Patronsuz Medya

Suya yazılan yazı

Necdet Şen - 17 Mart 2008  


Doğru zamanda sorulmuş bir soru insana bazen roman uzunluğunda yazı yazdırabiliyor.

Aşağıdaki satırları Derkenar'ın istikrarlı okuru -ve yazarı- Seyit Balkuv'un mektubundan aldım:

"Bir de neyi merak ediyorum biliyor musun? Sen uzun bir süre gazetecilik camiasının içinde bulundun, kendince şöhret oldun. Bu dönem içinde, hatta halen, bazı meslektaşlarının sana kıl olduğunu biliyoruz. Ama mutlaka seni takdir eden seven arkadaşların da olmuştur. Ve mutlaka onların bir kısmı şu an halen bir yerlerde bir şeyler karalıyordur. Veya seni önceden çok fazla tanımasa da sonradan Derkenar 'da tanıyan okuyan, en azından, insan hakları, hayvan hakları, demokrasi, çok seslilik falan gibi konularda sana yakın düşünen, bir kısmını televizyonda da gördüğümüz köşe yazarları, yazarlar vardır."

"Onların bazılarının yazıları Derkenar'da link olarak veriliyor. Merak ettiğim, onlar niye bir gün olsun Derkenar'dan bahsetmezler? Gerçekten farkında mı değiller? Gün geliyor ne basit konuları bile haber yapıyorlar. Kâr amacı gütmemesine rağmen bunca emek harcanıyor olması en azından bir marjinallik olarak neden küçücük bir haber olamıyor gazetelerinde? Ya da oluyor da ben mi kaçırıyorum?"

Derkenar ne için var? - Seyit Balkuv →

Bu aslında bir elektronik mektuptu ve mektubunun başlangıcında bir yerlerde bunları soruyordu Seyit.

Aynı yoldan kısaca cevaplayayım derken, baktım ki destan uzunluğunda hatırat yazmışım. Ben de buraya taşıdım, sadece Seyit değil, herkes okusun diye.

Bam teli burasıdır!

Merhaba Seyit…

Konu Derkenar olunca, bir dokun bin hikâye dinle benden.

Pek öyle insan içine karışan birisi değilim. Ama yine de, nadiren de olsa eski arkadaşlara rastladığım oluyor.

Bir iki hoşbeşten sonra bazıları ayak üstü "yokluğumun medya için şööle büyük bir kayıp olduğundan, olaylara ve hayata bööle farklı bir noktadan bakabilen bir yazar-çizer olarak eksikliğimin bööle hissedildiğinden" falan dem vuruyor.

Ben kendimi hiç de "ööle" biri gibi görme eğiliminde değilim. Görmüyorum da. Eksik olmasınlar, onlar öyle buyuruyor.

Suratımda teselli dilenen meyus bir ifadeyle dolaşıyorumdur belki. Belki de "mutlu olsun gariban" diye söylüyorlardır.

Ben de onlara -içimdeki ayıplama hissini elimden geldiğince boğmaya çalışarak- "internette sekiz yıldır kesintisiz yayında olan bir dergi yaptığımı ve ellerinin altında, bir tık mesafesinde, hem de bedavaya olduğunu" söylüyorum. Yanıtları genelde "haaa evet, haberim var, görmüştüm bir kez" oluyor.

"Okuyorum" diyene rastlamıyorum pek.

Kim okur Yalova Kaymakamı'nı?

"Okunma okunmama" konusuna gelince. Yazan çizen insanlar genellikle yakınlarında değil uzaklarda bulurlar okurlarını. Yazmak çizmek zaten denize atılan bir şişedeki imdat mesajı gibidir. Bulunduğun yer çok ıssız olduğu -ya da sen öyle hissettiğin- için atmışsındır zaten o şişeyi deryaya. Akıntı onu nereye sürükler, kim bulur, kim dikkate alır, kim mesafeleri aşıp sana ulaşmak ister, önceden bilemezsin.

Başka yazar tanıdıklarımdan da dinledim; onların yakınları da okumuyormuş çoğunlukla yazdıklarını. Yazar sayısının okur sayısından fazla olduğu bir memleket burası. Şaşmamak lâzım.

İlginç değil mi? En çok satan gazetelerde yazıp çizersen (en azından popüler mevzulardan geri kalmamak adına) okumaya, okurmuş gibi yapmaya, fikirlerin, nüktelerin ve özel hayatın üzerinden sohbet açmaya hazır olan bazı insanlar, internette site yaparsan vakit ayırmaya bile değer bulmuyorlar. Bundan dolayı bir rahatsızlık duyarmış gibi bir halleri de yok pek.

Kendi yakın akrabalarımın, eski ve yeni dostlarımın bile (çoğunun) bir kez olsun merak edip girdiklerini görmedim Derkenar'a. Oysa, kuruntu bu ya, ben burada yazıp çizdiklerimin daha önce yazıp çizdiklerimden daha dolu dolu, daha kayda değer olduğunu düşünüyorum. Ve onları "eloğlundan" önce "kardeşim" duysun isterdim.

Belki işsizlikten komplekse girmişimdir de duygusal patinaj falan yapıyorumdur. Neden olmasın?

