Patronsuz Medya

Şeyh uçmaz danışman uçurur

Necdet Şen - 26 Aralık 2014  


Rahmetli babamın emeklilik günlerinin değişmez bir rutini vardı: Sabah kahvaltısından hemen sonra her zamanki koltuğuna oturur, o günün gazetesine göz gezdirmeye başlardı.

Aslında sövmeye başlardı desem daha doğru. Okuduğu ilk manşetle birlikte açardı bayramlık ağzını. Okur, söver, evirir çevirir, gene okur, gene söverdi.

Emeklilik denen nesnenin böyle bir şey olduğunu, şaşırmamak gerektiğini o zamanlar anlayamıyordum tabii, ama şimdi -ben de o yaşların eşiğinde dururken- jeton düşmeye başladı. Artık benim de her sabah kahvaltı sonrası görev mıntıkama geçer gibi aceleyle yerleştiğim, bakınca minderinde totomun izini görebildiğim bir koltuğum ve gün boyu dilimden düşmeyen yakası açılmadık siyasî yorumlarım var.

Diğer yandan, "Ulan eşek!" diyorum kendime, "Harika bir doğanın yanı başında yaşıyorsun. Şu kış ortasında ışıl ışıl güneş, tatlı bir yel, duvar çatlaklarından bile fışkıran anemonlar, ıtırlar, naneler, yaseminler, mercanlar ve daha bin çeşit nebatat göz kırpıyor, hişt hişt diyor, çıkıp yürüsene! Hatta giy mayonu, denizde kulaç at. Piyango vurmuş sana, haberin yok!"

Sonra başka bir linki tıklıyorum…

Memlekette bir salgın var ülkenin yarısını yataklara düşüren. Öksürük, gıcık, ter, ifrazat had safhada. Bir tür sinir ucu iltihabı da denebilir. Ya da topuk dikeni. Ya da mide sancısı. Ne dersen de. Bir yakalanmaya gör, takıyorsun kafayı olan biten fezahate ve buna kılıf uydurmaya soyunmuş saray yazıcılarına, her an "bakalım bu kez necis ayaklarıyla nereleri çiğnemişler" diye interneti tarayıp, alayını kalaylamaktan kendini alıkoyamıyorsun.

Tek tesellim var: Yaşı kırka geldiğinde "hayatım böyle mi geçecek" diye vahlanıp, daha fazla necasete bulaşmadan ismini defterden sildirmiş biri olarak, mutlu da olsam mutsuz da olsam cirmim kadar yer yakacağımın bilincindeyim en azından. Kızsam da, sövüp saysam da, bir dinginlik abidesi pozlarında her şeyi hayra yorsam da, külliyen yanılsam da her atışta on ikiden vursam da, aynı yastığa baş koyduğumuz el kızından başkasına ne faydam ne zararım dokunur.

Ama bu memlekette bize danışmaksızın kaderimize hükmeden insanlar var. Madem ki oradalar, onlara o yetkiyi kim vermiş olursa olsun, eğer zerre kadar insanlıkları varsa yanılmak sapıtmak gibi hakları yok. "Tüh aldanmışız, koynumuzda yılan beslemişiz" gibi kofti mazeretlerin ardına saklanıp kendi cürümlerini aklama lüksleri de… Bir gün bir molla kasım gelir, alayımızı sigaya çeker. Tarih boyunca bundan muaf olanı ben duymadım, duyan varsa beri gelsin.

Anlayacağın, müşkül iş büyük büyük mevkilere gelip, ahalinin hayatına hükmetmek. Kaideyi kanepeye yerleştirip ayağı tabureye uzatarak, bilgisayara ya da televizyona doğru esip gürleme lüksü, bizim gibi aylak taifesine mahsus.

Zor iş hakikaten hükümdar olmak. Gece uyurken bile o saatlerde olup bitenden, hicazdaki topal karıncadan sorumlu olduğunu hissederek uyumak. Ettiğin her kelâmın taş plağa kaydedildiğini ve bir gün en beklenmedik yerlerden gelecek kazık soruların karşısında ecel terleri dökebileceğini hesaplayarak yaşamak. Attığın her adımı etrafında seninle birlikte çok kafalı bir kırkayak misali yürüyen bir kalabalıkla atmak. Füme camlı ve zırhlı arabalarla, özel donanımlı uçaklarla, yatlarla, saraylarla, kozmik odalarla, çelik kasalarla, koruma ordusuyla, çeşnicibaşılarla, müşavirlerle çepeçevre kuşatılmış, bir açıdan pek matah görünse de, diğer yandan bakılınca esaret kıvamında bir hayata zorunlu olmak.

