Patronsuz Medya

Kurusıkı tabanca ve sahici ölüm

Necdet Şen - 15 Temmuz 2004  


1997 miydi? Belki. Plaza gazetesinden kendimi can havliyle dışarı attığım ve o sıralar oturmakta olduğum Feneryolu'ndaki teras katında kitaplar ve çiçek saksılarıyla dünyanın kirinden arınmaya çalıştığım zamanlardı.

Uygun yol arkadaşları bulduğumda dağlara yaylalara çıktığım oluyordu ara ara. Haluk'la Sasa'nın Ortaköy'deki minik dükkânına uğrayıp eksik dağcılık malzemelerimi tamamlıyor, sonra gene kabuğuma çekiliyordum.

O gidişlerden birinde rastladım ona. İnce uzun yakışıklı bir delikanlı. O da kendine dağcılık malzemeleri alıyor.

Hiç hazzettiğim bir şey değildir parfüm markası gibi takdim edilmek, zorunlu kalmadıkça kimseyle tanışmamaya, ahbaplık tesis etmemeye özen gösteririm. Ama nereden bilsin Haluk, tanıştırdı bizi delikanlıyla. Şehir tiyatrolarında aktör İsmail Hakkı Sunat. Orta mektep ders kitaplarından adını hatırladığımız aynı addaki yazarın torunu. İzmir'li. Yanılıyor olabilirim, sanırım Musahipzade Celâl'in, Aynaroz Kadısı adlı oyununda önemli bir rolü vardı.

Telefonlar alınıp verildi. Oyununa davet etti, gittim seyrettim. Çok yetenekli bir aktör, enerji dolu, hani neredeyse hiperaktif. Dahası, sıcak bir insan. Fazlasıyla sıcak. Heyecan dolu. Üstüne üstlük, Hızlı Gazeteci'nin "hayran" okuru.

Ballıkayalar'daki evcil kertenkele

"Birlikte dağa falan çıkarız" demiştik. Arayı soğutmadı, hemen ertesi gün aradı İsmail.

"Var mısın abi, Ballıkayalar'da birkaç gün takılmaya?"

"Varım" dedim.

Onun kavuniçi renkli hafif alpin çadırını ertesi gün Ballıkayalar'ın yamaçlarından birine kurmuştuk bile.

Vakit kaybetmeden balet pabuçlarını andıran kaya tırmanışı mokasenlerini giyip oradaki bir kayada ipsiz tırmanma talimlerine başladı İsmail Hakkı. Bendeniz, o işleri sekiz on yaşlarımdayken Tirebolu'daki Ayana tepesinin kayalıklarında bol bol yaptığım için, yukarıdaki çayırda sırtüstü uzanıp tepemde dönüp duran kartalı seyretmek daha cazip geldi.

Gece, kamp ateşinde sucuk ekmek ziyafeti çektik kendimize. Abarttık biraz, dört günlük sucuğu bir seferde tükettik.

Ertesi sabah, "abi, gel bak ne göstericem sana" dedi İsmail. "Ama dikkat, ayaklarının ucuna basa basa gel, hiç ses çıkarma" .

Dediğini yaptım, o önde ben arkada birkaç metre ilerledik cangıldaki avcılar gibi.

"Bak" dedi, "şu kayanın üstünde ne görüyorsun?"

"Kertenkele. Binlercesini gördüm. Hatta beslediğim de oldu."

"Ama bu kertenkele onlardan değil, çok uysal bir tür, insanlardan kaçmaz."

Sözlerinin doğruluğunu kanıtlamak için ayaklarının ucuna basarak kertenkeleye yaklaştı. Hakikaten de kaçmıyor hayvan, bir taş parçasının üstünde güneşleniyor.

Parmağının ucuyla usul usul okşamaya başladı kertenkelenin kafasını. Kertenkele hâlâ kaçmıyor.

"Gel" dedi, "sen de okşa" .

Usulca gittim, yana çekildi, kertenkelenin kafasını okşamaya başladım. Kıpırdamıyor hayvan. Hatta biraz soğukçana. Gerçi bu hayvanlar soğuk olurlar da, göğüsleri inip kalkar soluk alırken. Bu taş gibi. Kaskatı.

İsmail Hakkı gülmeye başladı. Meğer ölü bir kertenkeleymiş. Taşın üstünde görünce beni işletmeyi düşünmüş.