Israrcı bir yapım olduğu söylenemez. Sadece sorularımı ısrarla sorarım. Ve bir soru daha soruyorum: Yoksa bedava diye mi bu kadar kıymetsiz bu yazılar? Ya da kıymetli de, ahali mi farkında değil?

Okumak zahmetli bir iş. Pek az kişi katlanıyor bu zahmete. Geri kalanı sadece görüntüyü kurtarma, oyundan dışlanmama derdinde.

Öyle olunca da, en meşhur -ve en orta okul düzeyinde yazan- köşe yazarlarına şöyle bir bakmakla, altın arayıcısı gibi bilgi ve anlam aramak, meselâ internet karşısında gözleri mercimek kadar olana dek yazı okumak arasında muazzam bir zahmet farkı olduğunu görüyorsun.

Aslına bakarsan, çok satan medyada yazıp çizdiğinde de farklı olmuyor. Sanıyoruz ki, bizim okuduğumuz yazarları herkes biliyor ve okuyor. Pek öyle değil aslında. Kocasının romanını okumayan kadınlar, babasının ya da annesinin kitaplarının merak edip kapağını açmamış yazar çocukları var. Çok rastladım.

Tanıdığım bir yazardan dinlemiştim. İlk kitabı yayınlandığında imzalayıp abisine hediye etmiş. Abisi kitabı eline alıp bakmamış bile. Arkadaş burulmuş biraz, "insan kardeşinin yazdığı kitabı merak edip de okumaz mı?" diye sormuş.

Abinin cevabı süper: "Niye okuyayım ki, sen Dostoyevski misin?"

İnsan merak ediyor tabii, o kişi acaba Dostoyevski'nin abisi olsa okur muymuş sümüklü kardeşinin kitabını?

Ya da Dostoyevski'nin kitaplarından kaç tanesinin kapağını açıp içine bakmış?

Bir acaip ruh hali. Kıskançlık mı, hoyratlık mı, salaklık mı? Nedir, bilemiyorum.

Biz ve Herkes

Hadi biraz uçayım ve "insanlar ikiye ayrılır" türünden filozofluklar edeyim.

Bir: Biz… Bir baltaya sap olacağına karikatür falan çizen, şiir-miir yazan, beste-meste yapan, şapkadan tavşan çıkaran, sabahları erken kalkıp işe gitmeye, müdür, müfettiş mebus olmaya falan pek heves duymayan, ailelerinin yüz karası çocuklar. Büyüyememe illetiyle malul sevgi dilencileri.

İki: Dostlar… Hayatlarının ayrılmaz bir parçası saydıkları kişilerin yazılarını okuyacak zamanları olmayan; ama örneğin televizyondaki reklam kuşaklarını seyrederek harcayacakları bir ömürleri olan akıllı ve uyumlu insanlar.

Çizgi romanlarımın yayınlandığı gazeteyi her gün aldığı halde o sayfayı bir kez bile açmayan bir aile büyüğüm olmuştu benim de bir zamanlar. Çizgi romanlarım raflarda duruyor, o tedavülden kalktı.

İnsan daha kendi kardeşlerine, yeğenlerine, yoldaşlarına kendini sevdirmeyi başaramamışsa, elin yabancısından ne hakla sevgi saygı muhabbet bekler ki?

O nedenle, mümtaz ve meşgul medyamızdaki -kaldıysa hâlâ- dostların Derkenar'dan neden hiç söz etmedikleriyle ilgili tahminimi buraya yazamam. Değil telâffuz etmek, rüyasını görmek bile içimi sızlatır.

Belki de memleketin ünlü ve sicilli "iç mihrak" larından birinden (değerli bir bilim adamı) bizzat kendi çekilesi kulaklarımla işittiğim şu sözlerde gizlidir aradığımız ipucu:

"Böyle bir sitenin varlığından şu ana kadar habersiz oluşuma şaşırıyorum. Bu bile yazdıklarınızın ne kadar değerli olduğunun kanıtıdır aslına bakarsanız."

Dinsizin şahidi imansız. Zaten bu yazılar da okunamayacak kadar uzun ve gündem dışı. Niye zaman harcasın ki akıllı uslu insanlar?

Gücenmiyorum. Belki haberleri yoktur eski ahbaplarımın internette site yaptığımdan. Sen de gücenme Seyit. Belki haberleri vardır da ziyaret etmeye ve okumaya değer bulmuyorlardır. Belki okuyor da köşelerinde yazacak kadar önemsemiyorlardır. Belki bulundukları yayın kuruluşundaki konumlarının sarsılması endişesiyle uzak kalmayı daha doğru buluyorlardır. Sitem etmemek lâzım kimseye. Vardır elbet herkesin kendince bir nedeni.

Belki, maruz kaldığım onca hoyratlıktan bezip de siteyi güncellemeyi ve yazı yazmayı bıraktığım dönemde, bir arkadaşın, neden üç beş kelimelik bir destek mesajını bile esirgediğini anlatmak için yazdığı şu cümlelerde gizlidir vehbinin kerrakesi:

"Ben senden gerçekten korktum:) kızdığın insanlara yazılarındaki keskinliği okuyordum. Sana bu kadar yakın olursam ve günün birinde bir şekilde aramızda sorun olursa bana yönelecek yazıyla da olsa öfkenden çekindim."

Haksız bir korku sayılmaz. Kızdığım zaman kelimelerim hançerden keskin.

