Patronsuz Medya

Sahibinden, Musallat Rüyalar

Necdet Şen - 13 Nisan 2009  


Deliksiz bir uykunun ardından uyandığımda, gördüğüm rüyaları pek hatırlayamıyorum. Çok da hevesli değilim zaten hatırlamaya. Hatta öyle zamanlarda "oh ne alâ, demek ki rahat bir uyku uyumuşum" diye seviniyorum.

Kıymetini bilen için bulunmaz zenginliktir rüyasız derin bir uyku. Bunun ne demek olduğunu en çok da benim gibi uykusunun ilerleyen safhalarında bunalmaya ve gudubet gudubet rüyalar görmeye başlayanlar bilir.

Gece boyunca bir o tarafa bir bu tarafa dönüp dura dura hafakanlar basaraktan ve bade süzerekten uyuduğum öyle zamanlarda, ardı arkası kesilmeyen ve mantıksızca birbirine bağlanan rüyalarla boğuşarak sabahı dar ettiğimin daha uyurken bile farkına varıyorum.

Üzerime taş gibi çökmüş olan uykunun ağırlığından kurtulup kendimi yataktan dışarıya atsam ya. Ne mümkün? Kırk yılda bir becerip kalkabilsem bile içim uyumaya devam ediyor; yatağa geri dönüyorum.

Öyle gecelerin sonunda saat çalıp da uyandığımda, uyku boyunca bir sağa bir sola dönüp durmaktan altımdaki çarşafın neredeyse yataktan sıyrılmış ortada toplanmış olduğunu görüyorum.

Bazı bazı 9 kiloluk kedi azmanı kuyruklu şişkom Hokkabaz'ı karnımın üstüne yerleşmiş "kayıntı ne zaman" diye soran gözlerle bana bakarken buluyorum.

Benden önce uyanabilmişse eğer, yüzümdeki ifadeyi kaygıyla izlemekte olan yarim, "gene sıkıntılı bir rüya mı gördün" diye soruyor.

"Evet" diyorum somurtuk bir suratla.

Belki gece tıkındığım abur cubur, belki uyuduğum odanın sabaha karşı ağırlaşan havası, belki yatay vaziyete geçtiğimde tıkanan burnum, belki falsolu yatmaktan kaynaklanan baş ağrısı, belki sivrisinekler, belki üstümdeki yorgan, belki sabahın köründe elektrik süpürgesiyle evi süpüren yan komşu, belki yakınlarda bir yerde duvar kıran ustalar, uykumun son bir iki saatini piç etmiş olabiliyorlar. Bu durumda zihnimde devridaim motoru gibi hiç bir yere varamadan tekrarlanıp duran o gıcık rüyalarla bunalarak ve uyurken bile bunaldığımın farkında olarak ama yine de uyanmayı başaramıyarak çekiyorum o çileyi.

Sabahleyin yataktan dayak yemiş gibi kalkıyorum. Afyonum bir türlü patlamıyor. İlk birkaç saat boyunca ekşi bir suratla ve kafamın içinde devam eden kavgayla etrafta dolanıyor, rüyada huzurumu kaçıran kişilerin yuvasını yapıp duruyorum.

Vay haline o esnada karşıma dikilenin! Sorulan soruları nalet nalet cevaplıyorum.

Neyse ki çok sık olmuyor bu tatsız durum.

* * *

Herhalde başka insanların da arada bir nükseden bu tip mendabur rüyaları vardır. Zaten ilk gördüğünde sinir olmuşsundur. Matah bir şeymiş gibi, bir süre sonra yeniden ziyaret eder. Sonra gene… Belki bir süre ortalarda görünmez, bitti sanırsın; sonra bir daha çıkar gelir.

Muhtemelen zamanında altında ezildiğin, içine oturmuş, bilinç altına çöreklenmiş, silinip gitmemekte ısrar eden tatsız hatıralarının bakiyesidir bu tortular. Belki kızdığın ve affedemediğin kişiler rüyalarında musallat oluyordur. Belki özlediklerin ve kavuşamadıkların. Belki pişmanlıkların. Belki tırnak kadar çocukken içine yer etmiş korkular. Gizli gizli kanamaya devam eden yaralar. Belki "alâkaya çay demle" kabilinden deli saçmaları. Belki kapatmayı başaramadığın televizyondan beynine doluşan onca kuru gürültü.

