Patronsuz Medya

Ah şu kahrolasıca erkekler!

Necdet Şen - 2 Eylül 2009  


"İstanbul'u neden sevdiğinizi kısaca tarif ediniz" diye bir kompozisyon konusu verselerdi, yazmaya "Hani Kadıköy'le karşı kıyı arasında gidip gelen vapurlar var ya…" diye başlardım.

Artık iki adım ötedeki Kadıköy'e bile senede bir kez ya iniyor ya inmiyorum. Ama -farkındayım- benim gibi kalabalık kaçkını biri için bile (iki kişiden fazlasını kastediyorum; beş kişiden fazlası "izdiham" benim için) arada sırada tadılması gereken kadim bir lezzet bu vapur sefası.

Evvelsi gün, bir vesileyle karşıya geçmem gerekti de o sayede bir kez daha hatırladım kabuğuma çekildim çekileli kendimi bu güzellikten nasıl mahrum bıraktığımı.

İskeleden vapura binerken, Babıalî günlerinden eski bir tanıdığa, Kemal Bey'e rastladım. (Tanıdık derken, aynı işyerinde çalıştığımız zamanlarda üç, bilemedin beş kez selâmlaşmışızdır, o kadar. Ama aradan yıllar geçince ve hele bir de vapurda karşılaşınca, bu tür tanışıklıklar bile değerli oluyor.) Kırk yıllık ahbap gibi el sıkıştık Kemal Bey'le. Sanki yola beraber çıkmışız da ayrılamazmışız gibi birlikte oturacak yer bakındık. Sancak tarafındaki açık kısımda karar kıldık sonra. Ayaklarımızı sözleşmiş gibi aynı anda küpeşteye uzattık. Çaylar geldi, aldık, sohbete başladık.

Konuştukça fark ettik ki bize daha dün gibi gelen gençliğimizin üzerinden uzun yıllar geçmiş. Nereden mi belli? Öncelikle saçlarımızın hali pür melâlinden. Onunkiler de benimki gibi adamlıktan çıkmış, hem ağarmış hem azalmış. Alınlarımızdaki açıklığın tepedekiyle birleşmesine ramak kalmış. Gene de "yahu hiç yaşlanmamışsın" diye karşılıklı yağ yakmaktan geri kalmadık tabii. Ne yaparsın, züğürt tesellisi.

Gerçi azıcık hakikat payı da yok değil. O da ben de hafiften asyalı çehrelerimizle olduğumuzdan on yaş genç görünme potansiyeli taşıyoruz. Belki liseli kızlara bile kesik atarız yan gözle ama namussuz saçlar ortaya seriyor foyamızı.

Her neyse, ikimiz de gözümüzün gördüğünü gönlümüze saklayıp, sadece hoşa giden ayrıntılardan söz ettik yirmi dakikalık yol boyunca. Eski Babıalî terbiyesi.

Bu Kemal Bey'in minicik bir kızı vardı o zamanlar. Arada bir gazeteye getirirdi. Çok sevimli, bıcır bıcır bir fındık kurdu. Onu sordum. "Ohoooo, fındık kurdu büyüdü, üniversiteyi bitirdi geçen sene" dedi. Şimdi münhal bir iş bakınıyormuş.

Birkaç yıl evvel gazeteden emekli olmuş Kemal Bey. Emekli ikramiyesiyle kızına bir araba almış okuluna daha rahat gidip gelsin diye. Şimdi özel bir şirkette yeni bir işe başlamış. "Kupkuru emekli maaşına kalsak yandık" diyor. Arabası olmadığı için otobüsle vapurla falan gidip geliyormuş. Biraz uzakmış ama olsunmuş.

"Yahu kendine alsaydın ya arabayı madem" dedim, "tırnak kadar çocuğun altına bu yaşta özel otomobil çekersen yarın öbür gün ne olur, şımarmaz mı?"

Güldü Kemal Bey. Bir kere tırnak kadar değilmiş artık kız, boyu benimkine yakınmış neredeyse. Ama o aralar okula devam ettiğinden ve orası biraz uzak olduğundan, otostop falan çekmesin diye almış. O günlerde medyada sözü çok edilen Pippa Bacca (hani şu üzerinde gelinlikle otostop çekerek dünya seyahati yapan ve Türkiye'de tecavüz edilip öldürülen İtalyan kız) olayı ürkütmüş biraz. Şimdi geri istemek olmazmış. Hem kız işe girince de lâzım olacakmış.

Şöyle bir babam olamadı gitti.

Elinde Hürriyet gazetesi. Yılmaz Özdil'i her gün okuyormuş. Çok da haklı buluyormuş. Bu şeriatçılar iyice azıtmış, sonu ne olacakmış. Ergenekon palavraymış. Bunlar genelkurmayı bile ele geçirmiş. Şuymuş, buymuş. Kemal Bey'in evinin penceresinde her daim kocaman bir bayrak asılıymış. Vatan kutsalmış. Kadınlarımız bu ülkeyi sırtında mermi taşıyarak kurmuş.

Eski arkadaş, ne yapacaksın, kös kös dinliyorum. İtiraz etsem lüzumsuz tartışma çıkar. Zaten başka bir fikir işitmek ister gibi bir hali de yok; hayatın sırrını çözmüş, tebliğ aşamasında. "Tayyipçi, Fethullahçı" falan diye damgalanmak da istemem sabah sabah.

Yanılmışım. Gene de demokrat bir tarafı varmış. Ağzımı bıçak açmadığını, dalgın bir edayla dışarıyı seyredermiş gibi yaptığımı fark edince, bir şeyler hissetti sanırım, daha fazla uzatmayıp o an hatırlamış gibi konuyu gene kızına getirdi.

"Yahu, dün tam öğle vakti, zırr telefon, baktım bizim kız. Arabanın kapısını açamıyormuş. Gelip bir bakar mıymışım."

"O cuk cuk eden şeyden yok muymuş elinde?"

"Var canım, olmaz mı? Açamıyormuş işte. Ben bir gelip bakmalıymışım. Çağırdığı yer de taa neresi…"

Adamcağızın çalıştığı yer Alibeyköy'de, kız Hisar'dan telefon ediyor. Ne yapsın, atlamış vesaite, önce Eminönü'ne, oradan Beşiktaş'a, oradan da Hisar'a taksit taksit vasıl olmuş. Kız, kulağında kulaklıklı cep telefonu, kendi kendine söylenir gibi ileri geri dolanıp eliyle koluyla konuşarak otomobilinin etrafında volta atıyor. Beklemekten sıkılmışmış, randevusu varmış. Uzaktan kumandalı anahtar elinde, kapı az ötede, deliğe sokup açmayı akıl edemiyor.

Biraz kurcaladıktan sonra Kemal Bey anlamış ki, kız park ederken arabanın farlarını ve kasetçaları açık unutmuş. Akü durduğu yerde bitmiş, kapı ondan açılmıyor.

"Yahu, oradan geçen bir araba sahibine rica edemez miydi ki seni taa oralara getirtti" diyecek oldum, "anası böyle yetiştirdi bunu" dedi.

Hadi canım! Ben böyle yetiştirdim demezler hiç. Sanki kız babalarını bilmezmişiz gibi.

Lâfını esirgemeyen bir arkadaşım vardı. Derdi ki:

"Hilâfsız hepsi, ergenlik çağına geldiğinde kızlarına aşık olur, kendisine itiraf edemez. Bakar bakar kıza, gözlerine inanamaz. Ulan ne zaman böyle serpildi bu imansız? Tıpkı anasının genç kızlık hali. Vay! O kaş, o göz, o endam! Anası desen, olmuş bir şişko dümbelek, yanında gezdirmeye utanırsın. Sanki Allah baba önceki eskidi, al sana bir tane daha diye yenisini göndermiş."

