Patronsuz Medya

Köy ve Cumhuriyet

Necdet Şen - 28 Şubat 2007  


Soru şu: Ya korkularımızın kaynağı, bizi çevreleyen hakikat hakkındaki körlüğümüzden kaynaklanıyorsa? Ya bizler korkmaya programlanmış birer robota dönüştürülmüşsek? Ya bütün bu korkular yersizse? Ya biz korktukça muktedirlerin güçleri daha da sorgulanamaz hale geliyorsa? Ya ota boka paranoya bulaştırıyor ve kendi yarattığımız öcülerle gölge boksu yapıyorsak?

Bütün bunların cevabını biliyor olsak, yine de korkar mıydık?

1. Köy

M. Night Shayamalan, istenirse edebî metinler olarak da okunabilecek gişe filmleri yazıp çeken Hint asıllı Amerikalı bir yönetmen. Henüz genç, belli ki daha çook filmler çekecek. Biz onu hepsi de sinemalarımızda gösterilmiş olan Altıncı His (Sixth Sense - 1999), Küçük Kardeşim (Stuart Little - 1999), Ölümsüz (Unbreakable - 2000), İşaretler (Signs - 2002), Köy (Village - 2004), Sudaki Kız (Lady In The Water - 2006) gibi filmlerinden tanıyoruz.

İçlerinde en beğendiğim filmi, kör bir kızın yaralanan sevgilisine antibiyotik bulmak için tehlikelerle dolu ormanı aşmasını anlatan Köy adındaki filmi.

Bu yazıyı aslında filmi seyrettiğim akşam yazmak istemiştim. Ama dilimin altındaki baklayı çıkarabilmek için öykünün sürprizini de açık etmek zorundaydım. Hiç değilse sinemada seyredecek olanlara kalleşlik olmasın diye konuyu kafamda birkaç sene beklettim. O nedenle, "bir gün televizyonda oynar, ben de seyrederim, tadı kaçmasın" diye düşünenler varsa, yazının bundan sonrasını okumamalarını öğütlerim. Ama "olsun, eğer iyiyse, sonunu bildiğim filmleri de zevk alarak -hem de tekrar tekrar- seyredebilirim" diyenler, bu iki bölümlü yazının başlığının neden "Köy ve Cumhuriyet" olduğunu birazdan öğrenebilecek.

Filmin öyküsü kısaca şöyle:

On dokuzuncu yüzyılın sonlarını anımsatan bir köy atmosferiyle açılır sahne. Bir düğün vesilesiyle bütün köy halkı bir araya gelmiştir. Upuzun bir masada çoluk çocuk, bütün köy ahalisi yiyip içip eğlenmektedir.

Ama bu kalabalığın içinde pek eğlenemeyenler de vardır. Yüzlerindeki mutsuz ifadeden, o kişilerin yakınlarda ölen biri için yas tuttuklarını anlarız.

Sahnenin devamında, kovboy filmlerindekini anımsatan ahşap köy evinin önünü süpüren genç bir kız verandanın hemen yanı başında kendiliğinden filizlenmiş kırmızı bir çiçeği görünce nedenini anlayamadığımız bir korkuya kapılır ve adeta bir suç kanıtını yok eder gibi, çiçeği yolup çöpe atar. Kırmızının yasak olduğu bir köydür burası. Rengi kırmızı olan her şey köyde korkulan bir olguyu simgelemekte ve ortadan kaldırılmaktadır.

Sahneler birbiri ardından açıldıkça bu köyde esrarlı bir şeylerin varlığını sezeriz. Ama bizi bir korku filmine götürdüğünü sanan kişi ufak ufak sıkılmaya, "hiç korkmadım, bu film sıkıcıymış, çıksak mı?" demeye başlar. Çünkü filmin hedefi, korkutmaktan çok merak ettirmek, zekâ jimnastiği yaptırmak gibidir.

Köy, ormanın içinde, dünyadan yalıtılmış, masalsı bir köye benzemektedir, ama köy halkının tamamının açıkça söyleyemedikleri, dile getirilmesi yasaklanmış ortak tabuları, ölümle eşdeğer korkuları, köyü çevreleyen ağaçların gövdelerine bağlanmış sarı kurdelalarla sınırlanmış ve asla geçmemeleri gereken güvenlik çizgileri vardır.