Şöyle bir toparlamaya çalışıyorum da, bu zamana kadar gördüklerim arasında en çok tekrarlanan ve "pest of" payesini hak eden mükerrer rüyalarım hangileridir diye, neler gelmiyor ki aklıma?

* * *

Hayatım boyunca en sık gördüğüm, hatta seyrekleşerek de olsa halen görmeyi sürdürdüğüm en hoş rüyayı, yani boşlukta yüzermiş gibi bir rahatlıkla uçma ve diğer insanların bunu nasıl olup da beceremediğine şaşıp kalma halimi konunun dışında bırakıyorum.

İlik gibi bir üftadeyi tam kertecekken (ya da ucundan kıyısından başlamışken) uyanma ya da başka bir rüyaya yatay geçiş yapma talihsizliğini de "kategori dışı" diye es geçiyorum.

Nefis yiyeceklerle dolu bir sofranın başına kadar gelip türlü çeşitli sebeplerle tadına bakamayışımı da. (Gündüz ülkesinde aç açık değiliz, şükür. Kendim pişirir kendim yerim uyandığımda.)

* * *

Hatırlayabildiğim ilk ve en eski musallat rüya, ergenlik çağımdan kalma. Yer, Tirebolu. Çarşıda yürüyorum. Fakat ilginçtir, çarşının hep aynı noktasında oluyorum bu rüyalarda. Sanki aynı sahnenin tekrarları gibi. Bu rüyalarda nedense belden altım sivil. Malûm arkadaş, kâh bayrak direği gibi 50 derece açıyla gittiğim yöne dönük, kâh mahçubiyetten boynu bükük. Herkesin gözü orada (ve herkesin yüzünde ayıplayan bir ifade).

Yahu ne yapayım? Kasten fora etmedik ya. Rüya bu. Sadece benim seçtiğim üftadelerin görmesine izin vereceğim hususi bir hediyenin sokakta rastladığım olur olmaz kişilerin seyrine açık olmasından ben hicap duymuyor muyum sanki? Elimden bir şey gelmiyor ki. Sıkılıyor, mahçup oluyorum ama ne kaçıp saklanacak bir yer ne de örtünecek incir yaprağı var.

Utandığını belli etsen erkek milletinin dilinden kurtulamazsın. Pişkinliğe veriyor, o halimle çarşıyı boydan boya arşınlamaya devam ediyorum.

Sanırım onlu yaşlarım boyunca birçok kez gördüm bu rüyayı. Yirmili yaşlarımda da. Otuzlu kırklı yaşlarımda da… Sanırım. Özellikle ilk görmeye başladığım yıllarda, birçok kez sabahları utanarak uyandığımı ve saatlerce insanlardan gözlerimi kaçırarak ortalıkta dolandığımı hatırlıyorum.

Bu rüyaların ne zaman bittiğini ise hatırlayamıyorum. Sahiden bitti mi, ondan da pek emin değilim. Sanırım seyrekleşerek de olsa halen devam ediyor.

Eşek kadar herif oldum ama hâlâ utanıyorum. Rüyada yani.

* * *

Sanırım kronolojik olarak en sık tekrarlanan bir sonraki bunaltıcı rüyam, öğrencilik yıllarımla ilgili olanı.

Lisedeyim. Sabah erkenden kalkmış okula gidiyorum. Ama ayaklarım ters yöne çekiyor. Bahar gelmiş. Dallarda çiçekler. Sadece dallar mı, içim de çiçeklenmiş. Canım okula gitmek, tebeşir gıcırtısı dinlemek istemiyor. Zaten yanıma ders kitabı da almamışım. Ders programı desen, zaten hiç yok. Turist gibi gidip geliyorum. Sırf sevdiğim kızı üç beş metre uzaktan da olsa görmek için. Bazen kitapların tümünü bir kemerle balya yapıp sırtıma vuruyor öyle gidiyorum, lâzım olanı içinden seçmek için. Bazen de elimde kitap namına tek bir şey bulunuyor; Kafka'nın ya da Steinbeck'in bir romanı ya da Lenin'den Engels'den Nazım'dan bir şeyler. Öğretmenler durumumu sormak için okula gelen anneme "Terbiyeli bir çocuk. Seviyoruz. Ama derslerle hiç ilgisi yok. Okula bile kâh uğruyor kâh uğramıyor" diyorlar.