"Hay yarabbi, bu aciz kulunu sınamak mı istiyorsun? Selâmün kavlen!"

"Diğer yandan da erkeğin en kritik dönemidir o yaşlar. Malûm yerler hafiften lâhana yaprağı gibi olmaya başlasa da gönül hâlâ dipdiri. Hani, bakakalırsın giden geminin ardından da atamazsın kendini denize, serde erkeklik vardır, ağlayamazsın; o hesap."

"İnsan kalbinden fesatlık geçince yüzüne bakan herkes anlıyormuş gibi telâşlanır ya. En iyisi gerçeğe karşı körleşmek. Aslına bakarsan, erkeğin ateşle imtihanı bu. Zor iş genç kız babası olmak. Hayatının geri kalanı içindeki canavarı zaptetmekle geçecek. Alışman gerek."

"Sonra evlenir gider kız. Üç beş ağlarsın, rakılarsın falan akşamları. Sonra kanıksarsın. Minik yavrun çoluk çocuğa karışır, anası gibi şişmanlar, senin de yüreğine su serpilir bir nebze."

Böyle derdi bu arkadaşım. Kim olduğunu hayatta açıklamam.

Yan gözle baktım, bakışlarıyla beni tartıyor gibi Kemal Bey. Aklımdan bunları geçirdiğimi bilse çok gücenir her halde. Yüzümden belli olmasın, en iyisi konuyu değiştirmek.

"O elinde tuttuğu şey zaten anahtar değil mi? Kapının kilidine sokup açmayı da mı akıl edememiş?"

"Ah birader sen bilmezsin benim kızı! Edebilemez. Gelsin babası açsın diye bekler saatlerce."

Eh, işte top sende necdet efendi, az önceki "tehlikenin farkında mısınız" işkencesinin acısını çıkarmanın tam vaktidir.

"Herhalde senin kız da her fırsatta erkek egemen toplumdan, ayrımcılıktan falan dem vuruyordur."

Kem küm etti. Güldü sonra.

"Eh, ayrımcılık da yok değil, var tabii. Oğlan çağırsaydı, gitmezdim. Ama kız çocuğunu sokakta kendi başına bırakamıyorsun. O da bunu biliyor haliyle. Tepe tepe kullanıyor."

Birkaç sene önce, kıza kıyafetini biraz açık bulduğunu, azıcık daha edepli giyinmesini falan söyleyecek olmuş, bir hafta konuşmamış kız onunla. Çok üzülmüş, bir daha da kızını incitecek bir tek lâf etmemiş bizimki. Ah, baba yüreği!

Sanırım en çok da kendi kızlarının g-string giymesine ses çıkaramayan anne ve babalar kızıyor başörtüsüyle dolaşan "öteki" kızlara. Hakikaten de o açıdan bakınca bir parça pornografik kaçıyor gibi bu başörtüsü denen çaput. Görülmemesi gerekeni, zaten görmemeye kendimizi alıştırdığımız şeyleri, kendi kapalılıklarıyla gözümüze sokuyorlar. Fazlasıyla erotizm yüklü değil mi bu inat? Niye itiraz ediyorlar ki bu yobazlar kızların topyekûn giymeleri gereken "çağdaş kadın" kıyafetine? Yani ince askılı bluzlara.

"Eskiden yoktu bu kara fatmalar, nereden çıktılar?"

Doğma büyüme Caddebostanlı bir insana bunu nasıl anlatmalı ki şimdi? "Doğu'dan" desem, aklına en fazla Gebze falan gelir. Orayı da belki hiç görmemiştir.

"İstemiyorum! Gitsinler!"

Peki, gitsinler. Ama nereye?

En iyisi trenlere dolduralım onları, Suriye'deki Deyr Zor çölüne gönderelim. Böylece biz burada askılı bluzlarımızla dolanırken huzurumuz daha az kaçar. Biz, yedi benzerler, birbirimizle baş başa kalırız.

* * *

Lâf aramızda, öne eğilen kadınların dekoltelerinden zuhur eden o yusyuvarlak kuzular ya da kollarını havaya kaldırdıklarında görünen epilasyonlu koltuk altları beni bayağı tahrik eder. Kadınların pek çoğu bunun farkında değil sanırım. Olmaları gerek.

Tek sapık ben değilimdir her halde. Çıplak kollarını öyle striptiz yapar gibi yukarı kaldırmış kadın, gündüz gündüz erotik pozlar veriyor demektir arkadaşım. Naapalım, tahrik oluyoruz işte. İnsanlık hali.

O nedenle mi bilmem, hayatın bu cephesini deneyimleyerek öğrenmiş bulunan erkek taifesi kendi karılarının ve kızlarının o kısımlarını fütursuzca sergilemelerinden çoğunlukla rahatsız oluyorlar(mış gibi geliyor bana). Olmayanlar da vardır tabii ki. Kendi bilecekleri iş, bir şey diyemem. Ne de olsa benden daha "çağdaş" 70 milyon insan var bu memlekette.

Haaa, bak, bir konuda çok ciddiyim. Yanlış anlaşılmaktan da ödüm kopar. O nedenle, sakata gelmemek için biraz ayrıntılı anlatacağım meramımı.

Fî tarihinde Paris'te Pont Neuf köprüsünün üstünde gördüğüm sarışın bir kız vardı. Köprünün yan korkuluğuna oturmuş, bir ayağını da yukarı koymuş. Ben yüzünün güzelliğine aşık aşık bakarken, bir an, kısa şortunun (Ulan, şort zaten "kısa" demek değil mi teres?) içinden önce ten rengi külot zannettiğim, sonra ne olduğunu daha iyi idrak ettiğim bir güzellik gözüme çarptı. Sonrasını hatırlayamıyorum!

Orası Paris tabii ki. Medeniyetin beşiği. Ve burası İstanbul. Ya da Konya. Her neresiyse. Bizim buralarda bir kadının sokakta, vapurda, mağazada falan kukusunu fora edip sergilediğine tanık olan yoktur her halde aramızda.

Ama incecik askılı (hatta askısız) bluzlar içindeki kadınların, terleyen koltuk altlarını biraz ferahlatmak için mi bilemem, arada bir saçlarını arkada toplar gibi ya da mevcut topuzunu kontrol eder gibi yapıp ellerini başının arkasında birleştirmeleri ve koltuk altlarını cömertçe sergilemeleri, en azından bizim muhitte (Bağdat Caddesi galaksisinde) sık sık görülebilen "doğal" bir manzara.

Açık saçık giyinmeye yeltenen nişanlısını kızını karısını cendereye sokan erkekler tabii ki hem "yobaz" hem "despot", burası kesin. Hadi hep beraber:

"Kahrolsun erkek egemen toplum şekerim!"

"Pis mendaburlar!"

"Ay evet haklısın, körolasıcalar!"

"İğne batıralım!"

