Patronsuz Medya

Burada Psikiyatrist benim ahbap! Ha ha haaa!

Necdet Şen - 17 Ocak 2004  


Biraz aşağıdaki konuk makaleyi bir web sitesinden ödünç aldım. Muhtemelen psikiyatri alanında isim yapmış bir profesör tarafından kaleme alınmış.

Aslında içerik olarak fena sayılmayacak, sürükleyici, eğlenceli bir yazı. Ne ki, haddinden fazla insafsız ve taraflı. Bir ruh hekimi tarafından değil de terk edilmiş bir sevgilinin ya da kocanın kıyıcı öfkesiyle infial halinde kaleme alınmış gibi.

Gerçi öyle olsa pek itirazımız olamayacak, hatta belki "ohhh, nalına da mıhına da vurmuş, oturtmuş kıç üstü" diyerek gırgırla karışık tezahürat yapabileceğiz. Ama bu yazı, yazarının hassas konumu nedeniyle insanı ürkütüyor ve akla şu soruyu getiriyor:

Profesör olmak, sağlam bir akıl yürütme becerisine sahip olmak için yeterli midir?

Neyse, daha fazla kamuoyu oluşturmadan yazıyı okuyalım, sonra tekrar konuşuruz.

* * *

Oyuncu Ruh Hali

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Psikiyatri kitaplarındaki histrionik kişilik yapısına çok benzerler. Kolayca yalan söyleyen, iki yüzlülüğü meslek edinmiş, dış görünüm fetişisti olan kişilerdir. Dikkati çekmek için her şeyi yapan bu tipler, kadınlar arasında bulunur. Maganda erkekler bu tiplere bayılırlar, ama beraberlikleri kısa sürer. Seksten başka her şeyi seksüalize ettikleri için, erkekleri kolay hipnotize ederler. Rol yapmayı seven bu kişiler, bulundukları ortamda bir süre sonra sorun olurlar. İkiyüzlülüğü, kavgaya yol açmayı bu kişilerde gözlemleyebilirsiniz. Dedikoduyu kolay yaparlar, insanları birbirine düşürürler. Bu durumdan ciddî rahatsızlık duymazlar.

Devlet yönetimindeki dalkavukların çoğu oyuncu ruh hali taşıyan bu kişilerdir. İç kavgalar bu kişilik özelliğindeki insanların oyunları sonucu çıkar. Bazı politikacıların eşlerinin bu kişilikte olup olmadığını iyi değerlendirmek gerekir.

İlgi açlığı çekerler Yeterince ilgi görmedikleri ortamda boğulacak gibi olurlar. Kim ilgi gösterirse, sonucunu düşünmeden ona yaklaşırlar. Dikkati çekmek için her şeyi yaparlar. Moda onların eseridir. Gülünç duruma düşseler de ilgiden aldıkları zevk daha önemlidir. İlgi üzerlerine odaklanmazsa rahatsız olurlar.

Girişkendirler Neşeli, canlı, heyecan verici, herkesi gülmekten kırıp geçiren kişilerdir. Kolayca arkadaş olurlar, sempatiktirler. Ancak özleri yoktur. Her şeyleri yapmacık, rol izlenimi uyandırır. Sosyal becerileri yüksektir. Konuşmalarında derinlik yoktur. Annelerini tanımlamaları istendiğinde "Güzel kadındı" demekten öteye gidemezler.

Övgü ile beslenirler Narsisistler gibi oyuncu ruh halinde olanlar da övgü ile beslenirler, eleştiriden hoşlanmazlar. İlgi, onay, dikkati çekmek ve heyecan tutkunluğu özellikleridir. Narsisitlerden farklı olan yanları, başarmak değil, eğlenmek için yaşamalarıdır. Sürekli güvenilmek, beğenilmek, övülmek açlığı içindedirler.