Yok, hayır, bunlar gerçek hayatta olanlar. Rüyadaki durum bunun intikamı gibi biraz.

Yarım bırakılan her şey gibi bu da bilinç altımdaki eza cefa listesine eklenmiş olmalı ki, yıldan yıla seyrekleşerek de olsa halen rüyalarımda öğrenci olduğumu görebiliyorum.

Aradan asırlar geçmiş, ak saçlı adam olmuşum, ama bir türlü liseden mezun olamamışım. Sınıf arkadaşlarım torunum yaşında. Aralarında kendimi kelaynak gibi hissediyorum. Sınav var ama ben hazırlanmamışım. Aynen gerçek hayatta olduğu gibi, rüyada da derslere hiç ilgim kalmamış. Sınıfta anlatılanlar zerrece ilgimi çekmiyor. Vakit kaybı. Herkes inek inek ezber yaparken benim aklım sokaklarda ve müfredat programında yer almayan "cısss" kitaplarda. O cenderede olmak istemiyorum. Ama bunu açıkça ifade de edemiyorum.

Nihayet, uzun süre kıvrandıktan sonra "teperim lan mektebinizi" demeyi başarıyor ve atıyorum kendimi dışarı. Rahatlıyorum.

Gerçekte olana çok benziyor ya, belki o nedenle bu kadar kasvetli.

Ama çoğu zaman (rüyalarımda) okula rest çekmeyi beceremiyorum. Göğsümde bir daralma, tam boğulmak üzereyken zor şer uyanıyorum.

Uyanınca ilk işim derin derin nefes almak ve artık okulla, müfredatla, asabı bozuk öğretmenlerle, yasak yayın tırnak kravat uzun saç muayenesiyle falan hiç bir işimin kalmadığını kendime hatırlatmak oluyor.

* * *

Bir sonraki bunaltıcı rüyamda da kendimi bölüğün birinde er olarak "vatanî görev" yaparken buluyorum. Şimdiki yaşımdayım ama ne zaman olduğunu kestiremediğim muğlâk bir zamanda geçiyor rüya. Rahat hazırol tüfek omza paspas şınav nöbet ve bütün diğer bildik zırıltı. Orada olmayı, o berbat işleri yapmayı hiç istemiyorum.

Askerlik süremin bitmesine çok az bir zaman kala jetonum düşüyor. "Yahu" diyorum, "ben bunu zaten yapmamış mıydım taa yetmişli yılların ortasında? Neden aynı rezilliğin bir kez daha dayatılmasına kuzu kuzu boyun eğiyorum ki?"

Bir yetkili şahıs bulup, "ben askerliğimi vakti zamanında yapmıştım, bir yanlışlık oldu her halde, bırakın gideyim" demek geliyor aklıma. Ama o kişiyi bulana kadar bilmem kaç tane tel örgü ve nizamiyeden geçmek, bir tabur lâftan anlamaz takozla cebelleşmek zorunda kalıyorum. Bir türlü içinden çıkamadığım bir bataklık tarafından yutulur gibi, kendi ülkemin ordusu tarafından tutsak ediliyor, kaçıp kurtulamıyorum.

Bu ikinci askerlikten terhis olmayı başaramadan uyanıyorum her seferinde. Gene derin derin nefes alıyor ve "aman, neyse, rüyaymış" diyorum.

* * *

Bir sonraki ve en çok tekrarlanan bunaltıcı rüyam, çizgi romancılık yıllarımla ilgili.