Tamam kahrolsunlar, batıralım, da, sen halka açık yerlerde yatak odası kıyafetleriyle dolanırken ve dahi hayrat kabilinden meme ucu, koltuk altı, bacak, göbek, sutyen askısı, döt dekoltesi sergisi açarken, koca/kardeş/arkadaş kadrosundan yanında bulunan ve etraftan zikercesine bakan erkekleri fark edip bir şey yapamamaktan dolayı onuru kırılan kim? Hı? Yanındaki o adam iskele babası mı? Acaba o, tam o anda, yani çevredeki erkek kalabalığının yanındaki kadına kerhane kapısında bekleşen abazan kalabalığı gibi baktığını fark edince ne hisseder bu zat? O kadar güruhu dövsen dövülmez, sövsen sövülmez. Sayıca çoklar. Çaresiz, sineye çekeceksin. Kız modern. Belki sen öyle yetiştirmişsin, belki de annesini örnek almış.

"Ama bu kadar da olmaz ki birader! Böyle de bakılmaz ki!"

Eeee? Bakıyor işte herif. Utanmasam ben de bakarım aslına bakarsan. Mahçubiyetimden bakamıyorum.

En iyisi, bunları dolduralım bir vapura, Suudî Arabistan'a postalayalım. Yani açık döte bakanları.

* * *

Her neyse… Açık dedim de, uğraşmış etmiş, açmış arabanın kapısını sonunda Kemal Bey. Bilirsin işte, aküsü dolu bir araba boşalmış olanın yanına aborda olur, motor kapakları kaldırılır, ara kablosuyla vın vın vınnnn, motor çalışır, akü yavaş yavaş "şarz" olur.

Fakat arabayı da öyle ortalayarak park etmiş ki kızımız, ne sağına ne soluna başka bir arabanın sığması imkânsız.

Oradan geçen bir taksiyi durdurup "şöfer"den rica etmişler. Yanaştırabildiği kadar yanaştırmış taksiyi. Uzun uğraşlardan sonra ara kablosunun boyunu ve işlevini denk getirmeyi başarmışlar, boşalan akü şarj edilmiş, cici kızımız otomatik vitesli otosuna -tek başına- binip gazlamış. Cüzdanındaki parasının büyük kısmını "ay yemeğe gidicektim" diyen kıymetli kızına çarptırıp, nesebi gayrı sahih velet gibi kaldırım kenarında terk edilen Kemal Bey de yine geldiği yoldan -akbil sağ olsun- benzer vasıtalarla işyerine geri dönmüş.

Yetiştirdiği evlâdın bencilliğinin sorumlusu da o olduğuna ve külfetine de gene kendisi -bilâhare, ona vekâleten başka bir herif- katlanacağına göre, biz çıkalım kerevetine.

* * *

Konu konuyu açıyor şekerciğim. Vaktiyle bir temizlikçim vardı, Yeter Hanım adında. Kocası her gün kahvede okey oynarken o el kapılarında çalışır eve ekmek götürürdü. Herif müzmin işsiz. Eş dost hamiyet gösterip bir yere soksa bile ertesi gün sudan bahanelerle gene çıkıyor (tıpkı ben) ve sonra kahvehaneye. Okey, elli bir, pişti. Arada bir okey tahtalarıyla kafa göz yarmaca. Haftada bir içip içip cam çerçeve indirmece. Sık sık karakolluk olup nezaretlerde gecelemece. Yetmezmiş gibi, her akşam bir temiz sopa Yeter'e. Fiks menü. Sebep arkadan gelir -ya da gelmez- ama dayak sporu Hamza eniştedeki negatif enerjiyi topraklıyor. Allah razı olsun icat edenden. Herifçioğlu erkekliğin kitabını yazmış. Ayriyeten, evin içinde cariyeler gibi dönüp hizmet etmekte olan yetişkin kızlara da ağza alınmayacak cinsten küfürler. Hayat böyle devam ediyor.

Kızların bir tanesi dayanamayıp karşı gecekondudaki evli herife kaçtı sonunda. Ama kurtulamadı. Ertesi sabah geri getirdi kaçtığı herif. Götürüp sağlık ocağında muayene ettirdiler. Neyse ki lastik patlamamış. Hepi topu üç beş fırça darbesi. İdare edilebilir cinsten. Tozunu silkeleyip gene pencerenin pervazına yerleştirdiler kaşık düşmanını.

Sonra daha uygun bir koca bulundu, biraz da elin oğlundan dayak yesin diye düğün dernek deplasmana gönderildi.

Sanma ki zorla oldu bu iş. Güle oynaya gitti haspa. Neticeten, onun da başka bir projesi yoktu zaten hayata dair. Belki üç kapılı buzdolabı. Duvara asılanından bir televizyon. Doğan görünümlü Şahin. Birkaç tane de bilezik mümkünse kollarına. Dirseklerine kadar sıralansa tadından yenmez yani. Dayak bu mutluluğun süsü. Vur aslanım! Patlat Recebim! Dükkân senin.

O günlerde, kız evli herife kaçtığında yani, Yeter Hanım kocasını alıp bana getirmişti biraz akıl fikir ihsan eyleyeyim diye. Okuma yazmayı biliyorum ya, say ki dava vekiliyim. Ben de akıl ne arar? Kim kaybetmiş? Bir iki haa hıı ettim, baş salladım, sakal falına baktım az biraz, "iyi olur inşallah" falan dedim, savdım Hamza enişteyi.

Fakat, hiç unutmuyorum o gün teresin ettiği bir lâfı:

"Niye kaçtı ki orospu? Erkek lâzımsa ben ne güne duruyorum?"

Sonradan hatırlattığımda Yeter Hanım, "bakma sen, kızgınlığından söyledi" dedi ya, kulak asma, denmiş denmiştir. O lâf ağızdan çıktı bir kere. Şimdi tutup okuma yazma bilmeyen kadına bilinç altı denen gâvur icadından ve Freud denen bir meymenetsiz herifin "dil sürçmelerinin aslında hasır altı edilmekte olunan gerçek istek ve niyetleri açığa vurduğu" mealinde bir hadisi bulunduğundan mı dem vuralım? Hayatta inanmaz.

Ben daha neler dinledim bu Yeter Hanım'dan ya, hepsini dilim varıp da anlatamam. Ama fırsat çıkmışken araya bir de şunu sıkıştırayım:

Bunların köydeyken tek göz bir konduları varmış. Ev dedimse, ahırdan hallice bir yığıntı. Başka köylerdeki ya da kasabadaki akrabalar misafirliğe geldiğinde yerlere serilen yan yana yataklarda balık istifi gibi uyunurmuş. Bildik pastoral manzaralar. Alttan ısıtmalı. Ahırdaki inekler fosurur, sen üst katta ısınırsın.

Bir gece, hafif bir inilti duymuş Yeter Hanım. Kafasını kaldırıp gaz lâmbasının ziyasında bakınca ne görse beğenirsin? Boyu devrilesice herif, baldızın bacaklarının arasında yaylanıyor. Kaltak desen güya derin uykuda. Bir acaip işler olup bitiyor ki kitaplara yazılmaz. Türkü yaksan yeridir.

"Oy vay" demeye kalmadan karıyı fark etmiş, kopmuş herif baldızdan. Sanki uyku sersemiymiş de olan biten her neyse ne yaptığını bilmeden olmuş gibi bir takım acemi pozlar. Bir de yüzsüz ki köpoğlusu sorma, zeytinyağı gibi suyun yüzüne çıkmış dakkasında:

"Yav, garışık guruşuk yatiysiiz, adamı günaha sokiysiiz."

Pekalâ, itiraf ediyorum, yukarıdaki son cümleyi aslında anonim bir fıkradan tokatladım. Yeter Hanım'a da iyi uydu doğrusu.