En çok da hesaplı ilişkiler kızdırıyor beni.

Zarafet karşısında da bir o kadar zayıfım.

Yine de, her ne sebeple olursa olsun, zamanımı ve imkânlarımı internette bir dergi yapıp, ihtiyaç duyan herkesin faydalanabileceği "sınırsız ve duvarsız bir kardeş sofrası" gibi algılıyor olmak benim kişisel seçimimdi. Başkalarına güvenerek girmedim bu yola. Destek olan da sağ olsun olmayan da. Bu zahmetin faturasını kimseye çıkaramam.

Zaman zaman arkadaşlarımdan dostlarımdan yana derin hayal kırıklıkları yaşıyor oluşum da yine benim çözmem gereken bir çapraz bulmaca. Kopardığım yaygara ürküttüğüm kuşlara değiyor mu bilemiyorum.

Derkenar Postanesi - Necdet Efendi Bostanı

Geçenlerde eskiden tanıdığım bir gazeteci arkadaş e posta atmış, diyor ki: "Herkese seni soruyordum, bizim falanca (bir köşe yazarı) Derkenar diye bir web siten olduğunu söyledi ve adresini verdi, siteye girer girmez sana e posta yazdım."

O kadar. Beni arayan arkadaşım ana sayfaya girmiş, "İletişim" linkini tıklayıp bir e posta göndermiş ve çıkmış. Burada ne yaptığımı, neler yazdığımı merak bile etmemiş.

"Sevgilim olur musun?" desem, olur. "Evlenelim mi?" desem, evlenir. Ama ne düşündüğümü, günümü ne yaparak geçirdiğimi merak etmez.

Beni afallatan, elden ayaktan düşüren de tam bu işte: Meraksızlık.

Hayran olduklarına karşı bile bu kadar kayıtsız olan kişilerle dolu bir dünyada daha nereye saklansam da daha fazla daralmasa içim? Var mı öyle bir derin vadi ya da uzak bir mezra?

Oysa ben onun yazılarını internette aradım buldum ve okudum. Nasıl desem, bu sitenin Web Gezgini bölümünden link vermeyi arzulayacağım kadar etkileyici bulmadım. Ama gene de okudum. En azından vefa adına. Arkadaşım o yazılar için para alıyor, ben bu yazılar için cepten masraf yapıyorum. Tek beklentim var: Okunsun ve bir şeye yarayacaksa eğer, yarasın, faydalanılsın.

Bazen "faydalanıldığı" da olmuyor değil. Bir sürü örnek sayabilirim ama şimdilik sadece bir tanesinden söz edeyim. Bu sitedeki "Beyaz Türk" yazısını yazıp yayınladıktan sonraki haftalarda ve aylarda bizim medyada -ne tesadüf- bir anda ağızlara sakız olan Beyaz Türk mavrası hâlâ kafamı kurcalar durur. "Bu kadarı da tesadüf olabilir mi canım?" diye sorarım arada bir.

Herhalde tümüyle tesadüftür. Yazının bir sürü web sitesi tarafından -tabii ki izinsiz- hortumlanmış, bir sürü e posta grubunda ve e posta zincirlerinde fıldır fıldır dolandırılmış olması kuşkularımı doğrulayabilecek yeterlilikte bir ipucu sayılamaz. Benimki büyük olasılıkla "unutulmayı hazmedemeyen eski popçu" sendromudur. Kuruntudur. Histerik ataktır. Büyük ihtimalle, bizim medyadaki "HGYYDKNBB" (Her Gün Yazar Yazmasına Da Konuyu Nereden Bulur Bilinmez) sıfatlı ustaların böyle bir yazıdan zinhar haberi olmamıştır ve her nasılsa hepsinin aynı anda cümbür cemaat bu konuda kalem oynatası gelmiştir.

Acaba matbuatta ve televizyon ekranında 7 Şubat 2002 tarihinden önce çıkan "Beyaz Türk" içerikli yazı ve yorumlarla o günden sonra çıkanların oranını merak edip karşılaştıracak bir sosyolog var mıdır bu ülkede?

Ha ha haa! Çok hoşsun şekerim! Memleket elden giderken bununla mı uğraşacak sosyolog taifesi? Hem, sosyolog dediğin ne ki? Tartışma programına çıkma kuyruğunda bekleyen bir alay üniversite bürokratı.

Cümlelerimden, benzetmelerimden, sıraya koyduğum düşüncelerimden dolayı hiç bir tüzel ve özel kişiden hak talep ettiğim falan yok. Helâl-i hoş olsun. Kullanınız dostlarım. Altına kendi imzanızı da atabilirsiniz.

Bu hakir için gazetesindeki köşesinde vaktiyle "kavram mucidi" türünden aşıkane sözler arasında ince ince geçirmiş olan kudretli kişiye de buradan selâmün kavlen.