Kişinin meşrebine göre değişir bunun özlenilesi mi, ikrah edilesi mi olduğu konusu. Zaten oralara sadece bunun için en çok hırs yapan ve bu hırsın içini enerji ve entrikayla doldurabilenler ulaşabiliyormuş, öyle diyor tarih yazıcılar.

Bu apayrı bir münazaranın konusu. Bu sabah bu hakirin sinirini hoplatan mevzu başka.

Azıcık empati yapalım mı?

Eğer on milyonlarca, hatta belki yüz milyonlarca insanın hayatını öyle ya da böyle etkileyecek olan kararlar -maalesef- bir tek kişinin iki dudağının arasından çıkıyorsa ve o kişinin gününün büyük bölümü protokollerle, kürsüden yapılan konuşmalarla, zırhlı ve füme camlı makam otolarıyla oradan oraya seğirtmelerle geçiyorsa, okuyup tefekküre dalacak boş zamandan yoksunsa…

Diğer yandan hayatın diyalektiği an be an değişmekte, oluşmakta, en bilge geçinen kişinin bile akıl havsala sınırlarının dışına taşmaktaysa…

Ne yapacaksın? Nasıl altından kalkacaksın bu ağır sorumluluğun?

Birinci ihtimal: Sen zaten olağan üstü bir varlıksın, evrenin merkezi, dahilerin dahisi, tanrının yer yüzündeki gölgesisin; bu evrende akıl sır erdiremeyeceğin, güç yetiremeyeceğin ne olabilir ki? Höt dedin mi yazı, zöt dedin mi tura, o kadar basit.

İkinci ihtimal: Yok, o kadar da uzun boylu değil. Arada sırada da olsa, en azından uzmanlık gerektiren konularda, birilerine danışmak gerekir. Zaten o iş için görevlendirilmiş bir müşavir heyeti dolanır ardın sıra el pençe divan duran. Kafanın basmadığı ya da ofsayta düştüğün mevzuları onlarla müşavere edebilirsin.

İkinci şık sanki daha akla yatkın görünüyor. Sahiden de gündelik hayattan o derece yalıtılmış, etrafı bu kadar kalın bir etten duvarla çevrili her devlet insanının, ister istemez akıl yürütme ve gerçeği arama işini tek başına değil de bir "akil" insan heyetiyle paylaşması, siyasetin, devlet yönetmenin olmazsa olmaz şartı gibi.

Gerektiğinde "o konuda yanlışınız var efendim, işin aslı şudur" diyebilen ve esas görevinin maaşını ödeyeni yağlayıp yıkamak değil, hoşa gitsin gitmesin işin doğrusunu söylemek olduğunu bilen bir akıllılar topluluğunun varlığı, onca ağır sorumluluğu omuzlamış olan insana huzur ve güven duygusu verir.

Ama onlar da (danışılanlar) insan evlâdıdır nihayetinde. Zaman zaman herkesin aklı sürçebilir. Olamaz mı?

Neyse ki o aşamadan sonra da atılabilecek hatalı adımları, öngörülemeyen zararları iş işten geçmeden gözden geçirip yanlışa dikkat çeken ve bir daha ele alınıp düşünülmesini teklif eden başka filtreler var parlamenter demokratik sistemlerde. Eh, bu da yüreğe ferahlık veriyor.

Çıkacak yasaların, kararnamelerin, proje ve ihalelerin ilk anda akla gelmeyen bazı sakıncaları varsa görüp uyaran, anayasaya, mevzuata, sistemin ruhuna, hayatın akışına uygun olup olmadığını söyleyen uzmanlar, meslek odaları, müsteşarlıklar, yüksek mahkemeler de var ayrıca.

İş o raddeye varmadan, tüm ulusu temsilen, parmak hesabıyla oylayıp izin veren ya da vermeyen "milletin meclisi" var.

Maaşını devletin ödemediği, bağımsız, sadece kendi sağduyusuna, okurlarına, (bir de patronuna) hesap vermekle yükümlü medya çalışanları var.

Görüşlerini paylaşmasan bile, en azından zemin yoklaması olarak neye itiraz ettiğini öğrenmek isteyebileceğin sendikalar, meslek odaları, dernekler, cemaatler, siyasî partiler, daha bin bir çeşit toplumsal grup ve kanaat odağı var.

Diyelim ki bunların alayı namussuz, satılmış, paralelci, çapulcu, otporcu, lobici, cia ajanı, siyonist maşası, şu, bu…

Hal böyleyse memleketin yarısı alenen iktidarın can düşmanı demektir ki son hesaplaşmada akacak kanın haddi hesabı yok anlamına gelir. Diyelim ki kararlısın, sana muhalefet eden herkesin beyninin pekmezini akıtacaksın.