* * *

Fakat bir şey söyleyeyim mi? Ben bu Yeter Hanım'dan bir tek gün bile "biz kadınlar eziliyoruz, erkek egemen toplum, kadın hakları" diye bir lâkırdı işitmedim. Ona sorarsan, erkek ne yaparsa yapsın, hep haklı. Kocasının marizlemesi, kazandığı paraya el koyup elâleme kebap ısmarlaması, kızlara zulmetmesi ve diğer hırtlıkları "normaaaal". Bana göre hırtlık tabii ki, ama ona öyle görünmüyor. Erkektir, döver. Erkektir, üstüne kuma getirir. Erkektir, ayaklarını yıkatır. Erkektir, arada sırada yaramazlık yapar. Erkeğe niye yaptın diye sorulur mu?

Ama bizim Kemal Bey'in kızı gibi el bebek gül bebek büyütülüp, daha ilkokuldayken cep telefonu, lisedeyken piyano ve bale kursu, üniversitedeyken otomobil, nişanlıyken yazlık, evliyken seksî iç çamaşırı hediye edilen kızlar, işte onlar çok bilinçli. Onlar kadınların ezildiğinin ve her yerde erkeklerin ayrıcalıklı olduklarının farkında. Yeter Hanım'ın erkeklere kızmak aklının ucundan geçmiyor ama Kemal Bey ve benzerlerinin kızları iliklerine kadar hınç ve gerilim dolu.

Şimdi bu Kemal Bey'e de Freud'dan bahsetsem "aaa biliyorum canım" der. Bilir de sahiden. Okumuştur gençken. Gerçi şimdi Bekir Coşkun ya da Emin Çölaşan falan okuyarak kurumuş olan beynini eşelese Hazreti Freud'dan bir kaç tane klişe cümle bulup çıkarabilir mi, emin değilim. Sohbet olsun diye ben bir tane hadis takdim edeyim. Hatırlayabildiğim kadarıyla, bu Freud efendi, kadınlarda "penis kompleksi" diye bir şeyden de söz ediyordu. (Sallamıyorumdur inşallah. Vardı galiba böyle bir şeyler psikolojide. Eğer orada yoksa, biyolojide falan kesin vardır.) Bu Freud zibidisine göre kadınlar, kendilerinde de penis olsun isterlermiş ve yok diye çok hayıflanır, erkekleri için için kıskanırlarmış.

Yani hangi kadınlar? Sanırım, bu herifçioğlunun yaşadığı dönemin Viyana'sının zengin semtlerinde oturan tuzu kuru ve apış arası nemli burcuva kadınları. Bir de bizim Arnavutköylü Suadiyeli Teşvikiyeli tuzu kuru haspalar. Konuşmalarına "ben bir iş kadını olarak" diye başlayan, zaten büyük ölçüde erkekleşmiş, penis gibi konvansiyonel bir eklentileri olamadığı için telâfi kabilinden ciple gezen, her daim pantolon giyip her daim haz peşinde koşan, güç ve iktidar tutkunu; ve tabii ki ağızlarının her açılışında "erkek zulmünden" bahseden fevkalâde kişilikli ve fevkalâde bilinçli kadınlar.

Bu kadınlarımıza yaratandan akıl izan niyaz etsem, bînamazın tekiyim, niyaz mercii bana kulak asmaz. Bari ben de onlara -kızıp köpüreceklerini bile bile- birkaç "erkek egemen" tavsiyede bulunayım.

Yek:

Vaktiniz varsa Serdar Akar'ın "Barda" filminin DVD'sini falan bulup izleyin. Sonra aranızda tartışın. Bakalım etrafınızdaki akil insanlar size bu konuda ne diyecek.

:

Film falan aramaya vakti olmayanlara ben birkaç ipucu vereyim. İnanmayacaksınız ama, buralar Beverly Hills falan değil. Dötün arasına giren el kadar şortlarla, "rahat" tavırlarla, eğilince göbeğe kadar "buyur seyret" diyen dekolte kıyafetlerle, biz erkeklere ufak çapta bir "kukusunu gördüm" hissiyatı yaşatan nemli koltuk altlarıyla, kıymetli kadınlarımız, aslında özgürlüğün değil yosmalığın pratiğini yapmaktadırlar. Biz farkında olsak da olmasak da, yolumuza çıkabilecek potansiyel tecavüzcülerden oramızı -açıkça ifade etmeksizin- koruyan, bunu görev bellemiş birtakım ağabey, boyfrend, ahbap, bakkal amca, şoför efendi, garson bey, enişte, dayı falan vardır. Bu "özgürlüğü" onların inayetiyle kullanırız.

Se:

Özgür -ya da kişilikli- olmayı erojen bölgeleri cömertçe (az biraz da küstahça) sergilemekle karıştıran ve bu anlayış kıtlığı yüzünden de başı örtülü kızları özgürlükten yoksun cahil robotlar sürüsü zanneden, onların en temel hakları arasında olan üniversite tahsilini bile "yooo, başını açmadan olmaz" diye şarta (şantaja) bağlayan askerî nizamı "çağdaşlık" zanneden bir kafa yapısı, affınıza sığınarak söylüyorum, dangalak bir kafa yapısıdır.

Cehar:

Yukarıda özetlemeye çalıştığım bu kafa yapısını biraz daha tanımaya çalışalım. Çağdaş yaşamı korumaya meraklı kadınlar olarak eğer sahiden de "özgür" ve "eşit" olmak gibi bir emelimiz varsa, hiç olmazsa gidip karate, kungfu falan öğrenelim. O da yetmez, silâhlanalım. Yani şöyle tank tüfek kobra helikopteri falan. O da yetmez, nötron bombası, ışın tabancası, lazer kılıcı falan edinelim. Zira, arzuladığımız türden bir özgürlük, ancak tüm olası tehditleri daha yüksek bir tehdit gücüyle sindirebilecek kudret ve zorbalıktan geçer. Ama o zaman biz de çevreye yönelttiğimiz bu tehditin (yıkıcı güç birikiminin) kölesi durumuna geliriz, ki o da bambaşka bir açmazdır maalesef. Şu anda o "hayvan" falan dediğimiz ve kendi mutsuzluğumuzun müsebbibi zannettiğimiz erkek milletinin düştüğü durumun aynadaki yansıması gibi diyeyim de sen anla şekerciğim.

Penc:

Ya da en iyisi biz sahip olduğumuz hayat algısını bir sorgulayalım. En basit gündelik işleri bile bunları üstlenmeye gönüllü -olmaya şartlandırılmış- erkeklerin sırtına yıkarken hatırlamadığımız kişilik ve özgürlük teranelerini, onların üzerlerindeki yükün küçük bir kısmını da biz üstlenerek daha anlamlı hale getirmeyi deneyimleyelim meselâ. Basit şeylerden başlayabiliriz. Örneğin, otomobilimizi başkalarının alanlarını gasp etmeyecek şekilde (daha özenli) parkedebiliriz… Ya da evimizdeki tozu gübürü alt kattakilerin tepesine silkelemekten vazgeçebiliriz… Ya da cinsel tatminsizliğimizi sanal bir çük gibi beynimizde taşıyıp, sonra da tüm erkekleri istisna gözetmeden "öküz, hanzo, mal" diye sınıflandırmaktan imtina edebiliriz… Ya da bizim iffetimizi korumak gibi ağır bir yükü omuzlarında taşıyan akraba erkeklerin yanında bir parça daha mazbut davranabiliriz… Ya da…

Şeş:

Bu "erkek egemen" denen düzenin hakikaten de yapısal olarak öyle olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama bunu deşifre ediş şeklimizde bir sorun olabilir. Bir kere, dünyadaki tüm erkeklerin sevinçle el çırpıp "yaşasın, ben egemenim, hazır fırsat varken şu kadınları bir ezeyim de görsünler günlerini" diye sevindiklerinden emin miyiz? Bu "egemenlik" dediğimiz nesnenin erkeklere çıkardığı faturayı da arada bir sorgulasak meselâ. Güç, öyle bir belâ ki, aynı zamanda onu elinde tutanı da sınırlayan, köleleştiren, kendi fasit dairesine hapseden bir şey. Bunun tutkunu olmayan, bunu talep etmeyen için taşınması külfetli, ağır bir yük. Kurulu düzen, görünürdeki "küçük egemenlik" hakkını erkeklere ciro ederken, onları pek çoğunun taşımakta zorlanacağı bir dizi eziyetin de altına soktuğunu fark edebilsek.