Belki Cumhuriyet'te, belki Hürriyet'te, belki cehennemin dibindeyim (son aylarda listeye Star da eklendi.) Gün be gün devam eden bir tefrikayı aksatmadan sürdürmek zorundayım. Ama içimde artık zerre kadar istek kalmamış. Bıkmışım, yorulmuşum, bu zaruretten ikrah etmişim. Ya hiç uğramıyorum gazeteye ya da kırk yılda bir uğruyorum. Kendimi zorlayarak üç beş günlük, belki bir haftalık falan çizip yedeklemişim bir ara, onları bırakmışım ve aradan kim bilir ne zaman geçmiş. O yedekler çoktaaan yayınlanıp bitmiş. Daha sonraki günler artık köşe boş mu çıkmış ne olmuşsa onu bilmiyorum. Kimse net bir şey söylemiyor. Kimse zahmet edip de bana haber bile vermemiş "verdiğin yedekler bitti" diye.

Kendimi ciddiyetsiz bir adam gibi hissediyorum. Ötekilerse sırtlan gibi. Bunalıyorum. İçim sıkışıyor.

Rüya işte, benim dışımdaki herkesin gayet doğal karşıladığı bir lâçkalık, gazetenin günlük rutini olarak devam edip gidiyor.

"Böyle yürümez ki, kâh çiz kâh çizme, hem okura hem de yaptığım işe saygısızlık bu, hiç tadı yok, en iyisi hepten bırakayım, çok daha iyi olur" diyorum içimden. Ama dolanıyor dolanıyor işi bıraktığımı söyleyecek bir tek yetkili bulamıyorum.

Göğüs kafesimde derin bir sıkıntı, bir çıkış yolu arayarak dolanıp duruyorum binanın koridorlarında. Koridorlar ben dolandıkça çoğalıyor karmaşıklaşıyor, lâbirentten beter oluyor.

Gazetedeki yöneticiler arada bir rastladığımda "çiz çiz" diye ısrar ediyor. Ama aynı zamanda gayet soğuk ve düşmansı bir ortam. İnsanlar hep değişmiş. Tanıdığım sevdiğim kimse kalmamış. Kendi odamı bulamıyorum. Bulsam da bakıyorum ki şekli şemaili farklı. Masamı dolabımı başkaları kapmış. Domuz gibi bakıyor yeni çalışanlar. Kendimi dışlanmış hissediyorum. Binayı bile tanıyamıyorum artık. Müdürler de farklı sekreterler de. Asansörler ve koridorlar artık başka yerlerde. Aradıkça daha da fazla kayboluyorum o lâbirentte.

Bakıyorum ki bu gazete eskiden çalıştığım, kısmen de olsa kanıksadığım o gazete değil artık. Başka bir yer. Kendimi dışarı atmak, kaçıp gitmek istiyorum. Ama bina öyle Allah'ın cezası bir semtte ki, beni şehir merkezine bırakacak vesait yok. Ya da gecenin çok geç bir saati, sabahı beklemek zorundayım. Arabam desen, bazen var bazen yok. Olduğu zaman da ya otoparkta bulamıyorum ya benzini bitiyor ya lastiği patlıyor ya çalınmış…

Tutsak gibiyim o istemediğim yerde. Her nerede ve hangi zamanda isem, sıkışmış, mahsur kalmışım. Kaçıp kurtulamıyorum. Her seferinde başka bir engel çıkıyor. Gitmek için didinirken kendimi bir kez daha tanımadığım bir yerlerde buluyorum.

Zaten bu rüyaların temel şablonu hep aynı: Tantalos işkencesi gibi bir ulaşamama hali. Kesintisiz bir tekrar döngüsü. Bir yere gideceksen gidememe, bir şey söyleyeceksen söyleyememe, birini arıyorsan bulamama, başladığın hiç bir işi tamamlayamama, bla bla bla… Bir tür kapana kısılma ya da arafta kalma hali yani.

* * *

Bunun başka bir çeşitlemesi daha var: Tatile çıkmışım. Güney kıyılarında bir yerlerdeyim üç beş günlüğüne. Ama çizgi romanım ben tatildeyken de kesintisiz yayınlanmak zorunda. Gazeteye bıraktığım yedekler bitmiş. Ya yenilerini çizip, faks maks kargo margo bir şeyler bulup acilen göndermem ya da tatili yarıda kesip geri dönmem ve hikâyenin devamını çizmem gerekiyor. Fakat ne faks ne kargo ne de beni İstanbul'a geri götürecek bir otobüs var. Zaten canım da istemiyor. Çaresizlik içinde oradan oraya koşuşturuyor, bir çözüm bulmaya uğraşıyorum.