Duygusaldırlar Ruh halleri hemen değişir. Duygusallıkları bulaşıcıdır. Akıllı hareket eden pek çok kimseyi yoldan çıkarırlar. Mantık değil, duygu onların gerçeklerini biçimlendirir. Zil sesi ile oynamaya başlayabilirler. Dansların vazgeçilmez elemanlarıdırlar. Duygularını ifadede yüzeysel kalırlar.

Rol yapmaları doğal halleridir Telkine çok açıktırlar; kendilerine ait tutarlı davranış kalıpları yoktur. Sizin ne istediğinizi hissettikleri an, hemen sizin istediğiniz oluverirler. Sürekli rol yapmalarının arka planında, kendilerini sevecek, ilgi gösterecek ve bağlanacakları birini bularak onu elde etmek bilinç altı arzusu vardır.

Fiziksel çekicilikte çok başarılıdırlar Kendilerine bakmak için, bir iş adamının kariyerine gösterdiği çaba kadar çaba gösterirler. Liposection, yüz bakımı, güzellik salonları onların ilgileri sonucu yaşarlar. Seksi gözükürler, ama seksi sevmezler. Ayartıcı, baştan çıkarıcıdırlar.

Kendilerini tanımazlar Film yıldızlarının ve TV kahramanlarının özel hayatlarını çok iyi anlatırlar, ama kendi iç dünyaları ile hiç ilgilenmezler. Başkalarının kendisine nasıl bakması gerektiğini çok iyi bildikleri halde, kendi kendilerine bakamazlar. Kendilerini geliştiremezler. Benmerkezcidirler. Hemen doyum isterler. Engellenmelerine çok sinirlenirler.

Hastalık icat ederler Hastalığı kullanırlar. Sıkıştıkları zaman bayılan, kusan, kabızlık çeken, her tarafı ağrıyan kişilerdir. Kendilerini kötü hissettiklerinde bunu, organ dili ile ifade ederler.

Her şeyi abartırlar Kendilerinin fark edilmesi için her şeyi göze alabilirler. Kendilerinden nefret edenlerin ilgisini çekmekte bile başarılıdırlar. Sosyal düzeni bozarlar. Bir işyerinin savaş alanına dönmesine sebebiyet vermeleri hiç de nadir değildir. Yıldırım aşkı, bu kişilik tipinin işidir. Basit bir olaya abartılı ağlama veya öfke gösterirler.

* * *

Öhhö! Öhhööööö!

Yukarıdaki yazı, biz uzman olmayanların da gündelik hayatımızda sıkça tanıdığımız, belki önceleri cana yakın bulup sonradan ufak ufak sinir olmaya başlayabileceğimiz, hatta "yapmacık, ilgi budalası" gibi kulplar takıp karalayabileceğimiz bir kişilik modelini anlatıyor; ama nedense bilimsellikle şahsî öfke arasında ayar tutturamadığı kanaatini uyandırıyor.

Sizi bilmem, ama ben bu yazıyı okuyunca, sayın hocamızın bir zamanlar "yakînen" görüştüğü -veya halen görüşmekte olduğu-, belki cazibesine kapıldığı, sonra ipin ucunu kaçırıp incindiği (tüm bunlar insanlık halleri), uğruna acı çektiği, halen de bu "tanışıklığın" açtığı kanayan yaralarla dolandığı ve öfkesini yatıştırabilmek için elindeki en yetkin silâhı, akademik birikimini ona doğrulttuğu izlenimini edindim.

Biz alâlade insanlar, etrafımızdaki birilerine ifrit olup onun bütün tartışılabilir özelliklerini art arda sıralayabilir ve "o zaten şöyle fena, böyle berbat biri, elle tutulacak yanı yok!" diye arkasından, hatta yüzüne karşı, verip veriştirebiliriz. E, ne de olsa biz halkız, cahil cühelâ -hatta sayın hocamız açısından hasta- kategorisine girenlerdeniz. Ama bir profesörün, hem de (kuvvetle muhtemel) psikiyatri profesörünün, belki de kökeninde beğenilme açlığı yatan ve bunu elde etmek için işin azıcık kolayına kaçan bazı insanların ruh durumundan yola çıkıp, uzun bir "itin makatına sokma" yazısı yazmış olması insanı korkutuyor.

