Patronsuz Medya

"Bir Koy Beş Al" Holding'in satış temsilcileri

Necdet Şen - 26 Ekim 2007  


Kurgulanmamış sahici dünyada "Kötü Toplum - İyi Toplum" diye bir ayrım var mıdır?

Milletlerin temel karakterleri üzerine yapılan her türlü saptama, nihayetinde şahsî bir yorumdan ibaret değil mi? Halk dediğimiz şey, birbirine benzemeyen, hatta birbiriyle taban tabana zıt karakterde olan bir sürü insanın sınırlı bir coğrafyayı paylaşmasından başka nedir?

Ortak dil, ortak mazi, ortak korkular, ortak dostlar, ortak hasımlar ve bu ortak hasımları yaratan kişisel-bölgesel menfaatler…

Hangi toplumun tarihinde kendi azınlıklarına ya da sınır komşularına karşı işlenmiş irili ufaklı suçlar ve kabahatler yok? Hangi toplumun içinde savaşı ve cinayeti şahsî servetine basamak yapmış soysuzlaşmış insanlar yok? Hangi toplumun içinde cinayete sessizce suç ortaklığı yapmış korkak ve iki yüzlü kalabalıklar yok?

Bu söylediklerim de nihayetinde genellemedir ve hemen hemen tüm genellemeler gibi daha söylenirken çürütülmeye açıktır. Pek çok görüş gibi bu görüşler de aynı belâgat ve benzer verilerle yalanlanabilir/doğrulanabilir ya da "malûmun ilâmı" olarak algılanıp es geçilebilir.

Toplumsal olayları üç beş kişinin manyaklığına ve namussuzluğuna bağlamak çocuksu bir yaklaşım. Semt ve köy kahvehanelerinin geleneksel safsata yöntemi olarak fazla ehemmiyet arzetmez. Cirmi kadar yer yakar. Tarlada kaldıracak ekini olmadığı günlerde kahvehanede pinekleyen köylü, filozofça değil de dangıl dungul konuşsa, dünyanın dingili kaymaz sanırım. En fazla yanı başında oturan Abuzer Emmi duyar bunları, beş dakika sonra o da unutur. Bulutlar gökyüzünde yine aynı rehavetle kayar gider, horoz öter, eşek anırır, evlerin alt katları yine inek gübresi, yamaçlar yine kekik kokar.

Ama zihnini Doğan veya Hükümet medyasına, gözünü -otomobil farına yakalanmış tavşan gibi- televizyona kaptırmış olan şehirli ahali, hele bir de parti-dernek vesaire çatısı altında örgütlenmişse, yanılgıları ve saplantılarıyla toplumun geri kalanı için çok ciddi tehlikeler oluşturabilir.

Cehalet insana çok kötü şeyler yaptırabilir. Yaptırıyor da zaten. Kabak yine kendilerinin başına patlıyor. Kabul edilebilir cinsten olmasa da "eğitimsiz" olmak gibi bir mazereti var alt tabaka insanının.

Ama üniversitelerde, gazete köşelerinde ya da ekranlarda ahkâm kesme ayrıcalığına sahip olan daha eğitimli ve daha ayrıcalıklı ve daha müreffeh kesim, ağzından ve kaleminden çıkan her sözü milyonlarca kez sağduyu süzgecinden geçirmek zorunda.

Geçiremiyorlar. Çünkü onların pek çoğunun aynı zamanda ödenecek araba ve villâ taksitleri, korunacak sosyal mevkileri, zar-zor kurulmuş kritik ilişkileri, gözlerini diktikleri daha da ayrıcalıklı hedefleri ve belki birilerine diyet borçları filân var. Neredeyse topyekûn tutulmuş oldukları zihinsel konformizm ve ezbercilik de cabası.

Öte yandan, arada bir de olsa "ben neler söylüyorum?" diye soracak ve sürüden ayrılacak, zor olanı dile getirebilecek cesaretleri ise pek varmış gibi görünmüyor.

Galiba bu saydıklarım, onları çoğu zaman "sağduyu nedir?" gibi faydasız sorularla vakit öldürmekten alıkoyuyor.