Köyü çevreleyen o dış tehlike, şu ana kadar gördüklerimizle, tahayyül edebileceklerimizle kıyaslanması bile mümkün olmayan daha büyük, daha korkunç bir şey olmalı, diye düşünmeye zorlanırız öykü anlatıcısı tarafından.

Film biraz daha yol aldıkça anlarız ki, köyün etrafında baş edilmesi imkânsız kırmızı cübbeli canavarlar vardır. Ne zaman ortaya çıkacakları, insanlara neler yapabildikleri, konuşulmasına izin verilmeyen bir konu olduğu için, korkunun dozu da o oranda büyür. Sadece köyü yönettiği belli olan küçük bir grup, onlar da kıyıda köşede fısıldaşarak, günü kurtarmaya dönük kararlar almaya çalışmaktadır.

Film ilerledikçe yönetmenin açıkça söylemediği, ama alttan alta hissettirdiği bazı sorular da kurcalamaya başlar kafamızı.

Bu köyün halkının pek köylüye benzer tarafı yoktur aslında. Tarlada çalışırken, davar güderken, kemre ayıklarken görülmezler. Daha çok pastoral bir tablodan çıkmış gibi, nostaljik bir dekor gibidir bu köy. Ama yine de bu köyde yaşayan orta yaşlı insanların kendi kuytu köşelerinde yalnız başlarına çektikleri acılarına, kaybedilen yakınlara duyulan sahici özlemlere, yas ve hüzün dolu ilişkilere tanık oluruz. Geçim sıkıntısına pek rastlanmayan bir köy atmosferi yansır perdeye. Mutaassıp bir cemaate ev sahipliği yapan, elektriksiz, radyosuz, telefonsuz, traktörsüz ve ekonomik kaynakları belirsiz, gizemli bir köydür bu.

Yaşlılarla çocuklar ve gençler arasında sırlarla örülü bir uzaklık hissedilir. Bu uzaklığın orta yerinde, üçüncü bir unsur olarak ne tam çocuk ne tam yaşlı, bedenen erişkin ama zekâ olarak çocuk kalmış olan Noah (Adrien Brody) ve bir de öykünün ön planında duran kör kız Ivy (Bryce Dallas Howard) vardır.

Köyün üzgün bakışlı delikanlısı Lucius ile utangaç bir flört yaşamaktadır Ivy. Ve zekâsı geri kalmış olsa da hormonları yaşına uygun olan Noah'ın kıskançlık duyguları, daha sonraki sahnelerde "rakip" olarak gördüğü Lucius'un kanını akıtmasına neden olur. Köyde ne doktor ne de eczane vardır ve eğer ilâç bulunamazsa Lucius ölecektir.

Korkunun adeta felç ettiği köy halkından hiç kimse öcülerle dolu ormanı geçip de en yakın kasabadan ilâç alıp gelmeyi göze alamamaktadır. Daha doğrusu, köyün yaşlıları köyden dışarı çıkılmasını uygun görmemektedir.

Ama Iyv'nin aşkı, korkuyu bastırır ve o kadar insan dururken gözleri görmeyen genç bir kız, öcü dolu ormanı aşmaya karar verir.

Kör olduğu ve bilinmemesi gerekeni zaten "göremeyeceği" için, Ivy'ye yasaklanmış bölgeye girme izni kerhen de olsa verilir.

Bin bir zahmetle de olsa, Ivy ormanı aşıp sevgilisini hayata döndürecek olan ilâcı bulup köye getirir. Ama öykü sona ererken, kör kız değilse bile biz, cemaatin sıkı sıkıya korunan sırrına tanık oluruz.