Başardı da hani. Hayatımda böyle fena işletilmedim.

İsmail'in aklı İstanbul'daki sevgilisindeydi. Sanırım biraz tartışmalı ayrılmışlardı bir önceki gün. Cep telefonuyla onu aradı. Ve biz üç beş gün kalmak üzere geldiğimiz Ballıkayalar'dan apar topar topladık çadırı ve kente döndük.

Bir önceki gece kamp ateşinde çevirip yatmadan hemen evvel mideye indirdiğimiz sucuk ekmeğin ağırlığıyla sabaha kadar kıvranıp durmuştum zaten. Kayıntıları da daha ilk günden bitirmiştik. Konuşacak mevzu desen, o da bitmeye yüz tutmuştu. Dönüş yolunda çok az şey konuştuk.

Biraz asabî biriydi o günlerde İsmail. İçindeki fırtınanın etkisi sık sık davranışlarına yansıyordu.

Bir sonraki gezi ve dananın kuyruğu

Bir başka gün. Arabanın teybinde Üç Hürel kaseti, Eskihisar feribot iskelesine doğru iniyorduk.

"Abi, sen aslında ne güzel dizi yazarsın, hiç düşündün mü bunu?" diyordu İsmail Hakkı.

Ona Hızlı Gazeteci'nin doksanlı yılların başında Atıf Yılmaz tarafından dizi yapılmak istendiğini, ama tarz uyuşmazlığı ve başka engeller nedeniyle olamadığını, yollarımızın ayrıldığını anlatıyordum.

"Benim bazı tanıdıklarım var, birlikte bir şeyler yapsak mı?"

"Olabilir" diyordum, "aklımda "Yol Hikâyeleri" diye bir format var, "her bölümde başka bir yol öyküsü anlatılan bir dizi" .

İsmail Hakkı'nın kalbinden geçenin Hızlı Gazeteci'yi oynamak olduğunu o gün anlayamıyordum.

Taşra yollarını aştık. Direksiyonda ben. Marmara'nın güneyinde Teşvikiye diye bir köyde park ettik arabayı. Yaz sıcağında ağır dağcı çantalarını ve benim üç buçuk kiloluk ekspedisyon çadırını sırtlayıp ormanın içinden şimdi adını hatırlayamadığım bilmemne yaylasına doğru yürüyüşe geçtik.

Köylerden birinde bir köpek takıldı ardımıza, "kervan köpeği" dedi İsmail Hakkı, "yaylaya kadar ayrılmaz peşimizden artık" .

Öyle oldu gerçekten de, köpek kendisine durumdan vazife çıkardı. Biz nerede o orada. Sanki kırk yıllık ahbap.

Gece, ormanın ortasında kurduğumuz çadırın önünde yaktığımız kamp ateşinin başında havadan sudan, dağcılıktan, onun daha evvel yaptığı tek kişilik kamplardan, tehlikelerden, gözüpeklikten falan söz edildi.

İsmail'deki bir özellik, gitgide daha fazla gözüme batmaya başladı orada. Biraz sert mizaçlı bir delikanlıydı. Nedeni belirsiz bir öfkeyi, derisinin üstündeki ikinci bir deri gibi taşıyor, hangi konudan söz açılsa öfkeyle konuşuyordu. İkili ilişkide buyurgan bir lider gibi davranıyor ve isteklerini emir kipiyle dile getiriyordu. Ama bir diğer yanıyla da çok saygılıydı. Matrak ve eğlenceliydi kızgın olmadığı zamanlar. Biliyordum, kalbinde kötülük yoktu, mizacı hırçındı biraz. Tanıdığım başka birilerini anımsatıyordu. Öfkenin aslında kostüm değiştirmiş panik duygusu olduğunu farkedememiş birilerini.

Ertesi gün çadırı toplayıp yaylaya doğru yürüyüşe geçtiğimizde daha da arttı bu gerilim. Artık hep azarlar gibi konuşmaya başlamıştı.

"Yürü!"

"Tut şunu!"

"Geç şuraya!"

Olağan koşullarda iki üç tekrardan sonra ilişkiyi şak diye bitirmeme neden olacak olan bu tavırlara tepki vermemeye çalışıyordum. Yukarılara doğru tırmanışa geçmiş insanların yüksek irtifada huylarının değişebildiğini bilirim. Ama daha deniz seviyesinden en fazla birkaç yüz metre yukarıdaydık.