Övgü pohpoh şakşak beklemiyorum. Bu kavramlar, hayata dair kafa yorarken öylesine ortaya çıktı, söylemek istedim, bazıları yamaçta tutundu, bazıları kayıp gitti. Tıpkı 1980'den önce hiç bir özel anlam ifade etmeyen "Hızlı Gazeteci" tamlamasının da artık nitelikli gazeteciliği simgeleyen bir deyime dönüşmüş olması gibi…

Kırık bir aşk hikâyesi

Parayla satılan hazlara ve anti depresanlara ihtiyacım olduğunu sanmıyorum. Bilindiği gibi, incinmeyen, burulmayan, bakışlarımla demirleri büken, kurşun işlemeyen, istilâcı uzaylıları püskürten, yemeyen, içmeyen, mıçmayan, fotosentez yaparak yaşayan biyonik bir insanım. Para pul değil ama belki bir gıdım vefa beni daha yıllarca "suya yazı mı yazıyorum" diye sorgulamaksızın dolap beygiri gibi çalıştırmaya yeter. Gene de yorulmam; sırtımda taşıyacak yeni lenduhalar ararım.

"Derkenar için neden parmağınızı bile kıpırdatmadınız?" diye sual ettiğim insanlardan "ben öyle kodlarla falan uğraşamam, sadece öykü yazmaktan zevk alırım" ve benzeri cevaplar duyunca onlara hak veririm, dilim gözüme kaçar. E tabii, kırılmış bir insanın gönlünü almanın tek yolu vardır; bilgisayarda onun yerine kod yazmak. Bu da yükselme potansiyelini haiz kişiler için angaryadır. Hayatta yapacak daha anlamlı bir uğraşım bulunmadığı için ben yapabilirim, ama sanatçı ruhlu insanlar böyle nafile işlere ellerini bulaştırmasalar çok iyi ederler.

Bu aralar, mevsimden midir bilmem, sıkılıyorum biraz. Duvar dibinde kıstırılmış fare gibi, kaçsam mı saldırsam mı kararsızım. Durup durup "zaten yapılanı takdir eden pek fazla kimse yok, zırnık kazandırmayan, bir de üstüne üstlük zamanımı ve kısıtlı bütçemi çarçur eden bu işi neden yapıyorum?" diye sorgulayıp dururken buluyorum kendimi.

Sevgilimin buna cevabı "sen bu siteye aşıksın da ondan" oluyor. Sadece elektronik ortamda var olan ve fişi prizden çekince uçup giden bir şeye nasıl aşık olunabilir, kendime bile açıklayamıyorum. Ama sevgilimin tespiti de yabana atılacak cinsten değil. Gerçi o böyle bir kumayla yaşamaya alıştı artık. Bilgisayar kodlarını benden kıskanmıyor. Bilgisayarımın saçını başını yolmaya kalkmıyor. Olgun kadın. Ne var ki ben bu aralar feci şekilde "şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" hissiyatı içindeyim.

Sekiz yıl! Ne mecburiyetim var idiyse, deli miydim neydim, böğrümün kılları ağardıktan sonra, yaşıtlarım daha bilgisayarın açma-kapama düğmesinin yerini öğrenmekten tırsarken, üşenmedim, dreamweaver, photoshop, flash, html, css, asp, xml ve daha bir sürü programlama dili ve teknik öğrendim. Yıllardır sokağa bile çıkmadan durmaksızın yazı yazdım, site tasarladım, boy boyladım, soy soyladım, teke zortlattım.

Daha hâlâ "Bu zaman zarfında roman öykü senaryo falan yazman, belki çizgi roman filân çizmen, belki bir rock grubu kurup 'Too Old To Rock And Roll' makamından şarkılar söylemen daha daha akıllıca olurdu" diye aklımı çelmeye çalışan kör şeytana aldırmıyor ve şehir uyurken kalkıp bilgisayar başına geçiyorum.

Ümitsiz bir aşka benziyor bu. Gönül Yarası filmindeki Halil'in repliği geliyor bazen aklıma:

"Abi, ben memlekette usta kaportacıydım. Bu kadının yüzünden düştüğüm hallere bak!"

Bu aralar, ayıptır söylemesi, feci şekilde iki arada bir deredeyim. Onca yıl boyunca uğraşıp didinip yazdığım yazıları ve göz nuru dökerek yaptığım tüm o sayfaları ve tasarımları ve sekiz yıllık bilgiyi ve tecrübeyi çöpe atıp, bilgisayarı bir dolabın üstüne mi kaldırsam, yoksa "bundan sonra bu siteyi kullanmak parayla, bastırın bakalım lan ücretini" diye cümle aleme rest mi çeksem diye hezeyanlarım oluyor.

Ama o zaman da onca emeği, göz nurunu, bu sitede imzası bulunan dürüst, nazik, kalemi kuvvetli, zihni berrak insanları, memleketimin dikkati dağınık -ya da tüm dikkati kale önünde avantajlı pozisyonlar yakalamaya dönük- entelijansiyası ve teşekkür etmesini bilmeyen bir iki sarmaşığa hiddetlenip tırpanlamış, açıkçası haksızlık etmiş olmaz mıyım?

Bir yanda papaza kızıp oruç bozma durumu, bir yanda iç dünyamdaki isyan hali. Süpermen olmak zor iş.

Ayıplanma riskini de alarak itiraf edeyim ki, bu siteyle gurur duyuyorum. Hızlı Gazeteci bile daha alt sırada yer alıyor. İnternette site yapmanın sadece sivilceli oğlanların işi olduğunu düşünen ve kılları ağarmış bir adamın bu işlerle uğraşmasını gizli açık bir acımayla ve sessizlikle karşılayan onca "akıllı" insanın bıyık altı tebessümlerine aldırış etmiyorum.