Cahil kesim cehaletin gereklerini eksiksiz yerine getiriyor, ama "aydın" kesimin de ondan pek fazla farkı olduğu söylenemez.

Mustafa Koç'un ya da Güler Sabancı'nın akşamları evlerine döndüklerinde Chomsky okuduklarına inanmak istesem de, içimden bir ses bana onların da televizyon karşısına yerleşip, kerameti kendilerinden menkul ekran cazgırlarının vaazlarını dinlediklerini söylüyor.

Ülkemin kader belirleyen kesiminin pür dikkat kulak kabarttığı bu sevimli mi sevimli Hasan Tahsin karikatürleri, ekranlarda ve gazete sütunlarında savaşın erdemlerini sayıp döken bu mikrofonşinas zevat ise karşıdan bakınca, nasıl derler, "makineye" teslim olmuş gibi gözüküyor. Onların kalpleri "ulu önder"li pencereleri bayraklı coşkun ve taşkın seyircileri de hakeza…

Adını da koyalım: Bu makine yapay korkular yaratma, savaş çıkartma ve bu savaştan rant elde etme makinesidir.

PKK örgütü hangi karanlık emellerin maşasıdır, bilemem. PKK bahanesiyle bizi katliam yapmaya azmettiren şu kalabalığın kimlerin maşası olduğunu da tam olarak kavrayamadığım gibi.

Her iki taraftaki savaş tellâlları yüzyıllardır koyun koyuna yaşayan, etle tırnak gibi iç içe geçmiş iki halkı birbirini öldürmeye zorluyor.

Mesleği askerlik olanların "şurdan girip şöyle bir taktik izlersek şu kadar adam öldürürüz" biçiminde planlar yapması, hatta bunu ortalık yerde kamuoyuna ilân etmesi yutulması zor acı reçete olsa da bir yere kadar idrak edilebilir ve katlanılabilir bir durum. Onlar asker. Görevleri boğazlaşmak. Biraz riskli bir iş. Ölünebiliyor.

Buna rağmen en üst düzey komutanlar topluma itidal ve sükûnet önerirken, varlık nedeni toplumun ortak aklının temsilcisi olmak olan üniversite hocalarını ve gazetecileri ekranlarda "nasıl daha çok Kürt genci öldürebiliriz?" sorusuna yaratıcı yanıtlar arar durumda görmek, insanı dehşete düşürüyor.

Topyekûn öldürülmesini topluma hararetle tavsiye ettikleri kişilerin de -suçlu olsalar dahi- bizim çocuklarımız olduğunu, asıl görevimizin onları sinekler gibi gebertmek değil, yakalayıp ıslah etmek, ülkeye sükun ve huzuru yerleştirmek, kavgaları kangrene dönüşmeden bitirmek olduğunu nasıl unutuyorlar?

O suçlu çocuklar ki, "iyi yere dükkân açmış" üç beş aileye peşkeş çekilen ortak servetimizin bir bölümüyle azıcık gönendirilebilselerdi, okuyacak okulları, musluktan akan temiz suları, gecelerini aydınlatacak elektrikleri, hastalarını hastaneye yetiştirebilecek yolları, amelelik türünden bile olsa çalışabilecek bir işleri, bu ülkede "haşere" olarak değil de yurttaş olarak algılandıklarına dair -hiç değilse bundan sonrası için- umutları olurdu. Belki hiç silâhlanmaz, belki hiç bir tedhiş örgütünün gökyüzünden bombalanarak sinekler gibi öldürülen umutsuz neferleri olmazlardı.

Belki onlardan bazıları buralara kadar gelebilir, kapıcımızın oğlu, hadememiz, hamalımız, lâğım temizleyicimiz olarak çalışıp evlerine ekmek götürür, ışıksız bodrum katlarında, kentin uzak semtlerindeki üfürsen yıkılacak sıvasız konutlarda barınıp, kıt kanaat bütçelerinden kısıp okuttukları çocuklarını "memlekete hayırlı" evlâtlar olarak yetiştirir, belki hayatlarında bir tek tavuk bile kesmemiş sıradan insanlar olarak yaşlanıp ölürlerdi.