Öykü, aslında geçmiş zamanlarda değil günümüzde yaşanmaktadır. Bütün o pastoral ortam, aslında bir özlemin ve kaçışın ifadesidir. Büyük kentlerdeki gitgide şiddete boğulan hayatın yaraladığı, sevdiklerinden kopardığı bir avuç tuzu kuru aydın, içlerinden birinin önayak olmasıyla bu köyü kurar ve içine sığınır. Iyv'nin babası ve köyün lideri olarak öyküde yer alan Edward Walker (William Hurt) sahip olduğu geniş servetle devasa bir orman alanını satın alıp, ayrıcalıklı ve üst düzey ilişkileriyle orayı milli park ilân ettirmiş, hatta ormanın üzerinden uçak uçmasını bile kanunla yasaklatıp, kimse tarafından fark edilemeyen içine kapalı yapay bir ütopya yaratmıştır. Köy ileri gelenleri, kendi aralarında aldıkları bir kararla, bu sırrı çocuklarıyla paylaşmak yerine köyü bir korku duvarıyla çevrelemiş, onları dış dünyayla ilişkiye girmekten alıkoyacak "öcü" mitini uydurmuşlardır.

Amaçları, çocuklarını güvenli bir dünyada büyütmektir tabii ki. Ama hayatın gerçeği bu kaçış ve inkâr projesiyle çelişir. Modern dünyanın tehlikelerinden uzak olmak adına, kendi küçük tiranlığını yaratmış olan bu bir avuç küskün aydın, ister istemez kendi küçük cemaatlerini yasaklar ve yalanlarla zapturapt altında tutan kibar despotlara dönüşmüşlerdir. Şimdi bu yapay cennet, bir evlâdın mahvına seyirci kalıp kalmama noktasında karaya oturmuştur.

* * *

2. Cumhuriyet

Bu Cumhuriyet'i isteyen "rejim" isteyen de "gazete" olarak okuyabilir. Her iki okumadan da aynı sonuç çıkar. Çünkü bu Cumhuriyet'lerden gazete olanı zaten kendisini rejimin bekçisi olarak mıh gibi sabitlemiştir ki, bu saptamayı yapan ben olsam bile alınmazlar buna. Tabii bu "rejim" kelimesini "çağdaşlık, lâiklik, devrimler" falan gibi kendi itikatlarınca kutsanmış tatlı soslara batırmak kaydıyla.

Oysa şu işe bakınız ki, bendeniz "rejim" kelimesini çoğunlukla "baskıcı", "totaliter", "hortumcu", "kandırıkçı" gibi menfî anlamlarda kullanırım. "Cumhuriyet" kelimesini de bir yaşam biçimi olarak değil de, nasıl söğüşleneceğimiz konusundaki teknik tercihlerden biri olarak algılarım. Yani ebemizin kravatlı ve apoletli birileri tarafından mı, yoksa cübbeli ve tespihli birileri tarafından mı öpüleceği konusunda histeri krizleri geçirmeyi anlamsız bulurum.

Sinek küçüktür ama mide bulandırır. Yanlış fikir önemsiz bir kaynaktan da gelse teşhir -ya da teşrih- edilmesinde fayda var. Kendisini Cumhuriyet gazetesinin 83 senedir usanmadan tekrarlamayı ödev addettiği resmi palavralarla sınırlamış insanların sayısını da biliyoruz işte. Taş çatlasa 40 bin kişi kadar. Bazı "çağdaş" belediyelerin ve "lâik" bürokratların gazetenin tirajını kabartmak için bedava Cumhuriyet dağıttıkları ya da yönettikleri garnizon ve şirketlere zorla Cumhuriyet aldırdıkları yolundaki kuru iftiraları da hesaba katarsak, bu sayının daha da az olduğunu kestirebiliriz.

O kadar da küçümsememek lâzım aslında. Belki Aczmendi'lerden biraz daha kalabalıktırlar.

Bu gazetenin yazarları bana Night Shayamalan'ın yukarıda anlattığım filmindeki kurmaca köyün yaşlılarını anımsatıyor biraz. Vaktiyle bir kamu arazisi bulup kütükten kulübeler inşa etmişler ve bu küçük iktidar alanının etrafını (terk etmek isteyenleri engellesin diye) mitler ve palavralarla örmüşler. Kendi bildikleri hakikati kendilerinden sonra gelen kuşaklarla paylaşmak yerine gizlemeyi ve hayal mahsulü öcülerle korkutmayı seçmişler.