Sahiden de aşığım galiba Derkenar'a. Yıllardır hayalini kurduğum bağımsız ve müdanasız yayın organını nihayetinde internette yapabildim ya, oh ne keyif! "Hayattaki en güzel işim bu oldu" diyorum göğsümü gere gere.

Hem de öyle parayı bastırıp birilerine yaptırarak değil, kendi emeğimle damla damla damıtarak, kenarına oya işleyip üstüne dantel örtüler sererek… Serçe parmaktan bile ince dolmalar sarar gibi. Bunun kıymeti parayla reklamla ahbap kıyağıyla falan ölçülemez.

"Oğlum, bu mesleğin sigortası var mı?"

Zaten internet yayıncılığı -porno, kumar, dolandırıcılık dışında- para kazandırmıyor. Manevî sıralamadaki yerin de zaten internet kafede Play Station oynayan çocukla kahvede tavla oynayan işsiz-emekli kalabalığı arası bir yerde. O nedenle, "oğlum, vaktini nasıl geçiriyorsun, sıkılmıyor musun?" diye soran anneme her seferinde "sahilden denize olta sallayıp balık tutuyorum" türünden akla yatkın cevaplar veriyorum. İşin doğrusunu anlatsam kavrayamaz, her halükârda üzülür kadıncağız.

Bazen Derkenar'ın tasarımını, kodlarını ve grafiklerini lisanslayıp bu tarz site yapmak isteyenler için "hazır site" formatında satışa mı sunsam diye düşündüğüm oluyor. Eh, haksız sayılmam, bazı dev bütçeli portalların kullandığından daha fazla kafa yorulmuş, daha özenli ve daha verimli çalışan bir site altyapısı oluştu yıllar içinde. Öğünmek gibi olmasın, ben yazdım.

Ama o tarz işler için şirket-mirket kurmak gerekir, ki ben hayatımda hiç ticaret yapmadım. Bu iş telefon kulübesinde kıyafet değiştirip, yere çakılmak üzere olan yolcu uçağını sağ salim piste indirmeye benzemiyor. Becerebileceğimi hiç sanmam. Kalan zamanımı zaten para kazanmaya çalışarak değil, elimdekiyle yetinip beynimi sünger gibi sıkmak ve içindeki tüm birikimi dışarıya uğratarak geçirmek istiyorum. Hiç vakit kaybetmeden yazıp çizmeliyim ve giderken tüm mal varlığımı burada bırakmış olarak gitmeliyim. Muradım bu. Ama ne kadar kızsam ne kadar katliam planları yapsam da, Derkenar'a, göz nuruma "boş ol" diyemiyorum.

Dahası, bu konu basbayağı bir uzmanlık alanı. Ben de basbayağı uzmanlaştım işte. Örneğin, "100 Soruda CSS Tabanlı Web Sitesi Tasarımcılığı" ya da "İnternet Yayıncılığı Bağlamında Algı Analizi" gibi tumturaklı adları olan kitaplar yazsam, fena olmaz her halde. Kalın kalın kitaplar çıkar ortaya. (Sonra da "konu neydi?" diye soran yayınevi sekreterlerine kitapların içeriğini tek cümleyle özetlemeye çalışırım, ayrı mesele.)

Hulâsa…

Ne kadar da kendimle meşgulüm değil mi? Hem de obsesif kompülsif. Ben diyeyim "hamlık", sen de "moruklamış eski pop starı hastalığı". Öven kimse kalmayınca bağıra çağıra kendimi övüp duruyorum.

Dün sabah bir rüya gördüm. Ölmüşüm. Ama diğer insanlara zahmet çıkarmamak için arkamda kalan her şeyi yerli yerine yerleştirmeye çalışıyor, cenaze işlerini, mezarımı, arşivimi, şunu bunu ayarlıyor, sağa sola koşuşturuyordum. Bir yandan da kendi kendime "yav necdet, üç gündür ortalığı toplamak ve insanları teselli etmekle uğraşıp duruyorsun, sen öldün, biraz daha ortada dolanırsan kokmaya başlayacaksın, hadi git zıbar, uzan mezarına" diyordum. Öylece uyandım.

Galiba Bizim Ali'nin açtığı kesik (Bkz.) sandığımdan da derine işledi. Bir kez daha göç temizliği haleti ruhiyesine girmiş olmalıyım.

Aslına bakarsan, sahiden de hepimiz daha ayakta dolanırken ve kendimizi sağ salim ve canlı sanırken çürüyüp kokuşmaya başlıyoruz. Bana öyle geliyor yani. Çok azımız farkına varıyor epeydir ölü olduğunun. Reklamlarda gördüğümüz şeyleri satın alarak ve ekran mankenlerinin gece hayatını öz kardeşimizin gündüz hayatından daha fazla merak ederek "yaşadığımızı" sanıyoruz.

Belki daha sonra fırsatım olmayabilir, şimdiden söyleyeyim; Allah hepimize gani gani rahmet eylesin.

Eski dostlarımı da uyarmak isterim: Rüyanızda beni görürseniz, kalkar kalkmaz boy abdesti alın. Yoksa işleriniz ters gider.