Ne oluyoruz? Hekim dediğin kendisine yardım umarak gelmiş ve "normalleşebilmek" için medet uman birilerini bu kadar hor görerek bakarsa ona ne gibi bir faydası dokunabilir?

Tabloyu düşünsenize:

- Doktor bey, ben süslenmeden duramıyorum…

- Hastasın sen, zararlısın!

- İlgiye açım, cilveliyim, poz kesiyorum, ama çok sevimliyim…

- Bence beş para etmezsin, mikropsun, sosyal düzeni bozuyorsun!

Aslında psikiyatri denen tıp alanının en munis davrandığı durumlarda bile, yapısal olarak, alttan alta üstünlük taslayan, dağların doruklarından aşağılara bakan, toplumu sadece arızalı kusurlu yaratıklardan ibaret gören ve muhtemelen kendisini bu kategorinin dışında tutan ve konuğuna -kitap yazdığında okuruna- "sen hastasın" imasını taşıdığını düşünenlerdenim. En azından bu bilimsel disiplinin, kendi uzmanları için böyle tuzaklar barındırdığını ve bu tuzağa düşen psikiyatristlerin pek de az olmadığını düşünüyorum.

Okuduğum bazı psikoloji kitaplarında da rastladığım bu tavır, yani bu lânetleme, hakir görme, kategorik olarak her çeşit çizgi dışı davranışı olumsuzlama tavrı, ciddiye alarak okuduğumuz ve inanma eğilimi gösterdiğimiz takdirde özgüvenimizin sarsılmasına, kendimizi kötü hissetmemize, "acaba hasta mıyım" diye kendimizden kuşkulanmamıza yol açan bu üslup, burada doruğa çıkıyor. İnsanı tıptan da terapiden de soğutacak düşmansı bir üslup göze çarpıyor yukarıdaki yazıda.

Düşünsenize, yakın çevremizde sayın profesörün ifadesiyle "duygusal, çekici, hayat dolu, müzik çalınca kalkıp oynayan, giyimine kuşamına özen gösteren, dışa dönük, girişken, neşeli, canlı, heyecan verici, herkesi gülmekten kırıp geçiren" biri var, ama biz yine aynı profesörün öğütlerine kulak veriyor ve onun bu davranışlarını "hasta" bir kişiliğin tezahürü olarak kabul ediyor, "sosyal düzeni bozabilir" endişesiyle bu kişinin yarattığı renkli atmosferden etkilenmemeye çalışıyoruz.

Bu ne kadar otoriter bir zihniyettir ki, bu kadar hoş (hasret kaldığımız) kişilik özelliklerini taşıyan insanları süne zararlısı gibi görür? İnsanın aklına Milos Forman'ın Guguk Kuşu filmindeki bağımsız olmayı yasaklayan Başhemşire Ratched geliyor.

* * *

İç dünyamızın cıvataları kimlere emanet?

Her alanın kendi mensupları için sinsice hazırladığı bazı yamulma (deformasyon) koşulları olabilir. Örneğin avukatlarda zamanla oluşabilecek olan demagoji yapmadan konuşamama, karikatüristlerde bolca rastlanabilen herkesi ucube gibi tasvir etme, polislerde gelişebilecek olan sokaktaki herkesten kuşkulanma, askerlerde ortaya çıkabilecek olan sivilleri potansiyel vatan haini olarak damgalama abartısı, acaba psikiyatri alanında uzmanlaşan bazı doktorları da, sokakta yürüyen herkesi "ruh hastası" gibi görmek gibi bir sonuç doğuruyor olabilir mi?