Onun hartzortundan sıkılmaya başladığımda adımlarımı yavaşlattım. İçimden bir ses "bırak şu sinirli çocuğu kendi başına, dön git geri, bir daha da iyi tanımadığın kişilerle dağa bayıra tırmanma" diyor, ama bir diğer ses de "hem çadır hem de araba senin, terkedersen çocuğu ormanda dımdızlak bırakmış olursun" diye itidal tavsiye ediyordu.

Benim bırakmama gerek kalmadan, İsmail alıp başını gitti. Ormanın ortasındaki patikada tek başıma, ağır mı ağır bir çantayla yürüyorum yukarıya doğru.

Birazdan çatallandı patika. Hangi tarafa sapacağımı bilmiyorum. Rehber yok ortada.

Ya settar deyip birine saptım. Tam o sırada yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir halde İsmail'i buldum karşımda.

"Abi, neredesin be? Yürü!"

Sonunda ben de sinirlendim.

"Bana bak İsmail Hakkı, benimle köpeğinle konuşur gibi konuşma!"

"Abi, ne köpeği yaa? Başına bir şey geldi sandım!"

Restleştik biraz. Yine öfkeyle yürüdü gitti. Kuzu kuzu izledim. Biraz ileride, ne düşündüyse yumuşar gibi oldu. Aramızdaki buzlar eridi azıcık. Biliyordum, kalbinde bir kötülük yoktu, kanı hızlı akıyor, farkına varmadan sertleşiyordu zaman zaman.

Derken yaylanın çayırına çıktı yolumuz.

ayırdaki piknikçileri görünce bir kez daha cinleri tepesine fırladı İsmail'in ve "ne bu be! Allah cezalarını versin, ocakbaşına çevirmişler burayı!" diye söylenerek yön değiştirdi. Gene emir verir gibi konuşmaya başlamıştı.

"Yürü! Burada kamp falan yapılmaz!"

O an orada film koptu. O arkasına bakmadan sağ tarafa doğru yürürken ben sol tarafta bir gölge bulup çantayı indirdim. Kamp ocağımın üstünde çay demledim, İsmail'den bulaşmış gerginliği atmaya çalıştım üzerimden.

"Buraya kadar. Tamam, birlikte geldik. Ama ben onun kölesi değilim."

Bir baktım, gittiği yerden gene aynı celâlle dönüyor İsmail. Ardına takılmadığımı farkedince anladı herhalde hatasını, gönlümü alacak sandım. Yanılmışım. Dikildi tepeme. Bağırıp çağırmaya başladı yine.

"Nerde kaldın be! Kalk! Yürü!"

Bu öfke selini anlamak zor değilse de tepkisiz kalmak zor.

"Kalksana be! Çabuk! Zıpla!"

"Sen yalnız gidiyorsun. Benim yolculuğum burada bitti."

Daha da öfkelendi. En bıçkın Cüneyt Arkın bakışıyla yüzünü yüzüme yaklaştırdı.

"Bana tavır mı atıyorsun, haa?"

Yüzünün ifadesi hunhar. Seviyor sert adamı oynamayı. Yumruğunu meydan okur gibi boşluğa doğru sallıyor.

"Bana sertlik yapma İsmail Hakkı."

"Yaparsam ne olur ha? Ne olur? Ne olur?"

Bu hallerinden etkilenip sesimi yükseltsem sille tokat girişeceğiz, "hanzolar" dediği piknikçiler ayıracak bizi. O bağırdıkça daha da yumuşattım ses tonumu.

"İsmail Hakkı, bak, senden son kez rica ediyorum, aklını başına topla, sakinleş."

"Sakinleşmezsem ne yaparsın, haa!"

"Özeti şudur İsmail Hakkı, bu arkadaşlık şu an, burada sona erdi. Bundan sonra görüşeceğimizi hiç sanmıyorum."

Şaka yapmadığımı anladı, içtenlikle üzüldü, ama yine de yumuşak konuşmayı beceremiyor.

"Ama abi, biz seninle geldik, eşyalarım arabanda!"

"O senin sorunun artık."