Haa, bir de bu yazıdan çıkara çıkara "Web sitesi yapmak çok sıkıcı, benim yerime siz yapın" ya da "züğürt kaldım, paraya ihtiyacım var" gibi düz anlamlar çıkardıysanız, gidin yüzünüzü gözünüzü yıkayın, kendinize koyu bir kahve yapın, sonra arkanıza yaslanıp bu yazıyı -hiç aceleye getirmeden, sindire sindire- bir daha okuyun.

Yorumlar

Abi yazının sonunu gözlerim dolarak okudum. Ali abim gittiğinden beri zaten ölümü daha çok düşünür oldum. Şimdi de sen abi, göç hazırlığından bahsedince seni de kaybedeceğiim korkusu düştü içime. Ne olursa olsun bu siteye hayat verdiğin ve Ali Türkan abimizi bize tanıttığın için teşekkür ederim. Saygılarımla.

İlgün Fidan - 18 Mart 2008 (15:58)

Size ve sizin vasıtanızla bu sitede keskin zekâlarını ve düş gücünü ortaya koyan yazarlara hayranım. 33 yaşındayım ve yıllardır bilinçli olarak okumayı reddediyordum. Çünkü okunmak üzere önüme konan her şeyden (özellikle gazeteler) kafam bulandırıyordu ve okuduğum şeyler beni tatmin etmiyordu. 3 sene önce Derkenar'ı keşfettim ve okumayı özlemiş bütün dostlarıma tavsiye ettim.

İtiraf edeyim; serzenişleriniz beni üzüyor. Eminim tahmin ettiğinizden çok daha fazla okurunuz var. Tek şansızlığınız şu ki okurlarınız da tembellik tozuna bulaşmışlar. Sizi sadece 'kendileri için' okuyorlar.

Uzun lafın kısası; ben ve benim çevremdeki birkaç kişi heyecanla bu ekranı gözlüyor. Lütfen vazgeçmeyin.

Özlem Karaman - 20 Mart 2008 (09:39)

Sanırım 1989 ya da 88, üniversitede okurken doymak bilmeyen bilgi açlığımız mı desem yoksa o yılların solcu moda ikonu mu desem, ev arkadaşlarımla ortak cumhuriyet gazetesi alırdık hevesle (pahalı gelirdi o zamanlar, o yüzden ortak alırdık). Sizi ilk orada tanıdım.

Şimdi düşünüyorum da gazeteden çok hızlı gazeteci'yi beklerdim okumak için. Ve koca gazete yerine hep hızlı gazeteci kalırdı aklımda. Tabii gazeteyi koltuğumuzda aksesuar olarak taşımanın verdiği ayrı havayı da unutmuyorum. Ya da yıllar sonra eşe dosta; "biz o zamanlar günlük okurduk Cumhuriyet gazetesini" diyerek yaptığımız tafralar da cabası.

Sonra okul bitti, gazete faslı da. Babamın aldığı tek gazete (seri ilanlar için alırdı) olan hürriyet'te gördüm sizi. Değişim Rüzgarı. Ne tuhaf, aynı gazetede yine buluştuk. Bu sefer daha başkaydı gözümde Necdet Şen. Eski bir tanıdık. Lakin yazılanlar o kadar çekerdi ki beni. O kadar kendimi bulurdum ki yabancılaşmanın içinde. Onları kesip saklardım. Döner döner okurdum.

O yıllarda aşık olmanın getirdiği hızlı reaksiyonları, soruları, cevapların keskin ateşini değişim rüzgarı ile söndürmeye çalışırdım.

Sonra kayboldun, Aynı gazeteden Yavuz Bey'in köşe yazısındaki çağrıyı okumuştum seni beklerken. "Dön Necdet" diyordu. "Yarım bıraktın" diyordu. "Yoksa böyle mi güzel Necdet" diyordu duygularıma tercüman olarak.

Döndün, Yavuz abi görmedi döndüğünü malesef. Ben ise karıştırıken kitapçı raflarını gördüm seni. "Nereye" diyordu kitabın adı. Sonra yine tesadüfen derkenar'ı buldum, yeni yeni internet denilen şey hayatımıza girerken. Ali Türkan'ı okudum, sevdim ve kaybettim. Yaşamımda hep var oldun bir yerlerde. Yeniden basılan kitapları sevinerek aldım. Anlattım seni başkalarına. Ve üzülürüm yine kaybolursan. Bir yerimde yine bir boşluk olduğunu hissederek.

S. Özkan - 20 Mart 2008 (12:47)

Hocam yazdıklarınıza hem üzüldük hem de sevindik.

Şunu demek istiyorum, yazdığınız bir çok şeye katılıyoruz, fakat, hocam sizler göbek bağınızı bir şekilde koparmışsınız maddi alemle, fakat bizler aslında bahsettiğiniz insanlarız! Doğru ama iç dünyamızda sizlerle tutunabiliyoruz, çok bencilce yaptığımız bir durum! Buna da kendi için okumak falan denmişti. Ben bir okuyucu olarak ve sitemizi yaklaşık 2 yıl önce tesadüf sonucu gördüm ve kapıldım rüzgarına.

Nasıl derler; diğer tanıdıklarınızın eş dostun vefasızlığı bir tarafa sizlerin sitesini tanımak hep tesadüfle mi sınırlı olacak?