* * *

Şeş'ten sonraki sayıları bilmediğim için saymayı bırakıp düz hesapla özetleyeyim:

Aile adına kararlar almak, sokağa çıkıp nafakasını aramak, askerlik yapmak ve daha birçok zor iş, ekseriyetle erkeklerin üstüne yıkılıyor. Sokakta bir başına hayatta kalma mücadelesi veren erkek, tehlikeleri yakından tanıyor, içinde korkular biriktiriyor, akşamları eve daha da vahşileşmiş olarak dönüyor.

Vahşi mahşi, hem de kaba saba; fakat aynı zamanda hayat tecrübesi edinmiş olarak dönüyor yine de. Evin korunaklı atmosferinde saklanan kadının henüz tanışmadığı yeni bilgilerle mücehhez. Bedeli ödenerek edinilmiş fazlasıyla sahici ve çıplak bilgiler. Televizyon dizilerinde ve kişisel gelişim külliyatında pek rastlayamayacağın türden.

Ezile ezile sertleşiyor erkek. Aynı anda tunçlaşıyor. Ne var ki doğru dürüst ifade edemiyor öğrendiklerini. Bu ona öğretilmemiş.

Savaşlarda hep erkekler öne sürülüyor ve suskun tabutlar içinde evlerine yine onlar dönüyor. "Ezilme" konusunda sesleri en gür çıkan tuzu kuru okumuş kadınlarımız görece bir refah içinde yaşarken, bunları onlara sunabilmek adına kaldırımlara dökülen, iş arayan, kapılardan kovulan, zorlukları, aşağılanmayı, boşa harcanmış hayatları içlerine sindiren ve kendilerine öğretilmediği için bundan yakınmayı pek akıllarına getirmeyen erkeklere borçlu oldukları şeylerden söz etmeyi pek istemiyorlar.

Bazılarımız "ben diplomalı bir kadınım, ekmeğimi de kendim kazanıyorum, tek taşımı da kendim alıyorum, buna rağmen gene de sömürülüyorum" mu diyoruz? Haklıyız! Kazanacağız! Ama sırası gelmişken şuna da bir cevap arayalım: Evdeki musluk bozulduğunda, çatı aktığında, geceleyin balkondan bir tıkırtı geldiğinde, sokakta sarhoşun teki yıvıştığında, sorunla ilk kim ilgileniyor? Kim çıkıyor bir adım öne?

Bazı evlerde bazı erkeklerin karılarıyla aralarında sürüp giden sinir harbini her kaybedişte beş parmağı havaya kaldırmalarındaki aczi "egemenlik" olarak görmek için, egemenlik tanımının içini iyice boşaltmış olmak gerekiyor. Sadece zarfa değil az biraz da mazrufa bakmayı öneririm böylelerine.

* * *

Geleneksel kadın/erkek dengesi bozulalı çok oldu. Tüketime dayalı ekonomik düzen birçok yerde kadınları da evlerinden çıkarıp çalışma hayatının içine dahil etti. Hatta bazı evlerde erkek evde oturup, yemek temizlik falan yapıp, çalışan karısının işten dönmesini bekliyor. O zaman da roller değişiyor zaten. Ama tabii ki bir lâhzada ve kökten değişmiyor.

Çünkü, Marx efendi hazretlerinin de buyurduğu gibi, altyapı ile üstyapı karşılıklı etkileşim halinde. Önce altyapı (üretim ilişkileri) bir nedenle değişiyor, ama üstyapı (kültür) bundan her ne kadar etkilense de, hatta değişim süreci tarihsel bir zorunluluk olarak tıkır tıkır işliyor olsa da, bu değişim bir anda değil, usul usul, yedire yedire, kanırta kanırta gerçekleşiyor. Şu an yaşamakta olduğumuz gündelik rutinin sosyolojik meali de bana -basitçe- buymuş gibi görünüyor.

Ne dedik? Üretim ilişkileri zaman içinde değişiyor. Eskiden başka türlüydü, şimdi başka oldu. Yarın muhtemelen daha da değişecek. Hayatın dinamiği zorluyor bunu. Değişim tekerleği kesintisiz dönmekte. Öyle buyuruyor diyalektik hazretleri.

Nasıl ki içinde olduğumuz araba sıkışık bir trafikte öne ya da arkaya doğru hareket ettiğinde, aslında hareket edenin bizim araba mı yoksa bizimki hariç diğer tüm arabalar mı olduğunu ilk anda kestiremiyorsak, yaşadığımız süreci de içinden bakarak kesin bir doğrulukla tarif edemiyoruz. Bunda da şaşılacak pek bir şey yok.

Ama yine de değişiyoruz şekerciğim. Hayatımız değişiyor. Benim gündelik pratiğim ve bakış açım babamınkinden farklı. Babam neredeyse her gün "emirlerime harfiyen riayet edilecek" derdi, ben hiç kimseye (kedilerime bile) öyle şeyler söylemiyorum. Söylemem de gerekmiyor.

Evlere temizliğe giden Yeter Hanım kadın haklarından, eşitsizlikten, özgürlükten falan bahsetse, onu sonuna kadar haklı bulabilirim. Çünkü gerçek anlamda ezilen ve sömürülen o. Hem kurulu düzen hem de bu düzenin uç beyleri olan akraba erkekler tarafından itilip kakılıyor, kazandığı para gasp ediliyor, bir tür kayıt altındaki köle hayatı sürüyor.

Ne var ki, o erkekler de gene aynı düzen tarafından itilip kakılıyor, sömürülüyor. Hem de ne sömürülme; yamyassı eziliyorlar. Daha da beteri, dışlanıyor, çöp muamelesi görüyorlar. İş bulma ve işyerlerinde köleleşme şansını elde edebilenler bir tık yukarıya atlıyor. Köle olma lüksünden bile yoksun çünkü bazıları. Geleneksel değerlerin kendisine yüklediği ve "bakalım becerebiliyor mu" diye her fırsatta denetlendiği "erkeklik" rolünü bile yerine getiremeyip her gün bir kez daha madara oluyorlar. Madara oldukça da hep biraz daha erkeksi görünmeye çalışarak zevahiri kurtarma derdine düşüyorlar.

Bir konuda hemfikiriz, karısını/kızını dövmek gene de erkeğin suçu. Elleri kırılır işşallaah! Teneşirlere gelir!

Peki onun işyerlerinde pestilinin çıkarılması ya da işsiz kalması ve çoluk çocuk eline bakması kimin -ya da neyin- suçu?

Onlara doğru düzgün eğitim yaptırabilme olanağından yoksun olan fakir ailelerde, sapa taşra kasabalarında, köylerde, mezralarda dünyaya geldikleri ve fırsat eşitliği denen şeyi hiç tanımamış oldukları için de suçlayalım mı bu "egemen" erkekleri?