"Sana nasıl saygı duyduğumu biliyorsun abi! Bak hâlâ sana 'abi' diye hitap ediyorum! Anlasana!"

"Doğrudur, abi diye hitap ediyorsun, ama yumruğunu da dövüşecekmiş gibi havada sallıyorsun."

Belli ki uzlaşmak, değer verdiği biriyle arkadaşlığı bozmamak istiyor. Ama öfkesini kontrol etmek elinde değil. Alttan aldığını zannederken bile hiddetten kıpkırmızı.

Beni o sallantılı atmosfere çekemeyeceği kafasına dank etmiş olmalı ki, "pekalâ" dedi sonunda, "dönelim o zaman" .

Gerçekten arzuladığı şeyin "kavga" olmadığını adım gibi biliyordum. Yukarıda da değindiğim gibi, belki içe işlemiş bir küçük düşme endişesi, belki nedenleri üzerine kafa yorulmamış kronik bir panik, kolayca sarsılabilen ve yeniden kazanılması gereksinilen bir özgüven belki. Ama bu abartılı öfkede nedense insanın pek ciddiye alası gelmeyen teatral bir yan görüyordum.

Ama bunu göremeyen biri üzerine dolu bir şarjörü boşaltacak, hem kendi hayatını hem de onunkini söndürecekti günün birinde. Yazık olacaktı.

Başka piknikçiler de varmış

Yolun geri kalanını birbirine dargın iki çocuk olarak gerisin geri döndük. Artık bir şey söylemiyor, ama öfkesini beden diliyle dile getiriyordu yine de. Zaten yolun yarısından sonra da kopup gitti, ağır yükümle tek başıma indim yayladan.

Teşvikiye köyünün girişinde piknikçiler su başında oturmuş, mangallar, rakılar, hafta sonunun keyfini çıkarıyor. Biraz soluklanmak ve sarkmaya başlayan ağır çadırı düzeltmek için durdum. Mataramdan su içtim azıcık.

Köfte dudaklı bir dilber yaklaştı yanıma.

"Merhaba" dedi, "beni hatırladınız mı?"

Bakınca hatırladım. Paramı yatırdığım bankanın çalışanlarından biri.

"Nasılsınız Ruhsar hanım?" dedim, "aaaa, adımı da biliyorsunuz!" dedi.

Nasıl bilmem, bayılıyordum o kıza.

Aile etrafımı çevirdi. Annesi bir tabak içinde köfteler, yaprak sarmalar getiriyor. Babası "ben dağcıları çok severim" diyor. Aman aman, bir anda bir popüler oluyorum ki sormayın. Yanım sıra gelseydi şimdi İsmail Hakkı da faydalanıyor olacaktı bu ikramlardan diye geçirdim aklımdan.

"Kızım sizi görünce hemen tanıdı" dedi Ruhsar'ın babası.

"Ooo, bunlar beni damat adayı olarak beğendi galiba!" diye düşündüm. Kendimi tutamayıp "ah, evet, çok hoş bir kızınız var" dedim adama. Dememle de fıstığın yanında duran yakışıklı oğlan, "ben onun eşiyim" diye araya girdi. Utancımdan yerin dibine battım tabii. Çantamı toparladığım gibi kaçar gibi terkettim piknik alanını.

Baktım, İsmail Hakkı köyün kahvesinde beni bekliyor. Sanki yaylada kavga eden biz değilmişiz gibi, bir munis bir güleryüzlü ki sorma gitsin. Arabaya kurulduk yanyana, dönüş yoluna koyulduk.

Yol boyunca gene konuşmadık tabii. Kahvede otururken yumuşayan İsmail, benim turşu suratımı görünce yeniden gerildi. Yalova'da arabadan inip vapura bindi gitti. Gitmeden önce "görüşmek üzere abi" gibi bir şeyler söyledi gururunun elverdiğince.

"Yol Öyküleri" projeme bir tane sinopsis daha ekledim kafamda. İsmail Hakkı rolünde kimi oynatacağıma karar veremedim.

Zaten yazmadım o senaryoyu hiç bir zaman. Yazsam tatsız olacaktı. Kendime yontardım muhtemelen.

