Patronsuz Medya

Kimse kızmasın, Hasan Cemal'i yazdım

Necdet Şen - 20 Mart 2013  


Günlerdir kafamın içinde benimle yatıp benimle kalkan bir konu var. Arada bir dilimin ucuna gelip gelip yuttuğum sözlerle kabarıp taşıyorum. Oturup yazmak, zihnimde biriken ufuneti defedip atmak iyi gelir belki diyor, o hırsla gidip bilgisayarı açıyor, ama sonra –birkaç yıldır çoğu kez yaptığım gibi- vazgeçiyor, kendimi dışarı atıyorum.

Yazmak belâlı bir iş, hele bir de yazan bensem.

Elimde minik bir kazmayla bahçeyi eşeliyor, otları yoluyor, bir süredir evin kapısına postu sermiş, bir saniye bile dibimden ayrılmayan, yolduğum her ota burnunu uzatan, seveyim diye gıdısını göbeğini açan sırnaşık sokak iti Zuzu'yu geri püskürtmeye uğraşıyorum elimi ayağımı özgürce kullanabilmek için.

Yirmi otuz senedir "zamanı geçiyor, ya yaz ya unut" diye kendini hatırlatıp huzurumu kaçıran hikâyelerim var. Yazmıyorum. Ağzımda ekşi bir tat bırakacağını bildiğim bu konuyu da her seferinde gözümden gönlümden uzak köşelere iteleyip kafamdan silmeye çalışıyor, ama başaramıyorum.

Cumhuriyet'in -ve tabii ki biraz da Hasan Cemal'in- hikâyesi bu. Kendi zaviyemden gördüğüm şekliyle.

Biliyorum, yazarsam üç kuruşluk huzurum kaçacak. Cami duvarına işemiş olacağım bir kez daha. Kaldıysa eğer, son dostlarımı da küstüreceğim. Türk basınının yüz akı, demokrasi anıtı, sağduyu nümunesi Hasan Cemal'i tam da işsiz kaldığı günde "arkadan vuran" adam olacağım. Ne alçaklığım kalacak, ne fesatlığım, ne içimin alacası…

Bir de, gazeteciliği farklı görüşte olanların kişisel açıklarını aramak, belden aşağı vurmak, fikirleri tartışmak yerine fikir sahiplerini itibarsızlaştırarak üste çıkmaya çalışmak, yakaladığı her bilgi kırıntısından skandal türetmek olan bazı cibilliyetsiz sürüngenlerin eline istismara alabildiğine açık bir malzeme vermiş olacağım.

Dertsiz başıma dert almak istemiyorum, ama rahatım kaçmasın diye düşündüğümü kendime saklayıp sözümü yutarsam da kendimi "konformist" davranmakla suçlayacağım.

Derken, bir gülme geliyor. Kazmayı bırakıyorum. "A sersem" diyorum, "senin kendine düşman etmediğin bir Allah'ın kulu kaldı mı ki zaten basın camiasında?"

Kalmadı sanırım. Kaldıysa da sesi soluğu çıkmıyor hiç birinin. Tehlikeli maddeye yaklaşmayacak kadar akıllı demek ki tümü.

Eh, bundan daha yalnız ve daha lânetli olamayacağıma ve zaten ağzımla kuş tutsam bile lâfı tersinden anlamaya kararlı olana meramımı doğru anlatamayacağıma göre, kaygılanmam gereken bir hal de yok ortada. Yaz kardeşim! Yaz ciğerim! Yaz ki çıksın bu gaz içinden. Nasıl olsa pek kimsenin haberi olmaz, olsa da vakit ayırıp okumaz, okusa da okuduğunu belli etmez. Yaz anasını satayım! Yaz ki, eksilsin gündemindeki şu bayat mevzulardan biri. Çiçeğe durmuş bademleri, dallampeleri, begonvilleri, gülleri ve inşaat molozlarından bile fışkırıveren adını sanını bilmediğin bin bir çeşit otu yaprağı temaşa edecek boş bir alan açılsın içinde.

Kaba Geveşt

Ne olur ne olmaz, belki yazarken elektrikler kesilir, o yüzden normalde sona saklamam icap eden sözü en baştan söyleyeyim:

Hasan Cemal'in işsiz kalması bilmem neremde bile değil.

Bunu "basın özgürlüğüne darbe" falan diye köpürten liberal amigoların sözüne de zerrece değer vermiyorum.