Dahası, içinde gözünü açtıkları ve sorgulayabilme ayrıcalığına ne aklen ne ruhen hiç sahip olmadıkları yerleşik kültürel miras, onların ufkunu kulaktan dolma klişelerle sınırladığı için de suçlayalım mı?

Yoksulluk ve çapsızlık tarafından ezilip birer süprüntü olarak hayatın kıyısına iteklenirken ve kendilerinin yerine çalışan karılarının eve getirdiği ekmeği ezile büzüle yerken ve dahî geleneksel toplumun kendilerine şart koştuğu standart "erkeklik" rolünü döşek de dahil hiç bir yerde lâyıkıyla yerine getiremezken, adam akıllı küçülüp yerin dibine geçtikleri ve bir metafor olarak ellerinde kala kala çüklerinin muhayyel "koyma" potansiyelinden başka bir iktidar söylemi kalmadığı için de suçlayalım mı?

Bu erkekler, kahvehanelerdeki bulvar gazetelerinin başlıklarını bile dudaklarını kıpırdatmadan heceleyemezken, onlardan sosyolojik/psikolojik analizler yapmalarını ve eve gittiklerinde "dur karıcığım, bugün de ben sileyim dolap arkalarını" demelerini kim istemez? Ama bugün için bunu ümit bile edemiyoruz maalesef. Biz gene de yazalım deftere, borçları olsun.

Onlardan böyle olgun davranışlar bekleyemiyoruz. Çünkü, verili bir değer olarak, zihinsel + ruhsal kalibreleri buna uygun değil. Yeter Hanım ve hemcinsleri için kısa vadede sabah ekranındaki çadır tiyatrosu türünden programları seyredip, hatta oraya bizzat çıkıp, akortsuz sesleriyle cırlamaktan, saç baş yolmaktan, kadın kadına göbek atmaktan daha iyisini ummak da, karısına "lütfen" diyen bir çöpkent erkeği aramak da, şu zaman diliminde ütopik feministlerden başkasının harcı değil. Yeter Hanım cahil, boşanmayı -ve boşandığı kocasıyla olan kavgasını feminist sloganlar üzerinden sürdürmeyi- şimdilik akıl edemez.

Ama daha doğarken hem felekten torpilli hem de hali vakti yerinde bir ailenin hoppacık zıppacık evlâtları olarak dünyaya gelen, çiçekli bahçemizin yollarında koşarak büyüyen, en iyi mekteplerde dershane destekli tahsiller hıfzedip, diplomayı kapınca en kabadayı holdinglerde iş bulabilen, kendi kazandığı parayla avrupalarda ve hatta tropik adalarda tatil yapabilen, üstelik de müreffeh bir ailede boy vermiş her genç hanımefendi gibi, boşandıktan sonra da yeni aşklar yaşayabilme imkânına sahip -fizikman da Yeter Hanım ve benzerlerinden daha şanslı- kadınların tutup da "eziliyoruz" totolojisine sarıldıklarını, fönlü saçlarıyla yürüyüş falan yaptıklarını, bildiri yayınladıklarını gördüğümde, aklıma sahiden ezildikleri değil de, egolarını sığdırabilecekleri cesamette bir kisve bulmakta zorlandıkları geliyor.

Eh, o zaman gazetelerin pazar eklerinde falan gırla giden alabildiğine sığ ve popülist sloganlara sarılmak da ayakları yerden kesilmiş tüketim toplumu insanını o an için rahatlatıyor.

Feminizm'i esas itibariyle çatışmacı ve ötekileştirici bir ideoloji olarak görürüm. Pek yüz vermem. Ama havalarda uçuşan bu ucuz sloganlar, bu haliyle, rahmetli Feminizm'i bile yattığı mezarında ters döndürecek kadar derme çatma kaçıyor.

Erkekleri pek kaba ve kötücül bulan hanımlara bu kisvenin bu cılız vücutta çuval gibi durduğunu anlatmaya ne sabrım ne de belâgatim elvermiyor.

Kötü kalpliyim, hem de erkeğim ya, her halde ondan böyle kaka şeyler düşünüyorum.

Ya da belki çok insan tanımışımdır da ondandır.

* * *

Sözün özü şu ki şekerciğim, bu ayaklar koktu artık. Sen git o "eziliyoruz" sohbetini yarı karanlık barlardaki zampara adaylarıyla yap. Bu boş lâflara en iyi onlar kulak kabartır. O akşam için umdukları bir şeylerin hatırına. İnanıyorum ki hepsi sana her cümlenden sonra "çoook, çok haklısınız" diyecektir. Şarkısı bile var bunun. İstersen mırıldanabilirim.

Ama benim bu palavralara karnım tok şekerciğim. Ezilmek öyle olmaz. Yani, eğer bir diplomalı kadın olarak eşit işe eşit ücret alamıyorsan, bunun nedeni "erkek egemen" önyargılar olabileceği gibi, düşük performans, doğum izni, vıdıvıdı, uyumsuzluk, rekabet azlığı ve benzeri "rasyonel" veriler de olabilir. Kapitalizm'in verileri. Ben hakikati sadece senin mızıldanmalarını dinleyerek anlayamam. Haklı olduğunu daha somut verilerle ortaya koyman, daha inandırıcı olman gerek.

Hem bu "eziliyoruz" söylemi o kadar ayağa düştü ki, Ayşe Arman bile kullanıyor artık. Ama tabii ki "akıl denen o mühim organ" gibi gayet derin felsefî cümleler kurabilen bu kıymetli hanımefendinin hangi referanslarıyla bir sürü yüksek kalibreli erkeğin önüne geçtiği ve medya starlığı işini nasıl kaptığını bilemiyoruz. Tek bir örnek de sayılmaz üstelik; ben diyeyim Ayşe, sen anla İclal, Ruhat, Dilek, Hande, Defne, Deniz, Hülya, Emel, Oya, Ebru, Hale, Jale, Lâle…

Hem bu "ezilme" klişesini azıcık zahmete girip eşelesek, belki de altından güç ve iktidar denen menhus hususiyetleri değer piramidinin en üstüne koymak gibi bir bokluk çıkacağını da görebiliriz. Niçin kadın ve erkek arasındaki ilişki her ahval ve şeraitte ille de ezme ezilme kaldırma koyma kıçüstü oturtma ilişkisi olarak görülsün? Niçin kadını ve erkeği ille de tam anlamıyla simetrik iki nesne gibi algılayalım? Sahiden eşit miyiz biz? Ne zaman eşit olunmuştu da bu eşitlik sonradan bozuldu? Bırak karşılıklı cinsiyetleri, aynı cinsin insanlarının bile hangileri eşit?

Yani, eşitlik derken?

Kötülükte mi eşitlik? Şefkatte mi? Zulmetme eşitliği mi? Hemhal olma, dayanışma, en azından ezmeme olgunluğunda mı eşit olsak acaba? Hangisi?

Eğer eşitlikten kastedilen, Yeter Hanım'ın yaşadıklarının yaşanmamasıysa, o bundan pek de şikâyetçiymiş gibi görünmüyor, sana ne oluyor? Şikâyetçi olduğunda da bu tip insanlar zaten senin yakınından bile geçemeyeceğin kadar radikal olabiliyor. Yeter Hanım gibiler için her zaman kapının ardında duvara dayalı bir balta ya da mutfak dolabında kuzu kuzu yatan bir ekmek bıçağı bulunabiliyor. Sorunu kendi meşreplerince öyle ya da böyle çözüyorlar. Sen o sırada orada olmuyorsun. Ben de.