* * *

Bir daha hiç görmeyeceğimi sandığım İsmail Hakkı'yı birkaç yıl sonra bir televizyon filminin başrolünde gördüm. Filmin adı Mertali idi. Memoli türünden bir polis komiserini canlandırıyordu. Sevimlilikler yapıyor güzel kızları tavlıyordu rol icabı; dağcı malzemeleriyle apartmanlara falan tırmanıyordu İsmail Hakkı. Gerçek hayattaki gibiydi.

Filmin sonunda da vuruluyordu.

"Ah çocuk" diyordum, "yeteneklisin, yakışıklısın, atletiksin, kızgın olmadığın zamanlarda çok sevimlisin; star olmak için ne lâzımsa var sende; ama ya bu kabına sığmaz asabiyet ne olacak?"

Bilemiyordum.

"O rol benim olmalı"

Günün birinde telefonum çaldı. Açtım. Hattın öteki ucunda İsmail Hakkı.

"Abi, bana dargın mısın hâlâ?" diye sordu. Kem küm ettim, "evet dargınım" diyemedim. Zaten darılmam ben, silerim. Onun için de silene kadar gösterebileceğim azamî esnekliği göstermeye çabalarım. Kredisi biten kişi de ilelebet kaydıyla çıkar hayatımdan.

Ama sevimli üslubuyla altımdan girip üstümden çıktı İsmail ve yeni bir kredi daha açtırdı kendine. Buluşma teklifini kabul ettim.

Eski semtim Feneryolu'nda bir kafede buluştuk. Coşku doluydu. Her zaman olduğu gibi, anlatacak çok şeyi vardı. Suyuma gidiyordu. Vaktiyle olup biteni eşelemedim.

Hızlı Gazeteci projesinin bir kez daha gündeme getirildiğini öğrenmiş, "o rolü ben oynamalıyım" diyordu açık açık. Bunun için buluşmak istemişti.

Ona gelişmeleri, projenin benim bilgim olmadan Atıf Yılmaz tarafından Abdullah Oğuz'a pazarlandığını, hatta Hızlı rolünün Fikret Kuşkan'a oynatılmasına karar verildiğini, benim o aşamadan sonra haberdar edildiğimi, ama gidişattan memnun kalmadığım için son anda "hayır" dediğimi ve projenin artık yattığını, gündemde olmadığını falan anlatttım.

Ama İsmail Hakkı'dan yine enerji ve arzu fışkırıyordu. Projeyi kendisinin pazarlayabileceğini söyledi. Tiyatrodan ayrılmak üzereydi ve televizyon ya da sinemada kendine sağlam bir yer edinmeyi kafaya koymuştu. Hatta benden önce Suat Yalaz'la da ilişki kurup Karaoğlan rolünü istediğini anlattı açık yüreklilikle.

Keşke o oynasaydı, bence çok yakışırdı Karaoğlan rolüne. Hatta herkesten daha fazla o yakışırdı. Sadece tipiyle değil, kişiliğiyle de Karaoğlan'dı o. Çok sevimli, çok ilginç ve hararetliydi hâlâ.

Israrını kıramayıp evine de gittim ve o sıralar bir yaşında olan oğlunu, zarif eşini tanıdım. Mertali'nin ikinci bölümünü seyrettirdi videoda. Beğenmediğimi açıkça söyledim. Dahası, bu kronik öfkesinin yoruculuğunu da dile getirdim kısaca.

Çocukluğuna dair bir öykü anlattı o zaman. Artık sıkılmaya başladığım için yarım kulakla dinliyordum. Ayrıntıları zamanla daha da silindi, bu akşam onu sislerin arasından çekip çıkarmaya çalışıyorum.

İsmail on yaşlarındayken, tatillerini geçirdikleri bir yerde, bir türlü anlaşamadığı bir komşu çocuğundan söz ediyordu. Çok sinsi bir çocuktu komşunun oğlu. Onun işlediği bir kabahatten dolayı İsmail suçlu zannediliyor ve kendi ailesine bile anlatamıyordu masumiyetini. Diğer çocuk büyüklerin karşısında cici çocuğu oynadığı için, herkes ona inanıyordu.