Hadi buna "palavra" demeyelim de "masal" diyelim; bu iyi kalpli insanlar incinmesin.

Telefon ve radyo, artık kanıksadığımız iki iletişim aracı. Aralarındaki en önemli fark ise, telefonda her iki taraf da konuşabilir ve dinleyebilir; oysa radyoda biri konuşur diğerleri dinler. Kılık kıyafetlerinden davranışlarına, konuşmalarındaki kullanıla kullanıla eprimiş klişe cümlelerden giyim kuşam tarzlarına kadar her şeyleriyle mutaassıp bir cemaat görünümü veren bu kitlenin gözlemlediğim en belirgin özelliği, tıpkı radyo gibi oluşları. Onlarla konuşulamıyor. Çünkü dinlemiyorlar. Biliyorlar çünkü. Hem de her şeyi.

Hayatın sırrını onlar kadar çözmüş, dünyadaki yazılı ve sözlü kültürün tamamını onlar kadar ezberine almış, mütemadiyen öğretme ve hakir görme noktasında saplanıp kalmış başka bir cemaat var mıdır, bilemiyorum. Belki ABD'deki Amish cemaati. Belki Taliban. Ya da belki kayıp Mu uygarlığı.

Ben bu bilge insanlardan çok tanıdım zamanında. İçlerinden bir tanesi şöyle derdi meselâ:

"İslâmiyet'in de kültürü mü olurmuş? Eğil kalk, eğil kalk!"

Ama bu konuda da haksızlık etmekten korkarım. Belki de sahiden çözmüşlerdir hayatın tüm sırlarını ve hüsnü niyetle bize tebliğ etmeyi insanîyet vazifesi olarak addediyorlardır. Biz çözemedik diye onlar da çözemeyecek değiller ya.

Demem o ki; "Tehlikenin farkında mısınız?" diye bir reklamları vardı ya geçen sene. Epeyce eğlenmiş, mutlu olmuş, kahkaha atmıştık görünce. Tersten yazılan bu cümle bize harf devrimini, köy enstitülerini, üsteğmen Kubilay'ı, başarısız 9 Mart darbesi girişimini, Nazi hayranı merhum patronu, o patrona yalakalık, çok özür dilerim, kıymet bilme yarışında birbirini dirsekleyen köşe ulemasını ve daha birçok şeyi anımsamış, dünyaya gülücükler dağıtmıştık.

Belli ki kendi kapalı devre etki alanlarında "bravo valla, tam damardan girdik konuya!" gibi yorumlarla gaz alınmış olmalı ki, bu nefis reklam tekrar dolaşıma girdi. Harika oldu. Tabii ki yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Tayyip Erdoğan'ı seçtirmemek için safları -ve tabii ki darbe heveslisi subaylarla- daha da sıklaştırmamız gerekiyor. Bunu bize tam unutmak üzereyken hatırlatan gazetemize sonsuz şükran borçluyuz.

Ama ondan da güzeli, birkaç gün önce Migros'ta gözüme ilişen manşet.

Ana sayfanın en tepesinde, logodan hemen sonra, kahve tepsisi büyüklüğünde bir alan siyah zeminle kaplanmış ve tam ortasına oldukça dramatik bir spot kazınmış: 1881 - 2007.

Anlayamayanlar için tercüme edelim: Atatürk 1881'de doğmuş, 2007'de -herhalde kahrından- ölecek. O anlatılıyor. "Eğer bir-iki ay içinde radyolarda Hasan Mutlucan'dan türküler duymazsak Atatürk mezarında ters dönecek" demeye getiriliyor.

Çünkü, efendim, tehlikedeyiz! Ve tabii ki biz alık olduğumuz için bunun bize hatırlatılması lâzım. Sevgili gazetemiz, reklam kampanyalarıyla "tehlike" ye karşı bizi bilinçlendiriyor. Kötü mü ediyor?

Ama bu hakirin kafası karışık. Konunun baş kısmını kaçırdım. Hangi tehlike? İktidarın ilelebet elden gitme tehlikesi kastedilmiyor, değil mi? Hani, avantanın falan kesilmesi tehlikesi. Yok, o değildir; başka bir şey olmalı. Daha ciddi bir şey. Sakarya ırmağı kıyısında Yunan ordusu tarafından bozguna uğratılmak gibi bir şey. Ya da daha beteri. Ama daha beteri ne?

