyerinde. Bu yüzden başarılı olduğumu düşünüyorum. Çünkü nefret edenlerin sayısı arttıkça başarının da arttığına inananlardanım. Evet hocam ben masumum ama siz muhteşem bir yazarsınız inanın bana. Harikasınız hocam. Kaleminiz şad olsun.

Melahat Erdoğan - 20 Nisan 2011 (14:53)

Sevgili Melâhat Hanım, yorumlarınızda ne kadar çok "nefret" sözcüğü geçiyor, farkında mısınız? Sizin için endişelenmeye başladığımı bilmenizi istedim. Hürmetler.

Sabriye Sabırtaşı - 21 Nisan 2011 (00:07)

… masumsa, ben de gazoz kapağıyım.

Not: Derkenar'da 'söyleyeceklerinizin altı üstü bu kadar mı? Meramınızı anlatabildiğinizden emin misiniz?' diye bir uyarı çıkıyor ve tek satırlık meramımı yeterli bulup da yorumdan saymadığı için bir türlü kaydetmiyor. Haklı. O zaman şöyle yapayım, tek satırlık yorumumu olduğu gibi bırakıp, arif olan anlar ilâvesiyle, bir gıdım daha açılayım. Yazarın yazısına bakın, en alttaki yoruma bakın, arif olmaktan başka çıkış yolu kalmış mı?

Gazoz Kapağı - 21 Nisan 2011 (09:36)

Hayır acaba ben mi anlamadım meseleyi tamam masumum masumsun masumuz da niye millet bizden nefret etsin?

Tamam benim korkularım var yalnızlıktan korkarım millet ne der telâşı her daim içimde üstelik önerilerinize uymaya niyetliyim.

Ama ne kadar nefret o kadar başarı mı demek yani? Üç-beş kişi kalana kadar biçmeli mi etrafındakileri?

Sahte veya gerçek yüzleri umurumda bile değil hak etmesinler zaten sevgimi. Hem zaten bir şeyler umarak yapılan iyilikten nezaketten hayır mı gelir? Umulan övgü dahi olsa.

Of ne biliyim belki de bunun için fazla küçüğüm. Görmediğim çok şey var anlamamam ondan belki.

Şeyma - 18 Ağustos 2011 (00:20)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

97
Derkenar'da     Google'da   ARA