Aferin, gazan mübarek, satırın bileyli olsun.

Ve fakat, bir savaşta bile en doğru stratejiyi düşünüp belirleyen bir kurmay heyetin varsa ve hayal aleminde yaşamıyorlarsa, sana sahip olduğun lojistik envanter ve çatışılacak zeminle ilgili gerçekçi koordinatlar veriyorlarsa, kısacası, seni yanıltmıyorlarsa başarı şansın var demektir. Yoksa hem yedi düvele cenk ilân edip hem de sadece "haydi aslanım kim tutar seni" diyen hınk deyicilerin aklıyla cenge çıkıyorsan, vay haline! Vah ki ne vah! Titrerim mücrim gibi baktıkça hem vatmanın hem de tramvayın istikbaline.

Buraya kadar anlaşıldı mı? Anlaşıldığını var sayalım. O halde kameramızı olay mahalline daha da yaklaştırarak hikâyenin merkezindeki -bana sorarsan, hep ezik bir kenar mahalle çocuğu olarak kalmış ve kokpitine oturduğu süpersonik uçağın kumanda konsoluna kostak kostak bakınca hem uçağa hem de hava şartlarına hükmedebileceğini sanan- adamın etrafında kümelenmiş, asli görevi ona yerkürenin en gerçekçi uydu fotograflarını sunmak iken, bunu yapmayıp yağlama yıkama destanları yazan istişare heyetinin kalibresine.

Bakınız, cumhur reisinin BAŞ danışmanı -17 ve 25 Aralık 2013'deki yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla ilgili- nasıl konuşuyor:

"Yüzünde en küçük bir çaresizlik ya da panik görselerdi, düşmanları gayretlenecek, millet ve ümmet olduğu yere yığılacaktı. Tayyip Erdoğan'ın gözünün önünde, Muhammed Mursi ve Adnan Menderes vardı. Boyun eğdiğinde başına neler geleceğini tahmin edebiliyordu. Kütahya yolunda askerlere teslim olan Menderes gibi yapmayacağı kesindi…"

"Tutuklama için kendisine ulaşabilseler bile, karşılarında ellerini kelepçeye uzatacak bir Başbakan bulamayacaklardı; dik duruşuyla tarihe not düşecek bir cesaret abidesiyle karşılaşacaklardı. Bu boyutta saldırıları göğüsleyip karşı taarruza geçebilmek, hesap sorma noktasına getirebilmek, ancak büyük liderlerin yapabileceği bir şey olsa gerek…"

'Erdoğan kelepçeye ellerini uzatmazdı'

Öhhö öhhööö! Hem de breh! Uyuma vatandaş, efsane iz kaming bek… Destan anlatıcısı boy boylayıp soy soyluyor ki lezzetinden yenmez.

Peki o zaman, biz de afiyetle yedik yuttuk, tokluk şekerimiz yükseldi, rehavetten yana kaykıldık. Fakat bu ifadeler battal gazi filmlerinden ya da pehlivan tefrikalarından yapılmış bir alıntı değil, ona dikkat çekerim. Rize'nin Güneysu köyündeki bir kahvehanede karbonatlı çay yudumlayarak börkenekten sallayan bir hemşehriye ait de değil. "BAŞ" danışman konuşuyor. Piramidin en tepesindeki o ulu, yüce, kerametinden sual olunamaz tek ve biricik karar merciinin etrafında kümelenmiş akıl danesi heyetin en önde geleninin mübarek ağzından çıkıyor bu destansı ifadeler. Hepimizin ayrıntılarıyla vakıf olduğu ve bin yıl geçse de unutmayacağı bir sürecin onun zaviyesinden algılanış şekli böyle.

"Telekinezi yoluyla suikast" ya da "o halifedir ve ben ona biat ediyorum" türü tapılası değerlendirmelere hiç girmiyorum bile.

Bu retorik, hayatın gerçeğinin değilse de, Reis'in etrafını sarıp sarmalayan akıl küplerinin (algı filtrelerinin) çap ve evsafı hakkında az buçuk fikir veriyor sanırım. Bu komedi karşısında dehşete kapılmayıp da hâlâ ortaya saçılan potları orasından burasından çekiştirip yenilir yutulur hale getirmek için ter dökenlere gelince, onlara terbiye sınırları içinde söylenebilecek bir sözüm olmadığını daha evvel de zikretmiştim.