Hasan Cemal'in işsiz kalması ve buna verilen tribün tepkisi (ah o timsah gözyaşları) ortada ne "basın" ne de onun "özgürlüğü" diye bir şeyin zaten var olmadığı gerçeğini unutturamıyor. Uzun yıllar önce öldü ve gömüldü o basın. Mevlidi okundu, helvası dağıtıldı. Bugün standlarda yaldır yaldır yanıp sönen, elden ele dolanan, mama kaplarının altına serilen o kâğıt tomarları, basın kisvesinde poz kesen reklam tabelâları sadece.

Ve reklamların kıyısına köşesine sığışmak için şekilden şekile giren astronomik maaşlı memurin taifesi, köşe yazarları. Vazife ve salâhiyetlerinin sınırları patronun iki dudağı arasında hepsinin.

Patronunki de "malum şahıs"ın elinde.

Peki ne anlama geliyor bu eyyamda Hasan Cemal'in işsiz kalması?

Cevabı biraz dolandırarak vereceğim. Ama dolandırdığıma değecek.

Kral ve ben

80'li yılların sonları. Yılı tam hatırlamıyorum ama mevsim yaz. Hasan Cemal Cumhuriyet'te çalışan çizerleri, grafikerleri ve o günlerde İstanbul'da bulunan birkaç dış muhabiri Ortaköy'deki bir lokantaya akşam yemeğine götürüyor. Hesabı gazetenin kendisine sınırsız harcama yetkisiyle verdiği kredi kartıyla ödeyecek.

Yeniyor içiliyor, kafalar güzelleştikçe muhabbet de koyulaşıyor. Herkes biraz çakırkeyif. Hasan Cemal de…

At nalı şeklinde birleştirilmiş masaların öteki ucundan bana lâf atıyor. Biliyor ne zaman bir lâf çaksa anında benden taşı gediğine oturtan bir cevap geleceğini. Kral ile soytarısıyız biz.

- "Heey Necdet, bugünkü yazımı okudun mu? Okumamışsındır tabii. (Diğerlerine dönüyor.) Okumuyor bu benim yazılarımı. Ben onu her gün okuyorum. (Bana dönüyor.) Niye okumuyorsun oğlum yazılarımı?"

Kaşıyor gene bir şeyleri. Densizi konuşturup eğlenecek. Herkes kulak kesilmiş, ne cevap vereceğimi merak ediyor.

Ben de gençliğin ve alkolün verdiği coşkuyla hakikaten biraz densizleşiyorum. Rakıdan bir fırt alıp ağır ağır cevaplıyorum.

- "Birkaç gün önce Hikmet Feridun Es'le yapılmış bir röportaj okudum. Bilirsiniz, Hikmet Feridun Es, bir zamanların ünlü röportajcısı ve fıkra yazarı. Soruyorlar ona, 'şimdiki köşe yazarlarını nasıl buluyorsunuz' diye. O da diyor ki, benim zamanımda yazarlar araştırır, okur, o günün gelişmelerini ve doğuracağı sonuçları irdelerdi. Şimdiki yazarlara bakıyorum, o günün gazetelerinde manşete çıkmış bir haberi özetliyor, sonuna da şu cümleyi ekliyor: 'Bekleyelim görelim, bakalım neler olacak?' Be adam! Eğer ben kendim bekleyip göreceksem sen ne işe yarıyorsun?"

Kadehimden bir fırt daha çekip öldürücü darbeyi vuruyorum.

- "Bana sanki seni tarif etmiş gibi geldi."

Masada sessizlik. Korkusundan kimse gülemiyor. Bakalım o gülecek mi diye Hasan Cemal'e bakıyorum, o da gülmüyor. Şaşırıyorum. Cevabımın gerçekten de "ağır" kaçtığını anlıyor ama topu çeviremiyorum. Normalde ne söylesem alınmaz, sarı dişleriyle sevimli sevimli sırtarır. Bu kez gözleri donuklaşıyor ve başını elleri arasına alıp rakı kadehine dalıp gidiyor.

Birazdan havadaki gerginlik yerini yavaştan başlayan mırıltılara bırakıyor, masadakiler çekinerek de olsa kendi aralarında minik sohbetler başlatıyorlar. Bir tek Hasan Cemal suskun. Derinlerde. Ortamdan tümüyle kopmuş gibi.

Onu ilk kez bu kadar ciddi ve içine kapanık görüyorum.

Üzülüyorum. Keşke söylemeseydim o lâfı diyorum içimden, ama macun tüpten çıkmış bir kere. Belli ki onu en hassas noktasından vurmuşum.

On-onbeş dakika sonra gözlerini yavaş yavaş kadehinden kaldırıyor ve uyku sersemi gibi etrafına bakınmaya başlıyor. Bulunduğu yerin neresi olduğunu hatırlamaya çalışır gibi bir hali var. Benim olduğum tarafa bakmaktan özenle kaçınıyor.