İşin içinde hiç bir kişisel öfke, kuyruk acısı falan olmasa bile, bir ruh hekiminin (ya da öyle olduğunu zannettiğim birinin) yazdığı "bilimsel" bir makalede, gözlemlediği kişiye/kişilere karşı bir parça daha hoşgörülü ve müşfik olmasını beklemez misiniz? Ne olacak ki, eğer insanları "kusurlu" özelliklerinden yola çıkarak damgalamak, etiketleyip sınıflandırmak o kadar matah bir işse, bunu akademik ünvanları olmayanlar da gayet etkileyici bir dille yapabilirler. Ama sevgi ne yana düşer usta? Kusur bulmanın ve insanları kişilik modellerine ayırıp mikrop sınıflandırır gibi sınıflandırmanın ucu nereye kadar gider? Dünyada "hasta, manyak" diye kulp takılmaktan yakayı sıyırabilecek kimse bulunabilir mi sınırları bu kadar daraltılmış bir normallik tarifinde?

Hocamızın "oyuncu" diye aşağılamayı denediği bu tarz insanlar, makul bir mesafeyi koruyan kişiye ne zarar verebilir? Gecenin birinde dellenip hepimizi baltayla doğramaya mı kalkar? Üzerimizde tıbbî deney mi yapar? Mücevherlerimizi mi iç eder? Ne yapar? Uygun bulmazsak o kişilerle daha seyrek görüşme lüksümüz yok mudur hocam? Özünde az ya da çok bir nebze oyunculuk taşımayan kimse var mıdır? Kime ne zararı var birazcık oyunun? Çevremizdeki en renkli ve hayata en çok renk katan kişiler tam da muhterem profesörümüzün öcü gibi göstermeye çalıştığı kişilerin arasından çıkmıyor mu? Kışla mı yoksa yaşadığımız dünya?

Neredeyse bütün iletişim araçları (ama en başta reklam kuşakları) bize yapaylığı telkin ederken, hangimiz zaman zaman bir nebzecik de olsa "oynamadığımızı", tastamam kendimiz olduğumuzu iddia edebiliriz içtenlikle?

Bu tipte ("oyuncu") bir insan, belki sırılsıklam aşık olunduğunda, olayların kontrolü tümüyle ona kaptırıldığında, onsuz yapılamadığında insanı eşekten düşmüş karpuza çevirebilir. Ama işin aslı, birilerine o kadar tutkuyla bağlanan ihtiras kurbanını zaten en "düz" insan da incitebilir.

Eğer hocamızın "oyuncu ruh hali" dediği şey bu kadar iflâh olmaz bir ruh hali ise, zaten psikiyatrinin alanına girmemesi gerekir; Guguk Kuşu filmindeki gibi şoklar, bitkiye dönüştürürsün, düzen bozulmamış olur.

Ama örneğin, ahbap çevremizde olsa, belki bazı hal ve tavırlarını arkasından birazcık çekiştireceğimiz, ama yine de gül gibi geçinip gideceğimiz, olmadığında eksikliğini hissedebileceğimiz birinin bu kadar umutsuz vaka gibi tarif edilmesi, size de kırılgan egosuyla bilimsel formasyonunun arasındaki sınırı arada bir karıştıran bizim gibi birinin varlığına işaret etmiyor mu?

O zaman nedir bu pahalı klinikler, lüks möbleli muayenehaneler, fahiş vizite ücretleri? Olmayan hastalıkların "iyileştirildiği" para tuzakları mı buralar? Kekleniyor muyuz yoksa kendi başına sürecek ilâcı bile bulunmayanlar tarafından?

Yüksek vakumlu elektrik süpürgelerini satabilmek için, bizi aslında pislik içinde yaşadığımıza inandırmaya çalışan hijyen sektörü ve bu devasa obsesyon kültürünü besleyen sabuncular kolonyacılar deterjancılar ve onların yüzsüz yalancılığına soyunmuş reklamcılar gibi, psikiyatri uzmanları da yazdıkları "bilimsel" makalelerle bizi her halükârda "hasta" olduğumuza inandırmaya ve yalın ayak başı kabak ayaklarına getirmeye mi uğraşıyor?