Yani pek anlamam fakat web reklam duyuru vs. Konularında sizleri çok çekinceli hissediyorum (cahil cesaretli olur derler benim gibi:) kısacası bu güzel sitemizi ve dolayısı ile şahsınızı daha çok nasıl duyurabilirsiniz? Çünkü sizin sandığınızdan çok fazla insanın sizlere ihtiyacı var.

Şahsınızda tüm yazar kardeşlerimize dostlara minnettarız der, içinde bulunduğumuz görünmez hallerimizi de mazur görmenizi temenni eder selam ve sevgilerimizi sunarız. Hep varolun inşaallah der;

Ben Henet, Esra, Aylin, Hande, Elif, Emre, Baran, Baha, yeğenlerim ve birçok arkadaşımında selamını göndermeyi borç bilirim.

Henet - 20 Mart 2008 (13:15)

Bu tür siteler içinde, Derkenar kadar güzeline rastlamadım şimdiye dek. Çıkardığımız dergi için düşündüğümüz web sayfasını sizin yapmanız, hâlâ en büyük hayalimdir.

Kimbilir, belki bir gün…

Derkenar'ı herkese önermeye ve okumaya devam ediyorum. Harcanan emeğe, gösterilen özene ve sitenin içeriğine hayranım.

Derkenar artık tamamen size ait değil ise de, onu ayakta tutan sizsiniz.

Sakın gitmeyin.

S. Güven - 23 Mart 2008 (23:13)

Sayın Necdet Şen;

Derkenar'ı bir kaç hafta önce keşfetim. Keşif diyorum çünkü ganimet bulmuş gibiyim. Cumhuriyet Gazetesi zamanınızda sevgiyle takip etmiştim karikatür bandınızı. Sonraki dönemlerinizi bilmiyorum. Bir kaç haftadır işimden zaman çalarak birikmiş yazıları okuyorum. Ellerinize sağlık.

Bilgisayar teknolojisinden pek anlamam ama kaliteyi ben bile farkediyorum. Kalite sadece teknik düzeyde değil tabi. Sevinçle ve özdeşim kurarak farkettiğim (burada" bile" demeyecek kadar tevazu (!) sahibiyim) diğer kaliteli vasıfları; tanıdığım herkesi Derkenar'dan haberdar etmeme neden oldu.

Her açtığımda en az elli kişi burada oluyor. Bir üyelik sistemi kurulsa ve hem birbirimizle iletişim kurabilsek, hem bir sorun çıktığında el atma imkânımız olsa.

Burada hazır bulup okumamıza sunduğunuz için teşekkürler.

L. Özgür - 25 Mart 2008 (15:03)

Okuyucu yorumlarından da anlaşıldığı üzere bu yazı, başlığı gibi "suya yazılan yazı" değil.

İnternette daha yeni yeni yazı yazmaya başlayan ve emeklemekte olan biri olarak ('fazla alçakgönüllü olmayayım da beni gerçekten alçak sanmasınlar' gibi bir espriyi de bu paranteze sıkıştırdıktan ve kendimce bir espri yapmanın saçmalığıyla gecenin bu saatinde yine kendi kendime güldükten sonra devamla) bloğuma yerleştirdiğim bir program sayesinde, kimin ne kadar süreyle beni okumuş olduğunu görüyorum.

Süre ne kadar biliyor musunuz? Çoğunlukla 5 saniye… Yani adam tıklamış ve çıkmış, gitmiş. Ya da Google'a girmiş ve orda erotik bir takım şeyler ararken, benim yazı denk düşmüş, bakmış ve çıkmış… Ki zaten "Çok seksi bi yazı" diye bir yazı yazıp sırf bu Google'da seksle ilgili şeyler arayanları ti'ye aldım, haberleri yok, hala tıklıyorlar:)

Milletimizin okuma oranını bi tarafa bırakın, okuma süresi," Seninle 1 dakika" bile değil yani… 5 saniyecik… 10 dakika filân kalanları görünce hayretler içinde kalıyorum:) Dolayısıyla necip milletimizin okuma süresi 10 kişide, yaklaşık 8'ininki 5 saniye kadar.

Ve hatta bloğumu devamlı takip edip, yorum yazanların bile, 5 saniye kaldığını görebiliyorum… Ve fakat "benim hâlâ umudum varrr". Napalım, 10 kişide 2 kişi bile gerçekten okumak için tıklıyorsa, bu bile kardır diye düşünüyorum. Derkenar, benim vazgeçemeyeceğim bir site. Bu siteyle ne kadar gurur duysanız azdır. Hala sizin "Masumsun" yazınızın etkisindeyim. Hiçbir yere kaybolmayın lütfen. Çok üzülürüm, üzülürüz.

Kalemiti - 1 Aralık 2008 (01:45)

Gecenin birinde, şehir uyurken kalkıp bilgisayar başına geçer ve suya yazar gibi yazarsın. Unutursun sonra belki de yazdıklarını… Sonra kimbilir hangi gecelerden ve saatlerden birinde kimbilir kimler -ama mutlaka şu alemde bir nebze olsun anlam arayan birileri- okur o yazıyı, senin cümlelerini alır kendi alemine katar vsvsvs…

Kıssadan hisse: Suya da yazılsa taşa da, güzeldir yazmak da paylaşmak da… Yazan da okuyan da yalnız olmadığını hisseder en azından yazı boyunca:) Yüreğine sağlık ve teşekkürler sevgili Necdet Şen.