Allah biliyor ya, sahiden beğenmiyorum yazarlığını. Gayet pırıltısız. Ama gene de çok hayıflanıyorum onu kırdığım için. İyi bir insan. Sempatik. Doğal. Yaptığım eşekliği tamir edecek hiç bir şey gelmiyor o an aklıma.

Onun sahiden de iyi bir insan olduğunu daha sonraki günlerde ve aylarda daha da net anlıyorum. Bana karşı en ufak bir kindarlık alâmeti göstermiyor. Gene takılıyor, gene lâfı yapıştırıyorum, gene sırtarıyor. Bazen nezaket sınırlarını zorluyor verdiğim cevaplar, kendimi "ne yapalım, onun soruş şekli de pek zarif değildi" diyerek aklıyorum.

Bu hafiften yalama ilişki, o Cumhuriyet'ten ayrılıp köşe yazarı olarak Sabah'a geçinceye kadar devam ediyor. Gazetede genel yayın müdürüyken en ufak bir kibir belirtisi göstermeyen Hasan Cemal, o tarihten sonraki karşılaşmalarımızda bana burnundan kıl aldırmayan nadan bir genel yayın müdürü gibi davranmaya başlıyor.

O an yaptığım bir şeye mi kırılıyor, yoksa eski defterler mi açılıyor, anlayamıyorum.

Nevrotiğim ya, filmi tekrar tekrar geri sarıyor ve sonsuz bir döngü içinde onu hangi davranışımla incittiğimi bulmaya çalışıyorum. Aklıma yığınla ayrıntı geliyor, aralarından hangisini seçeceğime karar veremiyorum.

Hayatımda bir kez bile birine "bana neden küstün" diye sormamış biri olarak, ona da sormuyorum tabii bu tutumunun nedenini.

O plaza uygarlığında (granitle kaplı anıt mezarlarda) zaten yollarımız kesişmiyor bir daha. Ama kulağıma geliyor dolaylı yollardan; Hasan Cemal -ve diğer Cumhuriyet çıkışlılar- benden hiç ama hiç hazzetmiyorlar.

Bir yerlerde tesadüfen karşılaştıklarımın hallerinden tavırlarından da belli oluyor bu.

Sebebini ben hariç herkes (hepsi) biliyor. O şöhret ve işret ortamlarında namevcut olduğum için, hakkımdaki hükmü tebellüğ etme şansım olmuyor pek.

Bugün

Az önceki soruyu tekrar sorayım: Ne anlama geliyor şu an bulunulan noktada Hasan Cemal'in işsiz kalması?

Benim yorumum şu: Demek ki sıra cici çocuklara gelmiş.

Meslek hayatındaki ilk önceliği pozisyonunu korumaya çalışmak olan, takaza çıkınca ya izne ayırılan ya haftalar aylar boyu sadece futbol yazan, geri kalan yazılarının bazılarında da şirket kesesinden yaptığı seyahatleri, yediklerini, içtiklerini anlatan, riskli konuları ancak sular durulduktan sonra gündemine alan, lâfı ağzının içinde eveleyip geveleyen, sadede gelemeyen, karnından konuşan, daha önce binlerce kez söylenmiş sözleri bir daha söyleyen, bugünün medyasının en güzide köşelerini kapmış olan ensesi kalın yazarlara gelmiş demek ki gözden çıkarılma sırası.

Balon yükselirken ağırlık yapan ne varsa birer ikişer atılıyor.

Açıkçası, hiç bir yazısını sonuna kadar okuma sabrını gösteremediğim Hasan Cemal'in, okumaya her yeltenişimde, mumdan yapılmış meyva gibi bir türlü çiğneyip yutamadığım, ritimden ve akıcılıktan uzak yazılarını "artık okuyamayacağım" diye hiç kaygılanmıyorum. Okumuyordum zaten.

Onun gerçekten işsiz kaldığını da düşünmüyorum. Yakında Taraf'ta ya da başka bir "dost" gazetede tekrar ortaya çıkar yirmi bir yıl önce çektirdiği beyaz gömlekli ve kravatlı pozuyla.