Tehlikenin tabii ki farkındayız, efendi! Sen alemi budala mı sandın? Söğüşlenip duruyoruz. Ama bazılarınız, çok azınız, tehlikeyi hâlâ "şeriat" falan diye adlandırsa da, biz, çoğumuz, tehlikenin tankları asfaltta yürütmeye pek meraklı olan ırkçı ve despot bir azınlıkla, onların arkasına saklanmış olan hortum ekonomisi, "devlet, babamızın çiftliği, devlet malı da babamızın malı" zihniyeti olduğunun farkındayız.

Aman, yanlış bir anlama olmasın, bir üstteki paragraf bana ait değil. Oraya yanlışlıkla girmiş. PKK yazmış olmalı. Ya da vatan haini takkesiz liboşlar.

Yirmi birinci yüzyıla girdik, ama bu memlekette hâlâ bizi güdülecek bir sürü olarak gören ve her dönemeçte yeni öcüler icat edip bundan güç kudret ikbal uman tek parti egemenleri akıllanmayı başaramadılar. Yani Şili'de falan. Dünyaya bu kadar dar bir zaviyeden bakmayı, tartışmanın her türlüsünü "dönek", "liboş", "vatan haini", "satılmış", "kahpe", "soysuz", "zibidi" gibi zarif sıfatlarla bezemeyi ve kendi minik ve dünyaya kapalı paranoid cemaatlerinin üretilmiş doğrularını hayatın doğrularıyla karıştırmayı bırakamadılar. (Yani Pinochet falan. Uzaktaki birileri.) Tek bir kartları kaldı ellerinde, silâhlı kuvvetleri darbeye kışkırtmak. Bıkmadılar bundan.

İyi de, ordu bu kardeşim, şişede durduğu gibi durmaz ki. Ya gene sizi, Allah esirgesin, Ziverbey köşkünün arsasına yaptırılan apartmanın bodrum katında falan ağırlarsa paşalar? Emin misiniz sizin cuntanın bu kez spor totoda 13 tutturacağına? Ya 13 Mart 1971 günü attığınız "Devrimci Ordu" manşeti gibi, bu seferki kıymetli yayınlarınız da elinizde patlarsa? Bu sefer kim kurtaracak sizi? Bak, en genciniz 80 yaşında artık. Bu yaştan sonra nizamiye çavuşları tarafından itilip kakılmak da çekilmez ki.

* * *

Biz o hayalperestler köyünde biraz da olsa bulunduk. Tedbirsizlik edip ağaçlara bağlanmış sarı kurdelalardan öteye geçtik. Girilmemesi gereken odalarda saklanan ve karanlık çökünce köydeki ufaklıkları korkutmak için giyilen kırmızı öcü cübbelerini ve kafalara takılan öcü maskelerini gördük. Dinden imandan çıktık. Bütün bu kışkırtmaların ardında yatan umutsuz çabanın aslında tarihin çöplüğünden çıkıp tekrar adamdan sayılma çabası olduğunun da farkına vardık.

Yanlış anlama olmasın, Cumhuriyet'ten bahsetmiyorum, bahsedemem, ödüm kopar! Bu yazı Baltacı ile Katerina hakkında.

Bugün 28 Şubat. En son darbenin yıldönümü. O darbeyi kotaran paşa da aydınlanmanın bilgesinin yayın danışmanı mı ne olmuştu daha sonra. Bilmiyorum hâlâ öyle mi?

Bakınız, 1970 doğumlu Hintli bir yönetmen şaşılacak bir benzerlikle bizi anlatan bir film yapmış. Tehlikeyi de çok güzel tarif etmiş. Seyredelim, rahatlayalım biraz. Bu kadar gerginliğin (Kemal Tahir ağzıyla söylersek) "mala davara faydası yok" .

Bu hakire gelince, tehlikeyi fark edeli epey zaman oldu. Bir de bu reklamı yaptıranlara sormak lâzım: "Asıl siz tehlikenin farkında mısınız?"