Haksız yere suçlanmak içine öyle yer ediyordu ki İsmail'in, sonunda bir bayram sabahı mı geçit töreni mi ne, herkesin, tüm kasaba erkânının ve ebeveyninin önünde sabrı taşıyor, panter gibi atılıyordu hasmının üzerine. "İtiraf et, itiraf et, benim masum olduğumu herkese söyle!" diye bağırarak pataklıyordu çocuğu. İki çocuk kuzukulağıyla kaplı bir yamaçtan aşağı birbirine kenetlenmiş erkek kediler gibi yuvarlana yuvarlana inerken İsmail hâlâ "benim suçsuz olduğumu herkese söyle!" diye haykırıyordu.

Dayağı yiyor ama gene söylemiyordu hakikati öteki çocuk. İsmail'in anne babası da dahil herkes gene İsmail'i ayıplıyor ve bu yara onun içine kazınıyordu.

Öyküsü tıpatıp böyle miydi şimdi pek emin değilim. Aklımda kalan en net sahne, iki çocuğun bayır aşağı yuvarlanışları ve birinin diğerine "masum olduğumu herkese söyle!" diye umutsuzca yalvarışı.

Sanırım öfkesinin kökenini anlatmaya çalışıyordu bana. Ama ona yine de hak veremedim. "Büyüdün artık" dedim sadece, "bu hırçınlığın sana zarar verecek" .

O sıralarda bu sitenin ilk hali Hızlı Gazeteci'nin web sitesi olarak yeni yayına girmişti, İsmail Hakkı, Hızlı'nın çiziminin yanına onun fotografını da koymam ve Hızlı Gazeteci rolünü kendisinin oynayacağını dünyaya duyurmam için ısrar ediyordu. Benim o konuda ne düşündüğümle de pek fazla ilgilenesi gelmiyordu.

Bir kez daha anladım ki, ben bu kadar ateş topu biriyle ortak çalışma yapamam. Bunu ona lisan-ı münasiple anlattığımda fazla üstelemedi, "peki abi, sağlık olsun" dedi.

Zaman zaman İsmail Hakkı'yı anımsadıkça, onun bu teatral sertliğinin saldırganlıktan mı yoksa incinmiş benliğini savunma ihtiyacından mı olduğunu sorguladım durdum.

Dekman oyunu bazen öldürebilir

İsmail Hakkı'yı son kez geçenlerde televizyon'da gördüm. Bir dizide oynuyordu.

İki yıl kadar önce kendine sinemada bir yer ve karizma arzulayan, bunun için Hızlı Gazeteci'yi film olarak çekmeyi teklif eden, ama daha sonra Özcan Deniz'in hayat hikâyesinde karar kılan reklam yönetmeni Ezel Akay'ın Hızlı Gazeteci rolü için bulup önerdiği bir başka oyuncuyu, Ragıp Savaş'ı sille tokat dövüyordu bir dizide. Yüzünde o çok yakından tanıdığım ele avuca sığmaz hiddet. İsmail, bir bakıma kendini oynuyordu. İki Hızlı Gazeteci adayı, kâğıttan bir kadın yüzünden, rol icabı, birbirini tepeliyordu; sırıtsam mı üzülsem mi, karar veremiyordum.

Tabii ki İsmail Hakkı'yı bekleyen trajik final aklımın ucundan geçmiyordu. "Bakalım başka hangi rollerde kimleri pataklayacak bizim deliyürek?" diyordum. Kamera önünde de hayatta da sert adamı oynayarak belki çocukluğundan içine oyulmuş bir köşeye sıkışma duygusuyla ödeşmeye çalışıyordu.

Ve şimdi Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan bu gece yarısında onu bir daha hiç bir dizide/filmde göremeyeceğimi artık anlamış bulunuyorum. İnsanın inanamayacağı kadar trajikomik bir biçimde, oyuncak tabancayla sert adam rolü oynamayı denerken, sahici tabancayla delik deşik edilmiş ve cenazesinin kalkmış olduğunu öğrendim az önce bir internet sitesinden.

Olur şey değil! Tarantino filmlerini anımsatır bir ölüm. Ah İsmail, insan kendini rolüne bu kadar mı kaptırır? İnsan eve iş getirir mi İsmail?

Ama İsmail Hakkı bu, yapar mı yapar.

Gerçek hayatla tiyatro arasındaki sınırın gitgide belirsizleştiği bir dünya burası. Okumuş yazmış profesör evlâtlarının bile gözü dönmüş katile dönüşebildiği bir cinnet düzeni. Gerçek gaddarla gaddar rolü oynayan aktörün, soğuk çelikle sanatın kapışmasının galibi olabilir mi? Oyuncak tabanca ile sahici merminin üzerine yürümenin akılla fikirle açıklanabilir yanı var mı?