Dilek Y. - 19 Nisan 2009 (04:38)

Sevgili Necdettin abi seni gerçekten çok komik buluyorum. Hani aramızda 20 kadar yaş farkı olmasa, seni bir şekilde bulup uzun uzun sohbetler yapmayı tasarlamıyor değilim. Ne çare kader turnikeye seni benden önce sokmuş. Ne yapalım mukadderat.

Tesellim, bir büyük ve de bir bilen olarak senden orjinal şeyler okumanın hâlâ mümkün olması. Cenabı Rabbül alemin sana uzun ve de hayırlı ömürler nasip eder inşallah. Zaten başka bir bilenler rüyada ölümü görmenin ömre ömür kattığına ittifak halinde.

Suya yazı yazdığına ben de eminim. Zaten ilginç olan yazabiliyorsun suya. Bu herkesin değil er kişilerin özelliği. Bu sayede senden okuduklarımızı başka insanlara senden bahsederek anlatıyoruz. Reytingine reyting katamıyoruz belki ama konustuğumuz insanların algısına bir şeyler eklediğimizi düşünüyorum.

Son olarak, meşhur sözde ifade edildiği gibi 'İyilik yap, denize at, balık bilmezse halık bilir' diyorum. Ve daha da son olarak çok az yazdığın için seni şiddetle kınıyorum Necdettin Bey abicim.

Yüksel Aytekin - 25 Temmuz 2010 (22:49)

17 Mart 2008 tarihini taşıyan bir yazıya yaklaşık 3 yıl sonra yorum yazılır mı? Yazı değerli Necdet Şen imzası taşıyorsa, isterse 100 yaşında olsun… Büyük bir dikkatle okunur, gerekli çıkarımlar yapılır, yapılan gözlem ve analizlerin açık yüreklice aktarımına hayranlıkla saygı duyulur. Bu arada birlikte yaşadığım insanların özelliklerini yazının içinde bulmanın keyfi yaşanır.

"Nasıl mı?" derseniz, izninizle özetlemeye çalışayım… Efendim insan 60'lı yıllarda aydınlanma sürecini yaşadı mı ister istemez emekliliğinde gevezeliğe varan konuşkanlık hastalığına tutuluyor. Bu özelliğimi keşfeden kızım 2008 yılında alelacele bir bilgisayar alıp hediye etti babasına ve "bundan sonra okuma, yeter okudukların, çok bilgiye gerek yok, geç klavyenin başına iki-üç satır karala!" diye tembihte bulundu!

Emir büyük yerden, o gün bugündür sade suya tirit yazmaya çalışıyorum. Tahmin edeceğiniz gibi, gazetelerin internet portallarına. Arada sırada üç-beş puan aldı mı değersiz karalamalarım, insan iyiden iyi havaya giriyor ve megolamaninin sınırlarında gezinip "vay be, ben neymişim?" sorusu kıçımızdan giriş yapıyor.

Fakat sevgili Şen'in belirttiği gibi, hiç bir yazımı (Een fazla yarım sayfa) hiç bir yakınım ve dostum okumuyor. Zannetmeyin ki hepsi meraksız ve hödük, içlerinde üniversite hocaları bile var. Hele birisi de var ki, o da edebiyatçı!

Evet, benim de çok ağırıma gidiyor yaşadıklarım ama, yine de sonsuzluğa yazılar göndermeyi uğraş edindim, çok da mutluyum. Derkenar ile tanışmak kadar.

Macit Cününoğlu - 19 Aralık 2010 (12:34)

Boy boylamış, soy soylamış, orta asya steplerinden gelip, kılıç sallayıp kelle almış, ün ve de nam salmış, böyle yiğit bir bahadır suya da yazar yazısını, zülfüyara da.

Üstad, sanırım bu site, bundan sonra, siz isteseniz de yıkılmış duvarlarında baykuşların öttüğü viranelere benzemeyecek.

Bu yazı yazıldıktan yaklaşık üç yıl sonra yorum yazılıyorsa, merak etmeyin, otuz üç sene sonra da birileri yorum yazacaktır (bastonlara filân dayanarak da olsa).

Ha, bu arada "virane" dedimse Hitit, eski Roma harabeleri anlamında yani. Öyle de olsa antiktir, malûm ya antika demek, paha biçilemeyen değerli şey demektir.

Siz, gururla yazmaya, çizmeye devam edin Necdettin üstad.

Ümit Bulut - 25 Ocak 2011 (00:59)

Necdet bey, hiç bir yere gitmeyin sakın. Bu dergiyi bırakmayın.

Ceyda D. - 26 Ocak 2011 (14:09)

Selamlar Üstat…

Yorum yapmak için biraz geç kalmışsam da (beş yıl gibi) dayanamadım yine de. Derkenar benim için günün en keyifli zamanını geçirdiğim bir mekân gibi.

Ve görüldüğü gibi yazıldıktan beş yıl sonra da okunsa bile güncelliğinden en ufak bir şey kaybetmediği gibi tam aksine (yıllanan şarap misali) daha da keyifli bir hale gelen, ara sıra tekrar tekrar okunan damağımızda müthiş tatlar bırakan bir site "DERKENAR" .

İyi ki varsınız…

H. Seyyitoğlu - 13 Mart 2013 (14:45)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

77
Derkenar'da     Google'da   ARA