Bu rüyaları görürken içim daralıyor. Ya da uyurken ne zaman içim daralsa, bu anılar rüya olarak geri geliyor.

Gerçek hayatta da öyle olurdu aslında, belki ondan.

"Dünyanın sonu mu, aksarsa aksasın ulan köşen, senin mutluluğundan daha mı önemli" demek "uyanık" hayatımda olduğu gibi, rüyalarımda da aklıma hiç gelmiyor. Günlük gazetede yılın 365 günü bir gün bile ara vermeden çizgi roman yapma işkencesi uykularımda tekrar tekrar ziyaret ediyor.

Her nasılsa, daralma ve boğulma duygusuyla gazete çizerliği bilinç altımda üst üste çakışmış. Bunu rüyalarımdaki bıktırıcı tekrarlardan anlıyorum.

* * *

Aynı konuyla kısmen bağlantılı bir başka müzmin kâbusum daha var. Onu da anlatıp bitireyim de, bu yazdıklarımı hâlâ okuyan sabırlı insanlara güpe gündüz kâbus gördürme işi daha fazla uzamasın.

Güya birileri Hızlı Gazeteci'yi sinema filmi ya da televizyon dizisi yapmak için benimle ilişki kurmuş. Ben de sanırım "peki" demişim. Görüşüyoruz. Belki Hızlı rolünü oynayacak aktörü seçiyoruz. Ya da belki senaryo üzerinde çalışıyoruz.

Fakat bu kişiler, nasıl derler, epeyce dallama. En olmayacak aktörü "Hızlı'yı bu oynasın" diye dayatıyorlar. Kibarca "olmaz" diyorum. Ama lâftan anlayacak tiplere benzemiyorlar. Abuk sabuk lâfazanlıklarla, bin dereden su getirerek, çocuk kandırır gibi kandırmaya, kündeye getirmeye çalışıyorlar. Kabul edemeyeceğim isteklerde bulunuyor, sürekli fikir değiştiriyor, saçmalayıp duruyorlar.

Kızgınlık içinde uyanıyorum. Uyandıktan sonra da hızımı alamayıp, sıçıp sıvamaya devam ediyorum o çakallara.

Bazen de uyanamıyorum. Ya da kısa bir süre uyanıp yine uykuya dalıyorum. Ve dizi film gibi kaldığı yerden devam ediyor bu dizi film rüyası. Herifler hem kene gibi yapışıyor hem de her konuda kaprisli davranıyorlar. Bu işin asla ve kat'a olmayacağına çoktan kanaat getirmişim de, gel bunu o çapulculara anlat. Başımdan def edemiyorum bir türlü. Hem çok ısrarcı hem de feci şekilde madrabazlar.

Bu da aşağı yukarı gerçek hayattakinin tıpkısı. Tek fark, rüyalarımda onlara bir türlü "sittirin gidin" diyemeyişim.

Yazarken bile sinirlendim bak şimdi.

Çoğu insanın aksine, gerçek hayatta tereddütsüz çekebildiğim restleri o rüyalarda nedense bir türlü çekemiyorum. O yüzden bunlara kâbus demek gerekiyor her halde.

* * *

Niye anlattım ben şimdi bunları durup dururken?

Bu sabah da, uyanmama yakın, önce gazete rüyasını, ardından bir de dizi filmciler rüyasını bilmem kaçıncı kez görünce tepemin tası fena attı. Bu rüyaların bir tanesine bile tahammül edemezken ikisini birden arka arkaya görmek bünyeme ağır gelmiş olmalı. Uyandıktan sonra da sıçıp sıvamaya devam ettim bir zaman.

Belli ki suratım bir karış. Kahvaltı sofrasında üftade "hayrola, bu kez hangisini gördün" diye sordu.

Anlattım.