Ne yazık ki, piyango eski dağ-bayır arkadaşım İsmail'e denk geldi. Vodvil kıvamında bir ölüm haberiydi gece yarısı internette karşıma çıkan.

Ders kitaplarımızı yazan adamların oğulları birbirlerinin üzerine şarjör boşaltıyor. Biz şimdi kime inanalım?

Ah İsmail Hakkı! Kırk yıl kafa patlatsam böyle çarpıcı bir senaryo yazamazdım sana. Rolünü bu kadar iyi oynayacağını da kırk yıl düşünsem akıl edemezdim. Sana hiç bir senaryoda böyle acıklı bir rol biçemezdim.

Son sahnedeki oyunculuğun o kadar inandırıcıydı ki, ödülün sekiz kurşun yarası oldu. Ama bu kez rol icabı değil sahiden vuruldun.

Kendi korkularınla başetmenin yolunun başkalarını korkutmaktan geçmediğini görebilmeni çok isterdim. Bilsem faydası dokunacak, "zaten korkmuş bir insanı daha da fazla korkutmak ateşle oynamaktır" derdim. Ama dinlemezdin herhalde.

Silâhların artık neredeyse bakkallarda bile satıldığı bir dünyada, gecenin o saatinde sarhoş ve kindar insanlarla dekman oynanır mı hiç İsmail?

"Keskin sirke küpüne zarar verir" atasözünü hiç mi duymadın? Ya da "öfkeyle kalkan zararla oturur" sözünü? O kadar yetenekliydin ki, istesen "mülâyim adam" rolünde de aynı derecede başarılı olabilirdin.

Herhalde bir ibret dersi vermek istemiştin komşuna. Belki de komşun vasıtasıyla, masumiyetine bir türlü inanmak istemeyen çocukluk dünyana. O dersi onlar alamasa da biz aldık. Bizler, silâhla olan ilişkisi tahta tabancayla sınırlı Tommiks kuşağı, zamanın soğuk gerçeği karşısında ne kadar hazırlıksız, ne kadar çocuksu kaldığımızı anlamamız gerekiyordu. Bu derste onu öğrendik.

Tekme gibi indin suratımıza. Ölümünle bir nasihate dönüştün.

Bizi çok düşündüreceksin. Çok kurcalayacaksın aklımızı. Kimbilir kaç kez aldığımız alacağımız ibretlere mesel olacaksın.

Bana sorarsan çok erken ama gösterişli bir final yaptın. Ama ne yazık ki alkışları işitme şansın olamadı.

Zaten pek alkışlanacak bir yanı da yoktu galiba bu oyunun. Gözlerimizin önünde sevimli yüzün, öylece donup kalıverdik.

Yorumlar

Yazınızı çok beğendim beni aldı götürdü. Savunma amaçlı bir kuru sıkı tabanca almayı düşünürken çıktı yazı karşıma. Fikrimi değiştirmemde katkısı oldu. Okumayı düşünmediğim içeriğine şöyle bir bakayım dediğim bir yazıyı bir solukta okuyuvermişim. Ellerinize sağlık çok akıcı bir anlatım.

Meltem Yurt - 11 Ocak 2013 (14:51)

Çok ilginç üstteki yorumla aynı nedenle yazınıza ulaştım. Kuru sıkı görsellerine tıkladığımda bu yazı linkine ulaşmak yazıyı okumak ve insanın elinin kolunun yığılıp kalması vazgeçmekle kalmayıp ne kadar uzak kalırsam o kadar iyi demekte ibret için yaşamın sona ermesine saygısızlık bencillik olacak. Gelin görün ki yazınız tokat gibi çarpıyor. Rollerimize fazla kaptırıyoruz o kesin. Kim demiş unuttum "Dağ başında herkes evliyadır" diye. Yaşamın içersinde sakin kalabilmek etkiye tepki vermeden objektif sağduyulu bakabilmek mesafeden geçiyor yine de… Sesli düşündüm. Teşekkür ederim.

Ta Yu - 6 Eylül 2018 (17:17)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

88
Derkenar'da     Google'da   ARA