Yok mudur "hasta" sayılabilecek kadar rot-balans ayarını kaybetmiş olanlar? Vardır, niye olmasın? Ama muhterem "ruh sağlığı" uzmanlarımız, hani neredeyse göz seğirmesini bile ağır bir ruhsal arazın sinsi belirtisi sayacaklar. Onlar "marazîliğin" sınırlarını her geçen gün genişlettikçe televizyon kanallarında boy pos sergileyen her psikiyatristin vizite ücreti de hasta sayısıyla orantılı olarak çığ gibi büyüyecek.

Soruyorum; kendini "hasta" zannedenlerin sayısı çoğaldıkça, bu kuruntu salgını lüks semtlerdeki havalı kliniklerin cirosuna doğrudan yansır mı yansımaz mı?

Ve son sorumu soruyorum; günümüz itibariyle, psikiyatri bir bilim midir, yoksa sermayesi bizim korkutulabilme katsayımız olan yüksek cirolu bir sektör mü?

Yorumlar

Psikolojikman başlıklı risale için yazdığım yorumu bu yazı için yazsam daha uygun olurmuş; fakat bu risaleyi daha yeni kıraat ettim. Neyse, zahmet buyurup bu yorumu okuyan olursa, diğerine de bir gözatıversin artık.

Nevzat Tarhan'ın kitabını ben de okudum ve TV'de bir programda da izledim. Maskelenmiş ciddi bir saldırganlık görmüştüm kendisinde ve "umarım kimse bu adamın eline düşmez" demiştim. Saldırganlığının farkında olduğunu düşünüyorum (yoksa maskeleme ihtiyacı hissetmezdi). Zayıf bir yönünün farkında olup onu çözememek bir Psikiyatr veya Klinik Psikolog için ciddi bir meslekî defodur. (Burada uzman konuşuyor, boru değil. İtiraz edene basarım bir patoloji damgası. Sonra ayıklarsın pirincin taşını. Burada uzman benim ahbap, ha ha haa!)

Asker kökenli bir psikiyatr olması yanında bir diğer defosu ise Freud'a iman eden müridlerden olması. Freud'un müridlerinden olup saldırganlık (ve nefret) duyguları taşımayan bir adam görmedim ben. Freud'un insanlar hakkındaki kötümser, karamsar, nefret kokan akla ziyan tezlerini benimseyip aynı zamanda iyimser olan birini ancak şizofreni paklar.

Şu üç günlük dünyada kendimizi anlayıp kabul etmek ve doğumdan ölüme uzanan bu yolu gelişerek-olgunlaşarak katetmek veya bütün enerjimizi gelişmek için değil, iç çatışmalarların ürettiği kaygıyla baş etmek için heba edip hep bir çocuksu yetişkin kalmak ve yolun sununa gelişemeden-olgunlaşamadan (yani yolun daha başlarındayken) varmak… Önümüzde duran yol ayrımının bu olduğunu düşünüyorum. Bu konuda muhterem Necdettin Efendi her biri yüzlerce kitabın ve imbikten süzülmüş bir yaşam felsefesinin özeti sayılabilecek çok güzel risaleler yazdı.

İkinci yolu seçenlere para, kariyer, güç elde etme (böylece kendini anlamlı ve güçlü hissetme) ve böylece daha da değersizleşme yolunda hayırlı "hiç" olmalar diliyorum…

Kâmuran Kızlak - 19 Aralık 2007 (22:29)

Estağfurullah efendim, o "risaleleri" cüz cüz indirilirken hiç öyle büyük iddialarımız yoktu. Şimdi de yok. Aynı duvarlara binlerce kez burnunu toslamış ve halen toslamakta olan birinin, çizgili defter kâğıdına kurşun kalemle "dikkat, duvar var, ben tosladım, ordan biliyorum" yazması gibi bir şey o yazılar. "Ben yandım el yanmasın" diye de özetlenebilir.