"Sen bunları yaz en iyisi" dedi. "Belki huzur bulursun."

Huzur mu? Ne hoş kelime. Bulur muyum sahiden? Yazsam mı?

Zaten ne zamandan beri "şunları yazayım da çıksın dışarı" diyordum. Bu kez üşenmedim, oturdum, yazdım.

Bilemiyorum, börkeneğimdeki birikmiş safrayı boşaltabildim mi yeterince.

Açıklık iyidir.

Ama bitmedi. Üç beş lâfım daha var gördüğüm şu son iki rüyaya dair. Rüya yorumlamaya meraklı zamane kâhinlerini eksik bilgilendirmek olmaz.

* * *

Mürekkep, ciğer, çelme…

Zaman zaman çizgi romanı neden bıraktığıma dair minik malûmat kırıntıları serpiştiriyorum ya ormandaki patikalara… Bu anlatı da onlardan biriydi işte.

Magazin olsun diye değil tabii ki, benden sonra da o yollardan geçeceklere karınca kararınca yol haritası olsun diye.

Ama bir yandan da aklımın kıyıcığında dürtükleyip, dikkat et biraderim, kelimelerini ölçe biçe sal ortalığa, zaman kötü zaman, senin sözlerini "pilim bitti, ciğerim söküldü" biçiminde algılayacak -ya da öyle algılamaktan medet umabilecek- dahilî ve haricî yavşaklar çıkabilir diyorum.

O Babıalî ve İkitelli batağının içinden geçmiş ve tıynetsizlik değirmeninde öğütülememiş biri olarak, kendiliğinden bırakıp gidenlerin gidemeyenleri nasıl rahatsız ettiğini yakînen bilenlerdenim. Bu köşe kuklalarının oturtuldukları rahat koltuklara ve bahşedilmiş imtiyazlarına nasıl arsızca yapıştıklarını, bu uğurda nasıl yüzsüzleştiklerini, nasıl bulaşıklaştıklarını defalarca anlattım zaten.

Eğer geçtiğim yollara serptiğim onca kırıntıyı "çizgi romandan ikrah etmek" biçiminde algılayanlar olduysa, o yazıları üşenmeyip bir daha okumalarını öneririm.

Ben aslında çizgi romana küsmedim. İnsan hiç çocukluk aşkına küser mi?

Peki ya ne o zaman vehbinin kerrakesi eğer küskünlük değilse?

* * *

Yazar yazıdan, çizer çizgiden, romancı romandan, şair şiirden, müzisyen müzikten öyle kolay kolay ikrah etmez. Tam tersine, öyle bir lezzetli iştir ki bu, içine gömüldükçe daha da derununa batasın gelir.

Çizgi roman ya da yazı, tek başına renkli sinemaskop gündüz rüyaları gördürebilme becerisidir. Bu beceriyle haşır neşir olurken kendini nirvanaya yakın hissedersin. Aşktır bu. Her iki anlamıyla da.

Ama bazen en büyük aşkları bile imkânsız aşka dönüştüren yapısal bozukluklara toslar kişi.

Eğer soysuzluğun, çapsızlığın, kıskançlığın, adam kayırmanın, çelmelemenin, arsızlığın, aç gözlülüğün, omurgasızlığın meslekî normale dönüştüğü ortamlarda işini aşkla ve özveriyle yapanlardansan, büyük acılar çektirirler adama, bilesin.

Bizim matbuat, yazarı yazıya, çizeri çizgiye, şairi şiire yabancılaştıran, kalemini kırdıran yerlerdir. Oraların iklimine en iyi keneler ve akrepler uyum sağlar.

Gün gelir, elindeki kaleminle kendi kuyunu kazmakta olduğunu fark edersin. Gün gelir, eski dostlarının düşman gibi davrandığını görür, üzülürsün. İkiyüzlülüğü ve "mış gibi" yaparak yaşamayı refleks haline getirmiş birileri, kaleminden dökülen her kelimeden gocunmaya başlamıştır uzun zamandır, sen bunun farkına epeyce gecikerek varırsın. Söylediğin her söz, çektiğin her çizgi, seni küçük iktidarların sahipleriyle daha da ihtilâflı hale getirir.