Anlayabiliyorum tabii gene de. Herkesin kumaşı aynı değil. Çeşme akarken küpünü doldurmak isteyen, pınar başında bir minderlik yer kapmak isteyen, belki korku saikiyle belki de şu üç günlük dünyada rahatına bakmak gibi bir motivasyonla güçlünün yamacına sığışmak isteyen, yaklaşmakta olan tufanı sezinlese bile, kuşaklar boyu birikmiş ezikliğin hıncıyla "ne olursa olsun, bizim takım kazanıyor ya" diyerek gerçeğe gözünü kapatan insanlara her dönemde rastlanır. Dönemin muktedirinin etrafında toplaşır, onun hoşuna gidecek lâfları söyler. Güçlünün kuyruğuna yapışma ve onun dümen suyunda seyahat etme becerileri şaşırtıcı derecede yüksek olur böylelerinin. Bu tipolojileri ciddi analizlere tabi tutmak gereksiz. Yüzlerinin kızarmasını falan da beklememek lâzım.

"Eh, lider de işte böyle zamanlarda belli olur, namuslu ve sağduyulu lider asla yalakalara prim vermez" türünden boş lâflara da ben prim vermiyorum. Meselenin püf noktasını lider mertebesine çıkan kişinin kişilik zaafına indirgediğimizde, bir sürü önemli nokta görüş açımızın dışına çıkıyor.

Şu an akut halini yaşamakta olduğumuz hastalığın tedavisini bir rehberin iffet ve ferasetine indirgeyen ve tüm kerameti onun janjanlı görüntüsüne havale edip ötesiyle ilgilenmeyen yalınkat siyasî bilincimizi sorgulama zamanımız ne zaman gelecek, gelecek mi, biz asıl ona bakalım.

Bir biçimde parti genel başkanlığına seçilenin tüm kontrolü ve ilerleyen süreçte tüm ülkenin, hatta belki daha geniş bir bölgenin kaderini etkileyebilmesine zemin hazırlayan yapısal arıza onarılmadıkça, tayyip gidip şuayip gelse son tahlilde ne değişecek? Daha beter duruma düşmeyeceğimizi bize ne garanti edecek? Stalin, Kaddafi, Saddam, Hitler, Pol Pot, Videla, Pinochet, Humeyni, El Beşir ve daha bir sürüsü, çizgi filmlerden çıkmış hayal mahsulü tiplemeler miydi? Başka gezegenlerde mi hüküm sürdüler? Onları bizimkinden farklı koşullar ve algılar mı var etti? Nasıl oldu da bu kadar baş edilemez bir kudrete sahip olabildiler?

Hepimiz, taraftarlıktan gözleri kamaşmışlar da dahil, tek bir adama odaklanıp, onun kimimize göre nobran, kimimize göre gözü pek tavrıyla hop oturup hop kalkışımızdaki ve sanki buharlaşıp gitse hayatın akışı farklı yönde değişecekmiş gibi okuyup üfleyişimizdeki apolitik ve skolastik tavrı ne zaman sorgularız? Sorgular mıyız?

Bu tür kendi efsanesine sevdalı önderlere mahkûm edilen toplumlarla, demokratik dediğimiz toplumları ayıran temel farkın ne olduğuna ve olan biten her şey için hep uzağımızdakileri sorumlu tutup suçlamak yerine biraz da kendi yanlışlarımız üzerine kafa yorsak, şu andaki öğrenilmiş çaresizliğimizden ileriye doğru somut bir adım atmış olmaz mıyız?

Yorumlar

Üstadım…

Danışmanlar konusunda söylediklerinize yüzde yüz katılıyorum. Gerçi yönetici duymak istemediği fikirlerin sahiplerini yakınında tutmak da istemeyecektir muhtemelen. Bu yüzden sonuç değişmeyecektir ama olsun.

"Ben olsaydım ve aykırı bir fikir söylediğim anda pozisyonumu kaybedeceğim gibi, yapılacak işlerin de zerre kadar değişmeyeceğini bilseydim ne yapardım?" diye soruyorum bazen kendime. Ama yine de başkalarına ve daha çok da kendime karşı sorumluluğum, bilgi alanıma giren her şeyi eğrisi doğrusuyla üst yönetime aktarmayı gerektiriyor. Tamamen kişisel ve geceleri rahat uyumaya odaklanmış bir görüş benimki.

Olumsuzluklar ayyuka çıktığında "Ben demiştim ama dinletemedim" diyebilmek, "Ben de o sıralarda zirvenin etrafında dolanıp duruyordum" demekten daha hoş geliyor bana.

Emre Sermutlu - 30 Aralık 2014 (16:22)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

95
Derkenar'da     Google'da   ARA