Necdettin Efendi - 20 Aralık 2007 (09:19)

21 Aralık 2007 tarihli Sabah gazetesinden bir haber:

Kadın avukat Banu Uzunyıldırım, eşinden ayrılıp yanına yerleştiği babası ile sık sık tartışınca, baba "Bu akıl hastası" diye kızını ihbar etti. 37 yaşındaki avukatı polisler akıl hastanesine götürdü.

Hastane "paranoyak" ve "paranoid şizofren" raporu verince baba "vasi tayini" davası açtı. Adli Tıp Kurumu'ndan verilen raporlarda "megalomani, hezeyan, paranoid sendrom" tespitleri yapılınca durum karıştı. Konu 55 uzmanlı Adli Tıp Genel Kurulu'na gitti. Kurul da "Akıl hastası" dedi.

İş bulamaz hale gelen Uzunyıldırım'ın avukatları bu kez adli psikiyatrinin duayeni Prof. Dr. Kriton Dinçmen'e (84) başvurdu. Dinçmen, avukata "Akıl sağlığı tam" raporu verdi. Vasi davası açılan mahkeme bu raporu dikkate alıp "Ehliyeti tam" diyerek avukatı kurtardı.

Prof. Dinçmen, "O raporları verenler benim öğrencim. Kahroldum. Akıllı birini hastaneye götürüp, 'Hastasın' denir mi?" dedi.

Sultan Mısırlı - 21 Aralık 2007 (10:43)

Sultan Mısırlı'nın sözünü ettiği haberi okuyunca "işte insan'ın Varoluşsal kaygılarını anlayabilen bir üstadın Freud'un müridlerine (ve DSM-IV'e -Amerikan Psikiyatri tanı kitapçığı) karşı zaferi" dedim.

Bu Avukat Hanım'ın çok ağır sayılabilecek bir stresli dönem yaşadığını sanıyorum. Ego gücü, yani strese dayanma gücü, biraz zayıf olan (kötü bir şey veya patolojik bir durum olmadığını belirtmeliyim) bir insan, ağır stres altında dağılma belirtileri gösterebilir ve bu belirtiler Şizofreni, Paranoya, ağır Depresyon, Mani gibi rahatsızlıkların özelliklerini çağrıştırabilir; (bu giriş cümlesi sanki bir enstitüte konferans verirmiş gibi oldu, bağışlayın, akademik kokulu bir cümleden ben bile gıcık kaptım).

Bir insan bu durumdayken iyi bir Psikiyatri veya Klinik Psikoloji eğitimi almamış, yani meslek erbabının zaman zaman mutlaka geçmesi gereken ince elenip sık dokunmuş süpervizyondan geçmemiş (psikiyatrların çok büyük bir çoğunluğu gibi), kişilik özellikleri ve donanımı psikoterapi için pek yeterli/elverişli olmayan ve Freud'a iman eden müridlerden birinin eline düşerse, vah ki ne vah…

Çok zor zamanlarımızda saçmalamamış, abuk sabuk konuşmamış, çevresindeki bir sürü insanla kavga etmemiş kaç insanoğlu çıkar içimizden? Böyle bir durumda insanın istediği tek şey anlaşılmak ve acısının paylaşılmasıdır. Akıl-fikir vermek, eleştiri, iteleme-kakalama, acısını önemsizmiş gibi gösterme angutlukları o insanla düşman olmaktan başka bir işe yaramaz ve içinde bulunduğu psikolojik durumu daha da ağırlaştırır. Sanıyorum Avukat Hanım'ın ailesi de bu angutlukları yaptı ve durumu daha da ağırlaştırdı.

Ben iki kurumdan fena halde tırsarım:

(1) Yargı (12 Eylül'de ve sonrasında başım fena halde derde girdiği ve Hukuk denilen şeyin zamana göre bambaşka anlamlar taşıdığını gördüğüm için);

(2) Psikiyatri (eğitimini aldığım -Klinik Psikoloji- ve Psikiyatriden çok kıytırıktan bir durum için bile alınan bir raporun insanı alemin gözünde deli yapıp hayatını kaydıracağını bildiğim için).