Çocuğun adını doğru koyalım: Hasan Cemal, kayda değer bir muhalefet yaptığı, yazılması söylenmesi cesaret isteyen keskin bir söz sarf ettiği, arı kovanına çomak soktuğu için falan değil, Başbakan'ın mutad kızgınlık nöbetlerinden birine hasbelkader tesadüf ettiği için işsiz kaldı. Haa, bir de kendisinden beklenen –ve şu ana kadar terbiyeli bir kolej öğrencisi tavrıyla harfiyen uyduğu- cici çocukluktan minik de olsa sapma gösterdiği için. Belki artık şirket yönetimi tarafından ihtiyaç fazlası addedilip envanterden düşülmesi uygun görüldüğü için de gözden çıkarılmış olabilir.

Ben bu güne kadar Tayyip Erdoğan'ın Emin Çölaşan'a ya da Yılmaz Özdil'e falan bağırıp çağırdığını hatırlamıyorum. Ama örneğin Fehmi Koru'ya, Taha Akyol'a, Ahmet Altan'a, Cengiz Çandar'a öfkelendiğini, sayıp döktüğünü gayet net hatırlıyorum. Hasan Cemal'e de en ufak eleştirisinde öfkeleniyor küplere biniyorsa, muhtemel sebep, onunla ilgili beklenti çıtasının yüksek oluşundandır. Çünkü ondan böyle menfî sözler duymaya ruhen hazır değil. Onu ve benzerlerini arkasında görmeye alışmış bir kez. Onca zaman destekleyip sonradan üslûp değiştirdiklerinde, arkadan vurulmuş gibi hissediyor olmalı.

Kendisine en fazla sövüp sayan, iftira atan, lastikli cinaslı lâflarla ve karikatürlerle aşağılayan, gıcıklığın zirvesindeki militan taifesiyle ilgilendiği yok Başbakan'ın. Onun meselesi dost bildikleriyle. "Dönekliği" hazmedemiyor. Bir zamanlar kendisine yüklü bir kredi açmış olan liberal lobinin şimdi kredi musluklarını biraz kısmış olmasını "ihanet" ve "çelme takmak" gibi algılıyor.

Sözlerim yakıcı ve yaralayıcı gelebilir. Kimse kızmasın, Hasan Cemal'i yazıyorum.

Başbakan'ın eleştiri karşısındaki hazımsızlığının bahsini açmak bile lüzumsuz.

Zurnanın zırt dediği…

Bugüne kadar sayısız medya mensubu Başbakan'ı ya da partisini ya da kurulu düzeni eleştirdi diye işinden oldu. Bir sürü gazeteci ve aydın, insanı sinirden hoplatacak derecede zırva suçlamalarla cezaevine kondu. Eeee? Ne oldu?

Burada –özür dileyerek- kendi özelime de gireceğim. Bu satırları yazan hakir de beş sene evvel, bir köşe mostrası olarak işe başladığının daha ikinci ayında, Başbakan'ı eleştiren bir yazısından dolayı, standart mekânına, işsizler kıraathanesine geri döndü. Ne oldu? O zamanlar "basın özgürlüğü" diye bir kavram henüz icat edilmemiş miydi? Sadece paşa torunları ya da seçkin kolonilerin mensupları için işleyen bu "değer" puanlamasından ayak takımına da pay düşmez mi hiç?

Şişinmeye, kendime ehemmiyet atfetmeye çalışmıyorum, ehemmiyetsizim zaten, öğrendim, sadece kayda geçsin diye bahsini ediyorum: Bundan 20 yıl önce, 1993 yılında, hani şu Kürt meselesine dokunanın yandığı, ister cumhurbaşkanı, ister kuvvet komutanı, ister iş adamı, ister medya starı olsun, gümleyip havaya uçtuğu, havadan yere çakıldığı, adapazarı şeytan üçgeninde ceset olarak zuhur ettiği, limonata içip kalp krizi geçirdiği, ayran içip karnının şiştiği o günlerde, adı sanı duyulmamış ufak bir dergide "Memet ile Memo" adında bir çizgi roman yapmıştım. Her zaman olduğu gibi gene cami duvarına işemiştim tabii ki. Ağır cezada yargılanmış, derginin kapanmasına neden olmuş, işsiz kalmış, aforoz edilmiş, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamamıştım.

Basınımızdan kaç kişi çıkıp da tek satır lâf etti bu konuda? Sıfır. Sessiz sedasız yargılandım.

Neyse ki -talihin yardımıyla- beraat ettim.

Bazı arkadaşlarım o günlerde benim de Uğur Mumcu gibi suikasta kurban gideceğimden emindiler. Beni de inandırmaya çalışıyorlardı buna.

"Merak etmeyin" diyordum, "bir şey olmaz, öldürmeye değecek kadar popüler biri değilim, onlar kurbanlarını medyatik tipler arasından seçer, benim gibi küçük balıklarla tenezzül edip uğraşmazlar."