Ama umutsuzluk insana akılsızca işler yaptırıyor. Çocuklarımızı kentte tutamayıp dağlara kaptırdıksa, suçun birazı da bizde sayılmaz mı?

Biz onları çok ama çok ihmal ettik. Sadece ihmal etmedik, hayatlarını cehenneme de çevirdik. Aşağıladık, işkence yaptık, dışkı yedirdik, gece yarıları kim vurduya getirdik.

"Kürdü bile kovalaya kovalaya döveceksin" sözünün altındaki acıtıcı tarih dersini hiç anlayamadık.

Memleketin doğusu topyekûn taş devrini yaşarken, biz Türkiye'yi sadece İstanbul ve Ankara'dan ibaret sanmakta ısrar ettik.

Pekalâ, ne olduysa oldu. Biz çok hata ettik. Ama yine de onlar devlete silâh çekerek kendilerini suçlu konumuna düşürdüler. Belli ki bunun ceremesini pek acı ödeyecekler.

Cahillikten diyelim. Ya da serserilikten. Ya da nankörlükten. Ya da her neyse. Suça yöneldiler. En azından hukuken.

Ama biz kabile miyiz ki bu kadar korkalım onlardan? Yok mu bizim devletimizin polisi, jandarması, mahkemesi? Suçluyu yakalamak ve yargılamak yerine, nasıl oluyor da sınırın ötesindeki ve berisindeki kara kaşlı bir halkı tavuğuyla cücüğüyle kuzusu ve bebesiyle topyekûn bombalamaktan söz edebilecek kadar duyarsızlaşıyoruz? Bu kadar "askerden daha asker" olmak da neyin nesi? Bu kadar ölüme aşık olmak, bu kadar sadizm, bu kadar pervasızlık…

Halkın bir bölümünün içini diğer bir bölümüne karşı nefretle doldurmak için abandıkça abanmak da en az silâhlanıp Gabar dağına çıkmak kadar, hatta ondan da beter, bölücülük değil mi?

Üç beş tane seçilmiş aileyi nasıl daha fazla zengin edebileceğimizi düşünmekten vakit bulup, Beytüşşebap'ın elektriğe kavuşabilmek için neden 2007 yılının Ekim ayı sonlarına kadar beklediğini sorgulasak daha doğru olmaz mı?

Mit'e muhbirlik yapan bir üniversite öğrencisinin nasıl ve hangi dinamiklerle Apo'ya dönüşebildiğini, bu sırrı kamuoyuna açıklayan gazetecinin (Uğur Mumcu) tesadüfen mi sadece bir hafta sonra C4 tipi bombayla "patlatılarak" öldürüldüğünü, "dünyanın en zengin generali" başlığıyla Time dergisine kapak olabilen generallerimize "nereden buldun?" sorusunu nasıl olup da hiç bir zaman soramadığımızı, Sirkeci'de oto galerisi işleten taşralı bir adamın nasıl olup da kısa bir sürede bu kadar zenginleşebildiğini ve tek başına memleket medyasının ezici çoğunluğunun sahibi olabildiğini, sınırlarımızdaki bu yığınağın PKK için mi başka şeyler için mi olduğunu, ekranlarda ve gazete sütunlarında "savaşalım, öldürelim, kelle koparalım" diye bar bar bağıran kanaat simsarlarının hangi meziyetlerine binaen o köşelere mıh gibi çakılageldiklerini -ve daha birçok ezber bozan soruyu- es geçmek, her tantanada penceremize bayrak asarak kollektif histeri kalabalığında yerimizi almak yetiyor mu bize?

Bu kadar mı basitiz?

Korkuyorum! Çok korkuyorum! Ama kentlerin çeperlerinde tutunmaya çalışan ve yoksul ve cahil oldukları yetmezmiş gibi, bir de her fırsatta aşağılanan kalabalıklardan değil. Memleketimin bölünmesinden ve güneydoğusunda Amerika patentli bir uydu devlet kurulmasından da değil. Hatta bütün bu sistemli kışkırtmaların sonucunda çıkabilecek bir etnik boğazlaşmadan da değil.