Yok, sen kendi hayatını kastediyorsan, nerede ve nasıl bir eşitsizlik var şikâyetine konu olan? Kocan ya da ağabeyin çok mu agresif? Testesteron yarıştırmadan duramıyor mu? İyi, peki, anladım. Ama hatırlatırım, onun bedeni sahiden de testesteron salgılıyor. Ve bu da belki kâfî miktarda hamlıkla da birleşince, ortaya tahammül fersa bir gıcıklık ve uyumsuzluk potansiyeli çıkarıyor.

Eğer öyleyse, bu erkek şimdi değilse bile daha sonra mutlaka kendi uyumsuzluğunun mağduru olacaktır. Bulacaktır yani lâyığını, sen hiç dert etme. Belki tüm hayatı kahvehaneyle ev arasında gidip gelerek geçtiği için, belki bir gece bir kuytuda boş böğrüne tornavidayı yiyeceği için, belki hayatı boyunca bir kadından "seni seviyorum" sözünü işitemeyeceği için, belki ihtiyarladığında kendisi gibi boktanlaşmış evlâtları tarafından ortada bırakılacağı için…

Şımarıklık ve bencillik denen şey, bumerang gibi er geç geri döner ve sahibinin alnının ortasında patlar, sen üzülme.

* * *

Gelgelelim, eğer erkeğin "düzgün otur, o bluzu giyme, pencereden bakma, yüksek sesle gülme" ve benzeri hötzötlerinden şikâyetçiysek, yukarıda da değindiğim gibi, kadından yayılan ve sokaktaki yabancı erkeklerin kasıklarını kamaştıran cinsel çağrışımların bekçisinin, istesek de istemesek de erkek kardeşler kocalar babalar olduğunu da hatırımızda tutalım. Sokakta yürürken arkasından "pezeveeeenk" diye lâf atılacak kişilerin onlar olduğunu da.

Unutma ki, erkekleri en çok kayıranlar bizzat kendi anneleridir. Buna için için öfkelenen kızkardeşler de -her nasılsa- anne olduklarında aynı geleneği sürdürürler. O erkekler durduk yere çocuk kalmıyor. Onlara kaç yaşına gelirlerse gelsinler, prens muamelesi yapan bir "erkek egemen" anneleri oluyor.

Tümüyle sebepsiz de değil aslında bu. Daha bir iki kuşak öncesine kadar erkeksiz bir kadın ölü bir kadın demekti. Hayatta kalma, karnını doyurabilme, orta malı olmama şansı ancak bir erkeğin himayesine girerek (kişiye özel köle olarak) mümkün olabiliyordu. Yoksul bölgelere, hatta şu an yaşadığın kentin kenar semtlerine gidip bakarsan, bugün bile bu çizdiğim acıtıcı tablonun geçerli olduğunu görebilirsin.

Şu soruyu sormalıydın: Sadece kendi karnını doyurmakla değil, aynı zamanda karısı ve dünyaya getirttiği sıpaları başta olmak üzere bir tabur insanı daha doyurmakla yükümlü kılınan erkek, bir de bu yükü taşıyabilecek güçten yoksunsa ne olacak?

Söyleyeyim: Avrada dayak. Oğlana dayak. Kıza dayak. Gücü yetiyorsa konu komşuya, yoldan geçene, geçmeyene, bakana, bakmayana dayak. Yoksulun ve eziğin belki de tek tesellisi.

Dayağın sadece yiyenin değil atanın da içini çürüten bir vicdan yarası olduğunu az çok biliyorsak, buradan kan davası üretmenin anlamsızlığını da biliyoruz demektir.

Benden dost tavsiyesi; sen en iyisi biraz hanım hanımcık otur, donun görünmesin. Koltuk altlarını göbeğini memelerini de yabancı erkeklere her fırsatta sergileyeceksen, en azından bil ki, o erkek birazdan kenefte senin oralarını hayal ederek… Çavuşu…

Öyle maalesef.

Ve en önemlisi, yat kalk senin için risk alan, sen hafif meşrep davrandığında gururu incinen, sırf bunu yaşamamak için senin bir sürü sorununu önceden sezip önlemeye çalışan, buna neye yaradığı su götürür bir "erkeklik" efsanesini yaşatabilmek adına gönüllü olan tüm o erkeklere bir nebze müteşekkir kal. Daha fazla ezme onları. Zaten darbeliler. Gizlemeye çalışıyorlar. Onlar da senin gibi öcüden, hortlaktan, kem gözden, kediden, fareden korkuyorlar.

O sakalları batan rakı kokulu heriflerin aslında dıştan erkek içten çocuk olduğunu hatırla arada bir. Aslında senden üstün hiç bir yanları olmadığı halde, senin muhafızlığına soyunmak gibi akıl dışı bir işe koşulup kendi hayatlarını içinden çıkılmaz yapmakta olduklarını hatırla. Asıl mağdur, belki de bizzat kendileri.

Güçsüzlük, gizlenmeye çalışıldığında daha da büyüyor. Erkeğin zaafı da bu. Sen sen ol, saklamak zorunda bırakılmadığın bu "güçsüzlüğünün" tadını çıkar şekerciğim. Bu sana altın tepside sunulmuş bir armağan aslında, farkında mısın değil misin, bilemiyorum.

Ya da -en azından- kes şu vıdıvıdıyı! Bak, çarpacam bi tane ha!

Ha ha haaaa! Şaka yaptım… Mektubuma son verirken, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden, genç kızların, rabbim ne verdiyse artık, oralarından…

Hadi kal sağlıcakla. Kasma kendini bu kadar. Hayat çok kısa.

Yorumlar

Şu cümleyi yazan ellerinizden öperim. "Şımarıklık ve bencillik denen şey, bumerang gibi er geç geri döner ve sahibinin alnının ortasında patlar." Diğer tüm erkek dişi-güç iktidar-itiş kakış türü insan halleri, tırışka kalıyor bu sağlam belirlemenin yanında. En az bu tespitiniz kadar kıymetli sorunuzun da sahiplenilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Eşitlik, ama ne ile, neye veya kime eşit olmak?

Pantolonlu Dişi - 2 Eylül 2009 (08:57)

14-15 yaşlarımdayken, bazı erkeklerin mini etekli, askılı bluz giymiş kızlara neden yiyecekmiş gibi baktığını anlamaz, anlamadığım gibi bir de bunu kontrol etmek ellerindeyken öyle yapmadıkları için suçlardım onları.

Ezilmeyen, "özgür kız" olmanın çok mühim bir şey olduğunu, bunun yolunun da o erkeklere haddini bildirmekten geçtiğini sanırdım.

Erkeklerin testesteron hormonundan, birçoğunun sadece kendilerine ket vurma konusunda daha becerikli oldukları için bu tarz kıyafete, tavırlara aldırmaz görünmesinden falan haberim yoktu. Her şeyden önce bunun bir dayatma, dolayısıyla karşısındakini hiçe sayma, şımarıklık ve tabii bencillik olduğunun da farkında değildim. Sonra öğrendim (:

"Güçsüzlük, gizlenmeye çalışıldığında daha da büyüyor. Erkeğin zaafı da bu. Sen sen ol, saklamak zorunda bırakılmadığın bu 'güçsüzlüğünün' tadını çıkar şekerciğim. Bu sana altın tepside sunulmuş bir armağan aslında, farkında mısın değil misin, bilemiyorum."