Öldürülse gazetelerde tek sütun haber olacağı bile kuşkulu birini niye ihaleye çıkarsın ki savaş lobisi?

O tarihlerde Hasan Cemal, Sabah gazetesinin ön sayfasında gözüme ilişen yakışıklı bir gömlek markasıydı. O da tek satır yazmadı Kürtlerle ilgili bu "erken" ve gözü kara çizgi dizi hakkında. Haberi bile olmamıştır büyük ihtimalle. Olsa da niye yazacaktı ki? Beslenme zincirindeki en alt halkaydım. Hem de ukalânın tekiydim. İlgilenmeye, hakkını savunmaya değmezdim. Daha önemli işleri ve üst düzey ilişkileri vardı onun. (Hatırladığım kadarıyla korgeneral Hasan Kundakçı'nın helikopteriyle Kürdistan semalarında uçuyor, "ordumuzun teröristlere karşı kazandığı başarıları" yazıyordu o aralar.)

Zaman geçti, devran değişti, e tabii Hasan da değişti. Demokrat bir ikonaydı artık. Çok satan kitapların -kalemi tutuk ama burnu muhteşem koku alan- zamanlama gurusu yazarı. Doksanlı yıllarda o konu (savaş) satıyordu, şimdi bu konu (barış) satıyor. Ne yazsa bilmem kaç baskı yapıyor. Tuttuğu altın oluyor.

Parmak ısırtacak bir başarı hikâyesi.

Yukarıda bahsettiğim o ıvır zıvır çizgi romandan sadece bir iki yıl evvel, 1991-1992 yıllarında, Cumhuriyet gazetesinde ciddi bir kriz yaşanmıştı. Yaşı tutanlar hatırlar. Hasan Cemal ile İlhan Selçuk arasındaki bir taht kavgasıydı bu. Kavgayı demokratik yollardan kazanamayacağını anlayan İlhanlılar klanı (85 kişi) topluca istifa edip, hacizlerle sabotajlarla karalama kampanyalarıyla gazeteyi ekonomik yönden boğmuş, şirket hisselerini elinde tutan ailenin en paragöz fertlerini bu yolla kendi taraflarına çekerek yönetim kurulunda çoğunluğu ele geçirmiş, batırdıkları gazeteye bir buçuk yıl sonra muzaffer bir ordu edasıyla geri dönmüşlerdi.

O süreç, benim nazarımda Hasan Cemal'in -hadi çapsızlık demeyeyim ama- aşırı bir çekingenlik ve tutukluk sergilediği, çuvalladığı bir süreçtir. Başroldeki jön kadrosu susup sütre gerisine çekilmişken, sigortasız çalıştırılan bir figüran olarak tek başıma ortaya fırlayıp, köyün delisi gibi beterin beterine karşı isyan bayrağı açmış, memleketin en bulaşık ve en örgütlenmiş kabilesinin husumetini paratoner gibi üzerime çekmiştim.

Hala daha dolanıyor ayağıma o günlerde ekilmiş nefret tohumlarının kalıntıları.

Dedim ya, cami duvarlarına işemek bende huy haline gelmiş.

Kahramanlığımdan mı? Yooo. Kaçıklık alâmeti mi? Sanmam. Belki gözümün gördüğünü aklımın erdiğini kendime saklamayı vicdanıma yediremediğim için, belki lüzumsuz çıkıntılıktan, belki despotluğu ve dalavereyi gördüğüm her yerde kafa derimi kaşıntı basmasından…

Her badireyi, üzerimin çizilmesini, ilâ nihaye işsiz kalmayı, manevî anlamda linç edilmeyi, belki kim vurduya getirilmeyi göze almış, rakiplerinin şerriyle pısıp paralize olan ve gazeteyi –ve krizi- yönetecek yerde odasına kapanıp elinde tükenmez kalem, çoktan toprak olmuş Nadir Nadi'ye çocuksu bir dille, "valla değişmedik, biz hâlâ aynı yolun yolcusuyuz, ilhan abiye söyle de bize bi şey yapmasın nadir bey" mealinde mektuplar yazıp köşesinde yayınlayan, ölüden şefaat dilenerek pozisyonunu elde tutmaya çalışan Hasan efendinin de hukukunu savunmayı kendime vazife edinmiştim.

Tehlike anlarında düşük profil çizme, belâyı kendimden uzak tutma konusunda hep başarısız oldum. Ama pişman değilim. Gene olsa gene öyle yaparım. O süreçte yazıp çizdiğim söylediğim her şey, zaten boynumun borcuydu, kahramanlık olsun diye yapılmış değildi hiç biri. Kişiye özel de değildi. Şahsi meselem de değildi. Herhangi bir hesabım da yoktu. Şirket yönetimi tepişti, arada biz ecirler telef olduk.