Ben, bazı popüler "aydın"larımızdan çok korkuyorum.

Kimbilir hangi şeyler karşılığında, bir yerlere "iliştirilmeye" bu kadar teşne, "Bir Koy Beş Al" Holding'in bayiliği için şirket kapılarında kuyruklar oluşturan okumuş-yazmış insanlarımızdan çok korkuyorum.

Onlardaki sınıf atlama ve muktedir olma hırsı, onlardaki iştah, onlardaki taşeronluk potansiyeli beni çok ürkütüyor. Onların zihinlerimize nüfuz edebilme, kafalarımızı bulandırabilme, bizi yoldan çıkartabilme, masum ve mutedil insanlar olmak yerine gönüllü birer katile dönüşebilmemize yol açacak beyin yıkama becerileri ödümü koparıyor.

Askerlik şubelerinin kapılarında "beni de askere alın, birkaç kelle de ben koparayım" diyerek kuyruğa giren gençlerden değil, onların kafasına bu tarz korkunç fikirleri şirket çıkarı adına sokan sosyologlardan şairlerden emekli büyükelçilerden korkuyorum.

Dağlarında devlete başkaldıran gerillaların (ya da resmî söylemle, "üç beş eşkıyanın") dolandığı bir ülke olmak o kadar da içinden çıkılamaz bir mesele gibi görünmüyor bana. Maşallah, izbandut gibi bir ordumuz var. Yemiyoruz içmiyoruz, boğazımızdan kesip onlara helikopter, tank, roketatar satın alıyoruz. Öldürme konusunda da epeyce de idmanlılar.

Entellektüel kapasitesi -ve muhtemelen sağduyusu- "Netekim Paşa"'yla asla kıyaslanmayacak çaptaki asker ve sivil komutanlarımız, coştukça coşup esse gürlese de, ne kadar kışkırtılırsa kışkırtılsın yine de arzulandığı kadar kışkırmayan, 1930'lu yılların Almanya'sına, 1970'lerin Kamboçya'sına, 1990'ların Ruanda'sına dönüşmemeyi başaran bir memleketimiz var.

Ben, asıl görevi tarafsız bir dille bizi olan bitenden haberdar etmek iken yoldan çıkan, kim bilir hangi budalalığın girdabında ya da hangi menfaat hesabının sarmalında, savaş kışkırtıcılığına soyunan televizyon, gazete, üniversite seçkinlerinden korkuyorum.

Ya onlara kanıp aklımızdan ve sağduyumuzdan olursak, başka neyimiz kalır geriye? Cesetlerin üzerinde yükselecek öyle bir zaferi kim istiyor?

Bizi katil ya da suç ortağı yapmayacak daha vicdanlı bir çözüm önerisi hiç mi yok? Böyle bir azgınlığın karşısında pısıp sinmeli miyiz?

Yorumlar

Savaş tacirleri yine işbaşında. Rahmetli Uğur Mumcu'nun dediği gibi (yoksa Çetin Altan mıydı?) Türk'ün Türk'e propogandası. 22 Temmuz seçimlerinden önce de Cumhurbaşkanlığı için bir sürü eylem yapıldı. Halkın tepkisinin sandığa nasıl yansıdığını biliyorsunuz. Şimdi hedef başka yöne çevrildi. Büyüklerimiz her şeyde bir hayır vardır derler. Yaşananlar üzücü ve umutsuz olsa da enseyi karartmamak lâzım diye düşünüyorum.

Ali Nihat Keskin - 28 Ekim 2007 (14:48)

Bir kısım medya Irak'a girersek zaferi kesin olarak görüyor. Madem bu iş bu kadar garanti, en iyisi Ertuğrul Özkök komutasındaki gönüllü bir birliği Kandil dağına paraşütle indirelim. Hatta birliğin komutan yardımcılıklarına da damadı Ercan Saatçi, raf ömrü 33 yıl önce bitmiş olan Semiha Yankı ve "bayan dudak" Burcu Güneş'i getirelim. Kandil'e bayrak dikme şerefi onların olsun.