Tarihe gözünü iktidar hırsı bürümüş "fundamentalist" bir kabile olarak kaydedilme tehlikesinin farkında mısınız? Aman, fark edin, noolur. Bu millet, mazaallah, daha sonra tefe koyar adamı.

Yorumlar

Yazar Cumhuriyet Gazetesi'ni ince ince eleştireyim derken, gazete yönetiminin ve okurlarının aklından bile geçmeyen bazı düşünceleri, sırf kendisi öyle zannediyor diye, gazeteye yakıştırmaya ve yapıştırmaya kalkmış. Üstelik Zaman gazetesinin icadı ve yaygın uygulaması olan bedava dağıtım numarasını da Cumhuriyete yamamış. Tek kelimeyle bravo! Bu ne hınç, bu ne öfke!

Arif - 11 Mayıs 2007

Yorum yapan Arif kardeşimize;

Zaman Gazetesi'nin bedava gazete dağıtmasının Cumhuriyet'e yamandığını söylüyorsunuz. Pekiii Cumhuriyet Gazetesi'nin CHP' li belediye (Ankara / Çankaya) tarafından, belediyenin tüm imkânları kullanılarak bedavadan dağıtıldığını sana resimleriyle birlikte ispatlasam yine de aynı fikirde mi olursun?

Dediğin gibi "! Bu ne hınç, bu ne öfke!"

Erkan Akosman - 25 Mayıs 2007 (1:58)

Yukarıdaki yorumun sahibi olan Arif arkadaşa araştırmacı Emin Karaca'nın "Cumhuriyet Olayı" adlı kitabını okumasını hararetle öneriyorum. Ezberi bozulabilir.

Adil Uzundal - 26 Haziran 2007 (18:25)

Cumhuriyet gazetesi Odtu'de indirimli olarak dagitilir, en azindan ben orada oldugum sure boyunca oyleydi ve bircok kereler bedava dagitildigina sahit olmuslugum vardir.

Sefa Arslan - 2 Eylül 2007 (1:15)

Osmanlının son devirlerinde yaşayan yenilikçi bir şair, anlamı şöyle açıklanabilecek olan bir şiir söylemiş:

"İnsanı öldürerek dünya üzerinden kaldırabilirsin, mümkünse düşünceyi yok et de görelim!"

O çağlar için belki imkânsız görünen şey bugün propaganda, reklam ve medya aracılığıyla kolayca yapılabiliyor. Yedeksubay askerlik yapanlar bile bilir, özel harp stratejisi (kontrgerilla) faaliyetleri, sizce belirlenmiş "düşman"ın savaşma azim ve cesaretini yok etme üzerine kuruludur. Bu kavram köken olarak militarizme ait olsa da; taktiksel kalıpları siyasi, ticarî ve sosyal alanlarda yoğun olarak kullanılıyor.

Bir durup düşünün, sizin yakın durduğunuz düşünceler ve hayat tarzınız, medya veya "bir takım medya" tarafından el üstünde mi tutuluyor yoksa halı bombardımanına mı tabi tutuluyor? Siz bu yapılanı haklı buluyorsanız, sebebi taraftarı daha çok ses çıkaran takımı desteklemek mi yoksa gerçekten futbol oynayanı takdir etmek mi?

Daha açık sorayım, siz sağduyulu kamuoyu musunuz yoksa tarifi birilerinin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmiş "sağduyunun" kamuoyu mu? Terliksi hayvan formunda yaşamak, kafasını düşünmekle yormamak, her gün rüzgâr nereden eserse o tarafa dönmek hayatımızı çok kolaylaştırıyor belki. Sloganvari sözleri çabucak sahiplenip, hayatın sırrını keşfettik sanıyoruz. Zannettirenler de "biz kaç kişiyiz" diye kelle hesabına girişiyorlar.

Elin fikriyle gerdeğe girilmiyor; o el, kendi fikriyle en sonuda sizi sokuyor gerdeğe.

Ali Sedat Çetinkoz - 14 Kasım 2007 (15:26)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

94
Derkenar'da     Google'da   ARA