Öyle bir süreçte dış kapının mandalı, tavşanın suyunun suyu sayılabilecek bir çizer parçası olarak bu meseleyi sahiplenip yüksek sesle itirazlarımı dillendirirken, asıl itiraz etmesi gerekenlerin, o kavgayı başlatanların, neden susup bir köşeye sindikleri ve her şey olup bitip toz duman durulduktan sonra ortaya feylesof edasıyla çıkıp parsa toplamaya giriştikleri, bu meseleleri kaleme almak için neden ille de ortamın sütliman olmasını bekledikleridir asıl sorgulanması gereken şey.

Sorgulayacak adamlar nerede? Hani?

Sanırım yarısı tvitırda yarısı feysbuukta, sırt sırta, yanak yanağa, eyleşiyorlar. İyi eğlenceler hepsine.

Tüm gazeteciler eşittir; bazıları daha eşittir

Kimse kızmasın, Hasan Cemal'i yazıyorum. Benim gözümde Hasan Cemal dün olduğu gibi bugün de lâtif ve zararsız bir vitrin mankenidir. Başbakan'la medya aristokrasisi arasındaki bu halı saha maçı ise âlâsından soap opera.

Ama yiğidi öldür hakkını teslim et. "Kürtler" kitabının girişindeki Diyarbakır Cezaevinin anlatıldığı bölüm değerlidir. Yukarıda bahsi geçen Memet ile Memo öyküsünden 10 yıl sonra, savaşın hızı kesilip de savaşan şahinler istirahate çekildiğinde yazılmış olsa ve o tarihlerde artık bunları yazabilmek pek fazla cesaret gerektirmese bile, madem yazıldı, başımın üstünde yeri var. Futbol yazısı yazmaktan kat kat daha değerlidir. Kutluyorum.

Özel olarak belirtmeme gerek yoktur her halde, Hasan Cemal'e düşmanlık, antipati, garez beslemiyorum. Kişisel olarak severim. Bunu birçok kez birçok yerde söyledim. Bir sürü insan -eğer hatırlıyorlarsa- tanıklık edebilir. Onun beni sevdiğini ise, pek sanmıyorum. (Bunda özel bir sebep aranmamalı. Normal. Bir insanın, hele gazeteciyse, hele ki meslek yaşamı "temkinli olmak" gibi bir prensip üzerine kuruluysa, benim gibi birine ısınabilmek için epeyce kalori yakması lâzım.)

Ben bugün de hâlâ sever, değer veririm ona. En azından darbecilikten demokratlığa giden yolda epeyce mesafe kat etmiş ve kendi geçmişinin özeleştirisini rötarlı da olsa yapmış olmasını kayda değer bulurum Hasan Cemal'in. Ellisinden sonra muhabirliğe başlamasını, kalkıp defalarca Kürdistan'a gitmesini de.

Şunlar da var: Yirmi bir yıl önce onun tahttan indirilişi sırasında ortaya saçılan kepazelikler silsilesine sessiz kalmamak adına, gazetenin yeni muktedirleriyle hesaplaşmaya giriştiğim için Cumhuriyet'ten şutlandığımdan bir süre sonra, telefonla arayıp, pardon, önce İsmet Berkan'a aratıp, Sabah'ın iş teklifini iletmişti. On iki yıl önce de internette ortaya çıkışım vesilesiyle bazı gazetelerde haber olunca da bir kez daha aramış ve "Milliyet'te çalışmak ister misin?" diye sormuştu. Bunlar iyiliktir, unutamam.

Ama bir şöhretler karmasına odaklanıp, demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü gibi temel meseleleri sadece onların dar çevrelerinde olup bitenlerle ölçmem. Bu kastlara bölünmüş medya düzeninde mütemadiyen birbirlerini yağlayıp cilalayan kulüpçü seçkinlerin vaaz ettiklerine de prim vermem. Hasan Cemal'i kişisel olarak sempatik bulmak başka, kamusal alana ait konu başlıklarını onun hikâyesine indirgemek başka. Böylesine "sen, ben, bizim oğlan" düzeni denir.