Akın Bahadır - 28 Ekim 2007 (18:37)

Son günlerdeki gelişmelerde resmen halkımız önemli şekilde yönlendirildi. Ordu Irak'a girmesin derseniz eğer, hain olma durumunuz ortaya çıkacak. Evinize bayrak asmazsanız hain olma durumunuz ortaya çıkabilir. Otomobilinize "hepimiz mehmetçiğiz" diye bir yazı asmazsanız, bir kamyon sizi ittirebilir diye korkuyorsunuz.

Kısaca olayın mahiyeti anlaşılmadan illâ ki savaş taraftarı olmanız isteniyor. Yani, şey filân demeye kalmadan, Barzani'nin adamı olmaktan, Apo'nun adamı olmaktan, en önemlisi hain olmaktan kurtulmak için bin dereden hatta on bin derden su getirmeniz gerekir.

Tüm olanlara ve hatta evdeki eşimle bile kavga etme riskini de göz önüne alarak…

1-Bayrağımı seviyorum ama bayrak asmıyorum.

2-Ülkemi seviyorum ama şimdi hemen canımı vermek istemiyorum.

3-Mehmetçiği seviyorum ama hemen mehmetçik olmak istemiyorum (zaten 17 ay askerlik yaptım).

4-Kısaca öyle gaza gelip her şeyi yaptıramazsınız.

Fakat…

1- Eğer birisi çıkar da PKK'nın gerçek yüzünü anlatır…

2- Eşref Bitlis ve Uğur Mumcu'nun ölümleri tam olarak açıklanırsa…

3- PKK'nın gerçek yüzü aydınlatılırsa…

4- Apo denilen adamın neyi amaçladığı ortaya çıkarsa (gerçekten)…

5- Yav biz Kürt yok dedik aaaa yav bu ülkede Kürt varmış gibi yapanların tam olarak ne istediğini bilirsem…

6- Şimdiye kadar olan darbelerin gerçek mahiyeti anlaşılırsa…

Ben de üzerime düşeni yapmaya hazırım.

Öyle ne olduğunu anlamadan olmaz.

Savaş isteyenler mi?

Çağırın bakalım.

Bağırmak kadar kolay oluyor mu acaba.

İsmail Yıldız - 4 Kasım 2007 (20:52)

Yurtdışında yaşamak şahane bir şey; çünkü memleketin nasıl bir histeriye kapıldığını uzaktan pek net anlayamıyorsunuz. Hele bir de benim gibi gazetelerin sadece başlıklarına bakıp geçiyorsanız, daha da huzurlu oluyorsunuz.

Geçen hafta bir süreliğine memlekete geldim. Zannettim ki biz yadellerdeyken memleket gâvur işgâline uğramış ve milletim bayrak asarak işgâlcilere "burası bizim memleketimiz, sizi burada istemiyoruz, sizi buradan kovacağız, geldiğiniz gibi gideceksiniz" falan gibi mesajlar verip postasını koyuyor, başını dik tutmaya ve onurunu çiğnetmemeye çalışıyor. Sabahın 6'sında evimin kapısını açmaya çalışırken Bakırköy Belediyesinin kapıma bıraktığı bayrağı buldum. Anladım ki herkes bu histeri atmosferine bir yerinden gaz pompalamaya çalışıyor. Her tarafta şehit resimleri, bayraklar, milletin ayranını kabartan nutuklar.

Birisi çıkıp "hedefimiz şudur veya şurasıdır, gazanız mübarek olsun" dese, memleket iki saat içinde yangın yerine dönüp eski Yugoslavya'dan beter olacak. Bu histeri dalgasını kabartmakla istenen ve hedeflenen nedir, kime ve ne için gözdağı verilmeye çalışılıyor, kimi sindirmeye çalışıyorlar? Anlamadığım da zaten bu. Gaza gelen lümpen kalabalık gidip Amerika'ya saldırmayacağına göre, kime saldıracak? Tabi en yakındaki Kürt mahallelerine ve mekanlarına.