Zehir akıtırlar. Sokağan yılan gibidirler.

Ruhuna batıp duran dikenlerin verdiği sızı birikmeye başlar, soluduğun havaya, içtiğin suya, sözcüklerine siner. Yazdığın her satırda, çizdiğin her çizgide acı hatıraların, çelmelerin, küskünlüklerin, gönül yaralarının izlerini görmeye başlarsın.

"Şu satırları yazarken şöyle vicdansızca bir lâf işitmiştim…"

"Şu kareyi çizerken şöyle bir haksızlığa uğramıştım…"

"Şu ve şu cümlelerimden sonra bu ve bu kişiler hayatımdan çıkmışlardı…"

Gün olur, sana o kelimeleri yazdıran o figürleri çizdiren ve türdeşlerinle arandaki kalite makasının daha da açılmasına neden olan çalışkanlığının ve dürüstlüğünün, onlarla aranda ne büyük bir soruna dönüştüğünü anlarsın. Ve gün gelir, bu ezaya daha fazla göğüs germek için inandırıcı bir mazeret bulamayabilirsin.

Seni böyle meşakkatli bir işe koşan yegâne nedenin birazcık daha fazla sevilmek olduğunu ama gösterdiğin onca çabadan sonra üzerine sevgiden çok düşmanlık çektiğini anladığında, denizin de bitmiştir.

Zurnanın zırt dediği noktadır orası.

O zaman iki seçenek vardır önünde. Ya yaptığın işi "meslek" olarak görecek ve sadece aldığın paraya içtiğin şaraplara odaklanacak, onlardan biri olacaksın. Ya da kendine yaraşır bir zarafetle, kimseyi suçlamadan, sağa sola bulaşmadan, "yoruldum, gazım kaçtı" gibi mütevazı bir neden öne sürerek efendice sahneden çekileceksin.

Bunu yapabilenler çok azdır. Ve bu türden suskunluklar en çok da bunu yapamayanları huzursuz eder. Arkandan "kovuldu, ilişiği kesildi, uyum sağlayamadı, ilgi görmedi de ondan gitti" gibi lâstikli karalayıcı lâflar sokuşturur ve sonra arkalarına yaslanıp gözden ve gönülden ırak bir yerlerde kaybolup unutuluşunu izler plaza soytarıları.

Çocukken dilimizden düşürmediğimiz "atın intikamı" diye bir söz vardı ya hani, işte bu da "götün" intikamıdır.

* * *

Rüya tâbîri burada bitiyor. Sabah niyetine. Hayrola.

Mektubuma son verirken, sadece yazdıklarıyla değil, suskunluğa bürünme biçimiyle ve çekip gidişiyle de çöp adamların huzurunu kaçırmayı becerebilen tüm kalem emekçilerinin bilvesile gözlerinden öpüyorum. Mucuk mucuk mucuk güzel kardeşlerim.

SÖZ'ün gürültüye dönüştürüldüğü yerde, dimdik durarak susmak her zamankinden daha da anlamlı şimdi.

Satır aralarını okuyabilenler. Görenler. Anlayabilenler. Soru soranlar. Sizlere de mucuk mucuk mucuk.

Bâkî selâm ederim.

Yorumlar

Acaba bir köşe yazarı bu uğultulu sahneden sessiz sedasız ayrılma yolunu seçmiş yorgun meslekdaşının sırtını sıvazlayacak yerde neden (aklınca) kafasını taşla ezmeye soyunur?

A) Köşe yazarı delikanlılık mevzu bahis oldu mu, mangalda kül bırakmaz ama "ustanın dediğini yap yaptığını yapma" sözünü daha çok sever.

B) Köşe yazarı daha rezil vakalar karşısında rahat olmak, utanıp sıkılmamak için küçük gaddarlık egzersizleri yapar.

C) Köşe yazarı rakibine saldırmak için en uygun zamanın onun en zayıf olduğu, ağzını açamayacağı an olduğunu bilir.

D) Köşe yazarı rakibindeki faziletlerin kendisinde de olduğunu sanmaktadır. Sahneden usulca çekilenler yüzünden işin öyle olmadığı gerçeği ile yüzleşir, hırçınlaşır.