Kâmuran Kızlak - 21 Aralık 2007 (19:38)

Uzman görüşü deyince aklımıza ne geliyor? Uzmanlık boyacılık, mühendislik, kebapçılık, tatlı konusunda bile dalları budakları ile uçsuz bucaksız derya denizler iken, psikiatride uzmanlık deyince bu nasıl bir boyuttur, okyanus mudur yoksa uzay mıdır? Ben futbolu köyde süper oynarım şefim diyen Tokat'lı Selâmi Çavuş'un İstanbul halı saha klâsmanında iki pas yapamamasına eş değerde midir. Bahsi geçen yazıyı okuyunca; sanki lâfını direkt muhatabının yüzüne söylemek yerine, dumanla haber yollayan eski bir kızılderilinin eski bir numarasıymış hissi uyandırıyor. Yazının bir yerinde bu tipler kadınlar arasından çıkar deyince de anlıyorum ki, numara kadın. Nerede yayınlandığının ve neyin üzerine yazıldığının tespiti zor mudur bilmem, lâkin bu yaklaşımın İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı'na yakışmadığı ve Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü'nden ruh sağlığına hizmetlerinden dolayı ödül alamayacağı.

Mete Özyurt - 22 Aralık 2007 (20:03)

Bir vakitler bir nedenle bir kliniğe yolum düşmüştü. Orada bir test yapıyorlarmış, bir şeyleri ölçüyorlarmış, harita falan çıkarıyorlarmış, öyle bir nedenle…

Bekleme odasında sıramı beklerken, orada açık duran televizyonun ekranında İkiz Kuleler'e çarpan uçakların haberi belirdi. Demek ki tarih 11 Eylül 2001'miş. Saat de sabahın 9. 30'u falan olmalı.

Sekreter televizyonun sesini biraz açtı, dehşet içinde olup biteni izlemeye başladık.

Tam o sırada sıram geldi ve doktorun odasına alındım.

"Buyurun" dedi doktor, karşısındaki iskemleyi gösterirken.

Oturdum. Arkasına yaslandı, "sizi dinliyorum" dedi.

İzlediğim haberin şokundayım hâlâ. Öksürdüm, "İkiz Kuleler'e yolcu uçağı çarptı" dedim.

"Hımmm" dedi. Önündeki kâğıda bir şeyler karaladı. Yüzünde hiç tepki yok.

"Devam edin. Başka?"

"İkiz Kuleler'e uçak çarptı, alev alev yanıyor şu anda" dedim tekrar. Yüzünde yine en ufak hayret ifadesi yok.

"Hımmm. Dinliyorum, devam edin."

"İkiz Kuleler'e yolcu uçağı çarptı" dedim bir daha. "Az önce televizyondan izledim. Siz de açıp bakmak istemez misiniz?"

"Hımmm" dedi. Kâğıda bir iki şey daha karaladı.

Tam o sırada telefonu çaldı.

"Bi dakka" dedi, telefonunu açtı.

"Evet? Hımmm. Ne? Sahi mi? Ne zaman?"

Gözleri faltaşı gibi açılmış halde bana döndü.

"İkiz Kuleler'e yolcu uçağı çarpmış!"

Heyecanla masasının üzerindeki uzaktan kumandaya uzandı. Karşısında duran televizyonu açtı. Az önceki görüntüler devam ediyordu. Birlikte baktık.

Sonra usulca kalktım. Ayaklarımın ucuna basarak oradan çıktım. Ben çıkarken doktor televizyona bakmaya devam ediyordu.

Oraya bir daha da gitmedim. Ölçüm mölçüm de yaptırmadım. Ne orada, ne başka yerde.

* * *

Uzman sorusu: Sizce ben hangi doktordan söz ettim?

Leman - 24 Aralık 2009 (09:42)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

80
Derkenar'da     Google'da   ARA