İnsan sormadan edemiyor: Bu memlekette basın özgürlüğü daha önce vardı da Hasan Cemal'in Milliyet'ten gitmesiyle mi ortadan kalktı? Bir gazete çalışanının yazıp çizdiklerinin sansür edilmesi, köşesinin bir anda buharlaşıp kaybolması ilk kez mi vuku buluyor Türkiye'de? Bu çift standartlılık ve adam kayırmacılık düzeninde bizi nasıl inandıracaklar sahiden erdemli ve ilkeli insanlar olduklarına? Özgürlük ve saygınlık bu hazretlerin üzerine mi zimmetli? Babadan oğula intikal eden bir veraset midir demokrasi havariliği? Ele geçirdikleri köşelere 50 yıl 60 yıl mıh gibi saplanıp, yerinden kımıldamamak için her türlü ödünü vermeye hazır olan, bukalemun gibi dönemden döneme renk değiştirip, daha evvel söylediklerini gargaraya getiren, kıymetleri o köşelerde edindikleri kıdemle ve eklemlendikleri ağın etkinliğiyle ölçülen bir medya oligarşisine tanınmış imtiyaz mıdır basın özgürlüğü?

Gördüğünü ve kamuoyuna bildirmekle yükümlü olduğunu cesaretle söyleyenler sapır sapır dökülürken, bu ağır abiler kaç tane yazı kaleme aldılar tırpanlanan o basın emekçilerinin çiğnenen hukukunu savunmak için? Şimdi biz neden onlardan biri saltanatından bir süreliğine koparıldığında, kendimizi bu riyakâr velvelenin bir parçası yapalım?

* * *

Neyse… Biraz sabır… Bekleyelim, görelim… Şöyle 10 yıl daha geçsin, Tayyip Erdoğan ve partisi bir şekilde çaptan –ya da gözden- düşsün, tehlikenin bertaraf edildiğinden ve yazılanlardan dolayı bedel ödeme riski ortadan kalktığından emin olalım, inanıyorum ki Hasan Cemal zulasından ytong kalınlığında bir kitap daha çıkarır. O kitap da onbeş yirmi baskı yapar. Biz çıkarız kerevetine.

Yenge de reklam dünyasının duayenlerinden zaten. Markanın satmaması gibi bir durum ihtimal dışı.

Kitabın adını şimdiden bir yere not edebiliriz:"Ben vitrinde olmayı çok sevmiştim…"

Aşk, ihanet, ihtiras, hepsi bu romanda…

Yorumlar

Bir kaç sene önce Ayşe Nur Arslan'ın radikal iki de yazdığı basındaki yaşadıklarını hatırlatı bana.

Daha çok yazması gerekenler olmalı bence. Çok güzel anlatmış Neçdet Şen. Kalemin tükenmesin.

Celâl Gün - 22 Mart 2013 (12:39)

Tüm kaygı "Ben artık eskisi kadar çok para kazanamayacak mıyım?" kaygısıdır. Yoksa fikirleri söylemek hiç olmadığı kadar kolaylaşıyor. Artık gazetelere, kitaplara ihtiyacınız yok. Bir blog açıyorsunuz. Özgün bir düşünceniz varsa yazıyorsunuz. İnsanların sizi okumasını bekliyorsunuz. Çok sayıda insan okursa bir miktar para bile kazanabilirsiniz.

Yok "Ben fikirlerimi yüksek fiyatla satmak istiyorum" diyorsanız, uğraşın; belki başarırsınız. Başaramayınca "Özgürlüğümüz elden gidiyor" yalanının arkasına saklanmayın. Giden özgürlüğünüz değil paranızdır.

Levent Yaycı - 23 Mart 2013 (00:38)

Geleneksel medya devletin asli unsurlarından biridir. O nedenle de medyadaki üst düzey yöneticiler ve köşe yazarları eliti, devlet ricaliyle bire bir muhatap olabilen, aracısız telefonlaşabilen, gerek duyduğunda onları baskı altına alabilen, çekip çekiştirebilen bir konumdadır.

Bu da onları bireysel çaplarını fazlasıyla aşan bir oranda KUDRET sahibi yapar.

Medya starı sadece yukarıdaki, yorumda -isabetli bir tespit olarak- belirtilen, fikirlerini PARA ile satma lüksünün yanı sıra, bu orantısız kudretin de bağımlısıdır.

Her biri kendi küçük krallığının kaydı hayat şartıyla tahta oturmuş kralıdır ve bu tahtı yaşadıkları sürece terk etmek istemezler.

İşte bu durum da medyayı en açık sözlülerin en kısa zamanda saf dışı kaldığı, en hırslıların ve en aç gözlülerin kıçlarını kollaya kollaya en üst basamaklara kadar tırmanabildiği ve orada en uzun süre düşmeden durabildiği bir cambazhane yapar.

Okur kitlesi olarak çoğumuzun yaptığı, bu cambazlara alkış tutmaktan ibarettir.