E) Hepsinden ortaya karışık.

Seyit Balkuv - 15 Nisan 2009 (17:12)

"Özgün" insanların "mürekkebini bitiren" sonra da arkasından "coşkun" denizler gibi köpüren memleketim.

Yalçın Er - 17 Nisan 2009 (11:28)

Döngüsel şekilde gördüğüm rüyaları isimlendirmede zorluk çeker idim. Kendimce "yine o rüya" der geçerdim. Musallat rüya isimlendirmesi cuk oturmuş. Bir kaç tane de bende var bunlardan. Bahsetmeye değmez önemde, yahut basmakalıp şeyler. Sadece bir tanesi çok üzüyor ve her defasında uyandığımda acaip seviniyorum.

Bu da sigaraya dayanamayıp yeniden başladığımı gördüğüm rüya. Aradan koca onbeş sene geçmiş, gündelik hayatımda sigarayı ciddi ciddi unutmuşum ama rüyada otuz sene önceki gibi Maltepe sigarası içmekteyim. Rüyadaki üst bilinç de "salak işte başladın yeniden sigaraya" diye dalgasını geçiyor. Burnumda eski Maltepelerin at fışkısı kokusu ile uyanıyorum. Oh be bir kez daha rüyaymış.

Nazire olsun diye ateşli çocukluk gecelerimin rüyalarından bahsetmeli. En kısa zamanda.

Ahmet Faruk Yağcı - 19 Nisan 2009 (18:32)

Benim de olur tekrarlayan musallat rüyalarım. Yalnız değilim anlaşılan… Bir de üniversitede okurken yurtta kaldığım dönemde, aynen eski türk filmi şeklinde bayaa uzun rüyalar görürüdüm. Düşünün, her gün ayrı bir senaryo… Baya da sürükleyici olacak ki uyandığımda odanın tüm kızları başımda, daha çapağımı silmeden anlattırmaya başlarlardı…

Not: Bu arada epeydir girmiyordum Derkenar'a. Birden sizi bulamayıp son yazınız olarak aralık tarihini görünce korktum. Aklıma 2 şey geldi…

1. Derkenar'ı bıraktığınız/sattığınız.
2. Dillendirmeye bile gerek yok… Allah uzun sihhatli ömür versin. Sağlıcakla kalın…

Mina - 14 Mayıs 2009 (14:52)

Üstadım, çeşitli yazılarınızda, Cumhuriyet ve Hürriyet'te yaşadıklarınızı ve bırakma gerekçelerinizi anlatıyorsunuz. Okuduğum-anladığım kadarıyla da size yerden göğe hak veriyorum. O dünyada yükselmek, hatta yerinde saymak için, o dünyanın kurallarıyla oynamak gerek. Bunu yapmaktan, onlar gibi olmaktan, kendi insiyatifiyle vazgeçen nadir insanlardan biri olduğunuz için size saygı duyuyorum. Hem para hem şöhreti elinin tersiyle itebilecek fazla kişi tanımadım.

Ancak anlamadığım bir şey var: Gerekçeleriniz niçin bir gazetede çizerlik yapmadığınızı açıklıyor, niçin karikatür çizmediğinizi değil.

Aynen Derkenar'daki yazılarınız gibi, kendi istediğiniz sıklıkta, istediğiniz konuda çizip, okurlarınızla paylaşsanız olmaz mı?

Oğuz Aral'la ilgili olarak çizdiğiniz 3 kare, bundan tahminen 25 yıl önce görmüş olmama rağmen hâlâ gözümün önünde: "Kendini böyle (1. Resim) çizen bu mütevazı adam her halde şöyle (2. Resim) bir şey olmalıydı. Hemen hemen düşündüğüm gibiymiş (3. Resim)"

Bu resimlerdeki anlamı sözle ifade etmem imkânsız.

İnce zekâyla birleşmiş çizerlik zor bulunuyor. Bizi bundan mahrum etmeyin.

Selamlarımla

Emre Sermutlu - 20 Mayıs 2009 (15:55)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

67
Derkenar'da     Google'da   ARA