Yazının en çarpıcı bulduğum bu bölümünü okuyunca anladım ki konuyu hiç bu şekilde düşünmemişim. Farkında bile değilmişim yani.

Anlamak ve hayatı kolaylaştırmak adına paylaşılan tüm bu fikirler için teşekkürü bir borç bilirim.

Fersan Cevriye - 3 Eylül 2009 (14:16)

"Konuşmalarına "ben bir iş kadını olarak" diye başlayan, zaten büyük ölçüde erkekleşmiş, penis gibi konvansiyonel bir eklentileri olamadığı için telâfi kabilinden ciple gezen, her daim pantolon giyip her daim haz peşinde koşan, güç ve iktidar tutkunu; ve tabii ki ağızlarının her açılışında "erkek zulmünden" bahseden fevkalâde kişilikli ve fevkalâde bilinçli kadınlar."

Yukarıdaki paragrafı okuduğumda, bunları yazanın benim söylediklerimi doğru anlayabilmiş ve kendini iyi yetiştirmiş müridlerimden biri olduğunu zannettim. Risaleyi yazan Necdet Şen'in müridim olmadığını anlayınca da epeyce hayıflandım. Hem müridim olmasın, hem de ayetlerimi hakkını vererek tefsir etsin, pek akıl alır gibi değil.

Psiko-analitik kuramı oluştururken epeyce abuk sabuk lâf ettim, kabul; ama ettiğim doğru lâfları bile hakkıyla anlayanların sayısı pek fazla değil. Bu yüzden, kuramımın hakkını veren birini bulmuşken hasbıhâl etmeyi çok arzu ederim. Bu tarafa yolunuz düştüğünde mutlaka buluşalım. "Tez zamanda görüşmek dileğiyle" desem acaba size sanki bu taraf için davetiye gönderiyormuşum gibi olur mu? Aman olmasın.

"Penis Kompleksi" dediğiniz sözün doğrusu "Elektra Kompleksi" olup şakirdlerimden Carl Jung'a aittir. Hemfikir olduğum bu görüşü psiko-analitik kurama dahil ettim. Bu işin fazladan bilgi kısmı. Mühim olan ayetin içeriğini doğru anlamak ve taşı gediğine koymak, aynen Necdet Şen'in baştaki paragrafta yer alan tefsiri gibi.

Sigmund Freud - Cennet-ül Firdevs, 5 Eylül 2009 (16:59)

Yazıdaki her cümleye hayatın bana hediye ettiği tüm farkındalık, deneyim, bilgi, görgü vs ile şahitlik ederim. Eşitliğin, hangi eşitliğin, bir manifestosu olarak "sözde" feministlerin duvarına asılası bir yazı olmuş. Birinin bunları tam da bu cümlelerle bu kadar açıkça ifade etmesi lâzımdı.

Yazıdaki tabloya, evde öğlenlere kadar uyuyup, öğleden sonraları ya gün gün ya da dükkân dükkân gezen, ev işlerini hizmetçilere gördüren ev hanımlarının akşam işten pestili çıkmış bir vaziyette gelen beylerine ayaklarını uzatıp tv izliyor, sofra kurmaya yardım etmiyor diye ettikleri kaprisi de ekleyerek minik bir katkı da ben yapayım dedim.

Yüreğinize sağlık Necdet Şen.

Dilek Y. - 6 Eylül 2009 (09:38)

Yazı çok uzundu ama okuduğuma değdi doğrusu… "Şımarıklık ve bencillik denen şey, bumerang gibi er geç geri döner ve sahibinin alnının ortasında patlar" lâfını Necdet Şen'den özlü sözler belleğime kaydettim.

Bir bayan avukat olarak avukatlık da dahil birçok mesleğin kadınları erkekleştirdiğini hakimlik (q bilgisayar- virgülü bulamıyorum- ışıklar yoktu ödevimi yapamadım gibi oldu ama) bakanlık gibi yöneticilik gerektiren işlerde kadınların duygusallıktan ve evdeki sorunları işe işteki sorunları eve getirmekten (hala bulamadağım virgül) östorojenden vs vs pek verimli olamadığını düşünüyorum.

Kadınlara bir ülkenin uyguladığı gibi öğretmenlik virgül doktorluk hemşirelik vs gibi mesleklerde pozitif kota uygulayıp diğer grupta sayıyı az tutarak ucuz işçilikten çıkarıldığı -Mısır'dı galiba- (beni gidi yobaz beni, verdiğim örneğe bak) uygulamayı doğru buluyorum. Evde oturup okuldan gelen çocuklarına kapıyı açabilecekken eşlerine yorgunluktan canı çıkmamış olduğu için bir günde başım ağrıyor teranesine yaslanmadan otobüsdeki 'hırto' ya veya işyerindeki patron kılıklı 'hanzo'lara değil de eşine süslenip kokular sürünecek olsalar dahi üstelik ucuz işçi olarak piyasayı düşürmedikleri için eşlerinin elleri hiç olmadığı kadar dolu geleceğini bilseler de bana karşı çıkacaklardır hemcinslerim.

"Ahh evraka nerede özgürlük canım" değil mi!

Anti Feminist - 1 Ekim 2009 (23:20)

Sayın Anti, Q klavyede virgül, Enter tuşunun hemen üstündedir. Doğrusu bu kadar göz önündeki bir şeyi nasıl bulamadığınıza şaşırdım kaldım.

Büdütör - 2 Ekim 2009 (00:41)

Afedersiniz… Q bilgiyarın F'ye çevrilmiş daha doğrusu galiba çevrilememiş hali, yanlış belirtmişim…

Anti - 2 Ekim 2009 (10:27)

Sayın necdet şen, harikulade bir yazıydı. Kaleminize sağlık.

Melâhat Erdoğan - 13 Nisan 2011 (14:19)

Yazınızı okurken önceden üzerinde pek düşünmediğim meselelere aydım biraz. Emeğinize sağlık. Feminizm ile güç savaşı arasında çok bir fark olmadığını belki seziyor, ama şu anki kadar açık idrak etmiyordum. Buraya yazmadığım diğer şeyler bir yana, gerçekten gönülle yazılmış bir yazı okumanın tadına varmak çok güzeldi. Gönül gözüyle kavranmaya çalışılan tüm soru ve sorunların çözümünün, hani en azından biz şehirli tuzu kuruların ruhlarında çözümünün, öyle çok da uzak olmadığını gördüm bir kez daha. Biraz ilgi, biraz merak, biraz şefkat, erkeklere, hemcinslerime ve erkek egemenliğe dair daha hakikate yakın bakış açılarına ve yumuşamış duygulara kavuşmak için yeterli belki de.

Aslında çok sevdiğim bu yazınız için size nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim, dilim döndüğünce bir şeyler yazmışım. Bu uzun yazıdaki emeğinize teşekkürden de öte söylemek istediğim galiba- gönlünüze bereket…

Elçin Balkuv - 19 Kasım 2014 (22:18)

Yazınızın bir yerinde baskıcı erkekler için "trenlere dolduralım Suriye'deki deyr zor çölüne gönderelim" diye bir espri yapmışsınız ya, ona güldüm acı acı.

Bu yazıyı yazdığınız tarihte siz de bilemezdiniz biz de, hatta hiç birimiz bilemezdik, bu yollama işinin yönü tam tersine döndü, artık oradakiler buraya geliyor.

Recep İvedik kafası nelere kadir değil mi?

Kardeşim Eset - 8 Mart 2017 (11:09)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

125
Derkenar'da     Google'da   ARA