Çapaktan tozdan gübürden arınmış bir aklın şu soruyu sorması ve kolayına kaçmadan yanıt araması gerekir:

Bundan 11-12 yıl önce Geocities'de kişisel blog açtığımda, adeta röportaj kuyruğuna giren ve hani neredeyse "efsane geri döndü" türünden yayınlarla ismimi ve imajımı parlatmaya girişen, kedim öldüğünde bile tam sayfaya yakın haber yapan medya… O kişisel blogu okur mektuplarından yeni yazarlar bulup çıkarttığım ve kendimi elimden geldiği kadar arka plana çektiğim bu "yalnız ve onurlu" web sitesinden 12 yıl boyunca neden tek satır olsun söz etmez?

Olası cevaplardan biri, Derkenar içeriğinin (en azından benim yazılarımın) kendi abdurrahman çelebiliklerini ve tamahkârlıklarını görünür kılan bir tür turnusol olduğunu bal gibi biliyor oluşları olabilir mi?

80'li yıllarda yanımdan her geçişinde "oğluum, Özal'ı çiz Özal'ı, şimdi en çok o satıyor" diyen Hasan Cemal'in, bugün işsiz kalmasına rağmen, yeni aldığı teknesiyle Akdeniz'e açılmak yerine, apar topar Kandil'e seğirtip Murat Karayılan'la söyleşi yapmasının sebebi ne olabilir diye bir düşünelim meselâ?

a) Gazetecilik aşkı,
b) Her ahval ve şeraitte "trend-topic" olma bağımlılığı.

Bir de "c" şıkkı yazacaktım ama aklıma başka şey gelmedi.

Necdet Şen - 24 Mart 2013 (13:08)

Bu köşe yazarlığı denilen işin basbayağı kadrolu ve tam zamanlı bir meslek olması bana tuhaf geliyor. Her gazeteyi açtığımızda karşımızda boncuk gibi dizilen bu adamlar ve kadınlar haftanın beş altı günü yazacak şeyi nereden buluyorlar onu da anlamış değilim.

Bu işi hakkıyla yapan az sayıda kişiyi kenara ayırırsak ekserisi adeta pop star edasıyla çalışıyor. Kendilerinden her gün yazı bekleyen, hatta zaman zaman belli konularda yazması için istekte bulunan hayran kitleleri bile var.

Necdet Şen pek güzel söylemiş, ortada basın yok ki özgürlüğü olsun. Gazetecilikten anladıkları, Reuters'ın ya da Anadolu Ajansı'nın geçtiği haberleri olduğu gibi kopyalayıp yapıştırmak, kalanını da reklamlar ve köşe yazarlarıyla doldurmaktan ibaret. Köşe yazarlığını –yine bir genellemeyle- aynı olumlu ya da olumsuz fikirleri döndürüp dolaştırıp, her gün aynı tekdüzelikle hedef aldıkları şeyin üstüne boca etmek olarak görüyorlar. Birini bitirip yenisini başlattıkları çadır kavgalarında arada yedikleri yumruklarıysa fikir özgürlüğüne vurulan darbe şeklinde insanlara okutmaya çalışıyorlar.

Bunları demişken konuya ilişkin aklı başında bir köşe yazısını paylaşmak isterim:

Basın özgürlüğü kavgamızın inandırıcılık sorunu - Alper Görmüş

Yalçın Şahin - 26 Mart 2013 (15:24)

Hatırlatmama gerek yoktur sanırım, bu tartışma Hasan Cemal'i sarakaya almak ya da Milliyet'teki köşesinden ayrılmak zorunda kalışını önemsizleştirmek için kaleme alınmadı.

Ama medyadaki çürümeyi, borazanlaşmayı, nalıncı keseri gibi hep kendine yontmayı, artık standart hale gelmiş bulunan yamanmış (embedded) gazeteciliği, Hasan Cemal'in kişisel "mağduriyet" hikâyesine indirgeyip, onu putlaştırmayı da abes ve riyakâr buluyorum.

Bu putlaştırmanın ardından uç veren tiraj, reyting, page-view hesapları da -zannettikleri gibi- gözden kaçmıyor, benden söylemesi.

Hem o kokuşmuş çöplüğün içinde eşelenip hem de aynı çöplükte eşelenen diğer kargalara "gazetecilik" dersi vermeye çalışanlara diyorum ki: Yemezler…

Sevsinler sizin -her yerinden "körpe avrat eti" fışkıran- imaj galerilerinizi…

Necdet Şen - 28 Mart 2013 (11:15)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

80
Derkenar'da     Google'da   ARA