Sağduyu ve sükûnet telkin etmesi gerekenler insanların en tehlikeli duygularını gıdıklıyor, milletin ayranını kabartmaya çalışıyor. Aklın kantarı bir boşalırsa önünde durabilecek bir güç yoktur. Ne Polis, ne ordu, ne yasa, ne akıl, ne ahlâk, ne de onların duygularını gıdıklayan bu zevat… Önümüzde 5-6 Eylül olayları bu milletin lümpenlerinin zıvanadan çıkınca neler yapabileceğinin en açık örneği. Bu zevat ne kadar tehlikeli bir şey yaptığının farkında değil mi? Biliyorum ki ne halt ettiklerinin farkındalar; ama bu histeri dalgasını istedikleri gibi kontrol edip yönlendirebileceklerini sanıyorlarsa, ektikleri rüzgâr nedeniyle çok sert bir Mart ayı geçirmeye hazır olsunlar.

Kâmuran Kızlak - 5 Kasım 2007 (18:30)

Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin konuyu gayet güzel özetledi sanırım: "Askerlerin kurtulmasına sevinemedim" …

Neden sevinememiş bu devlet büyüğü PKK tarafından esir alınan 8 Türk askerinin kurtulmuş olmasına? Ölmeleri gerekirken hayatta kalmış ve bizi madara etmişler, ondan mı?

Bizi yöneten zevatın ne kadarı bu mantıkla düşünüyor bilemem, ama sayın bakan bu memleketin dağlarda kendi kardeşleriyle boğazlaşmaya gönderilen gencecik evlâtlarını sobalık odun kadar bile değerli bulmadığını açıkça beyan ediyor.

Adeta bir kahramanlık destanı edasında konuşan Sayın Şahin'e yerden göğe kadar hak veriyor ve önden gidip, insan hayatından daha kıymetli olan "şehadet" mertebesine bir an evvel ulaşmasını ve hepimize örnek olmasını kendisine hasseten rica ediyorum:

Sayın Şahin, meclis koridorlarında vakit öldürmek yerine lütfen Kandil'e ilk atlayacak paraşüt timine katılınız. Yeriniz orasıdır. Size 23 Nisan şiiri kıvamında demeçler vermenizi değil, "erkek gibi" ölmenizi emrediyorum!

Yokluğunuzda yerinize bakacak "korkak" ve merhametli birileri bulunur nasıl olsa.

Akın Bahadır - 6 Kasım 2007 (2:18)

Kürt meselesi her zaman olduğu gibi bugün de ağza alınırken boğazımızdaki dokuz düğümden geçirmek zorunda olduğumuz bir mesele. Görünüşe bakılırsa, PKK'nın tasfiye edileceği bir sürece girildi gibi. Tabii ne karşılığında, bilinmez.

Tansu Çalık - 5 Aralık 2007 (18:05)

İhmal edilmiş ya da edilegelmiş tek halkın Kürtler olmadığını belirtmek isterim. Karadeniz, İç Anadolu ve güzel yurdumun birçok bölgesinde imkânsızlıklarına rağmen silâha sarılıp dağa çıkmayan once köyümün köylüsü var ki…

Ama bunun yanında halkımız diyor ayırmıyorum; 2b devlet arazisine ev yapıp sonra yıkımını engellemek adına polise - jandarmaya, rakibine yenilen takımına kızıp, rakip takımın taraftarını döner kebap yapmak isteyen fanatik taraftara engel olan güvenlik güçlerimize düşman ordularıyla karşılaşmışızcasına, silâh -külah - taş ve sopa ne elimize gelirse saldırabilecek, dinciler (dindar değil, bu şekilde siyaset yapanlar), laikliği diline dolayıp, tekeline almış sanan, biz laikiz, önümüze gelene bir tekme, önce biz sahiplendik deyip, en büyük bayrağı asanın en büyük vatansever olduğu bir toplum yapımız var, yok mu?

Dürüst açık yürekli olmalıyız, eksikliklerimizi tamamlamak adına hem devlet ve hem de birey olarak gayret etmeliyiz, tatminsiz - aç gözlü yapılara özenmektense yeren tarafta olacağız, eğitimimize ara vermeden devam edeceğiz ve konuşacak yeni sorunlarımız hep olacak :)

Mete Özyurt - 20 Aralık 2007 (19:42)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

83
Derkenar'da     Google'da   ARA