Patronsuz Medya

"Ofis basması" yıllarının fikir hayatı

Necdet Şen - 20 Nisan 2002  


İlkokul öğrencisi olduğum yıllarda, bazen okula tanımadığımız birileri gelirdi. Müdürün emriyle tüm öğrenciler okulun müsamere salonuna doldurulur, çoğunlukla Ankara'dan gönderilmiş kerli ferli bir adam sahneye çıkar, mikrofondan biz öğrencilere bir-iki saat süren hamasî konuşmalar yapardı.

Bu konuşmalarda genellikle devletin resmî siyaseti körpe zihinlerimize nakşedilir, sonra hep birlikte "Türk yılmaaaz! Türk yıııılmaaaazzz! Cihaaan yıkılsa, Tüürrkk yııılmaaaazzzz!" diye marşlar okuyarak evlerimize dağılırdık.

Çok severdim o konuşmacıları bu yüzden. Çünkü bir tek onların geldiği günlerde dersleri kaynatma ve okulu erkenden terk etme şansımız olurdu.

Benim büyüdüğüm altmışlı yıllarda ve delikanlılık yıllarımın heba olduğu yetmişli yıllarda tek bir ses ve tek bir buyruğun altındaydık. O buyurgan ses, devletin sesiydi. Artık ona "derin devlet" diyorlar. Çağın rüzgârından korunmak için derine kaçtı, artık oradan yönetiyor.

Yetmişli yıllarda fikir hayatımızda resmî görüşlerin dışındaki bazı görüşler de ufak ufak seslendirilmeye başlandı. Ülkemin aydınları resmî yaveler dışında kalan fikirleri de dile getirmeye, "yaklaşan devrim günleri"nin (?) verdiği cesaretle saf değiştirmeye başladılar. Türkiye entelijansiyası tarihinde ilk kez, muhalefete geçti. Resmî kapitalizmin karşısına "sosyalizm" idealiyle dikiliverdi.

MüteveffaSovyetler Birliği'nde müteveffa Brejnev yüksek prezidyum genel sekreteriydi; yani hâlâ soğuk savaş yıllarındaydık. Düzen için gerçek bir tehlike miydi yoksa sanal mıydı bilemiyorum ama isyan bastırma, isyan yoksa yapay isyan icat etme tikiyle malûl olan "kerim" Devlet tarafından solun "başı ezildi", hem de en acımasız, en gaddar yöntemlere başvurularak.

Artık ortada "sol" denebilecek ciddiye alınabilir bir muhalefet odağı kalmadığı için, günümüzün dahilî ve haricî bedhahları artık İslâmî görüş ve Avrupa.

Ne kadar hazindir ki, ilk gençlik yıllarımın muhalif aydınlarının artık devletin "anti-İslâmist" ve "anti-Avrupa" diye özetlenebilecek olan resmî doktrinini aynen benimseyip, bu hamlığı solculuk ve antiemperyalizm diye sürdürmekteki keçi inadı bitecek gibi değil.

Bu uğurda, hem de "sol" adına, bir zamanlar kendilerini içeriye tıkmış, işkencelerden geçirmiş olan generallerin kuyruğuna takılacak kadar dramatik bir karşıtına dönüşme manzarası sergileyenleri gördükçe içim cızz ediyor.

Zamanın ruhunu anlayamayan ve kaçınılmaz değişime direnmeye çabalayan yazar, artist, profesör, emekli savcı, emekli general, apoletli gazeteci koalisyonu, sayılarıyla bağdaşmayacak bir gürültüyle memleket gündemini yüksek ateşte tutmayı başarabiliyorlar. Kervanın etrafını kuşatmış olan kızılderilileri "Nevada rangerleri geliyor" diye kandırmak için atının peşine çalı çırpı bağlayan ve tek başına bir tabur asker kadar toz kaldıran Tommiks'in kurnazlığına benzetiyorum onların bu ortalığı tozutma becerilerini. İllâ bir "azgın azınlık" aranacaksa, adres orasıdır.

Orhan Pamuk ve Teslime Nesrin aynı listede; yakaladık "hain" i

Bir okur, "bak, o da senin gibi düşünüyor" diyerek, tanınmış bir yazarımızın bir makalesini göndermiş.

Uzun bir yazı, açtım, okuyorum, evet, ilk paragraflarda geçenlerde yazdığım Beyaz Türk ve Entel=Yabancılaşma yazılarımda ucundan dile getirdiğim bazı gözlemlerimle fikirdaşlık taşıyan cümleler ve saptamalar… Misyoner okulları, kapitülasyonlar, kendi geleneğinden kopup alafrangalaşırken kültürsüzleşme, kendi toplumunun değerlerine bir müstemleke aydınının ezberletilmiş şablonlarıyla bakma, devşirilmiş Osmanlı paşaları ve daha birçok ortak saptama…

Fakat yazıyı okudukça gördüm ki, karizmatik üstadımız şunca kişinin üzerinde kafa patlatıp yine de formülleştiremediği ziyadesiyle karmaşık meselelere hani neredeyse Ustura Kemal kurgusuyla bakıyor. Bir tarafta "iyiler", yani Kuvvayı Milliyeciler, diğer tarafta "hainler", yani Avrupa Birliği yandaşları…

Doğrusu iki arada bir derede kaldım. Şimdi ben hangi taraftayım? Yo yooo, mutlaka "taraf" olmam lâzım, yoksa otomatikman "gaflet ve dalâlet içinde yüzen aymazlar" kalabalığına dahil olurum.

Peki, tamam, açıklayayım, bendeniz hem sosyalist ve anti-emperyalist, hem de Doğu Kültürü meftunu, ama aynı zamanda Avrupa Birliği standartlarında, silâhsızlanmakta, demokratikleşmekte falan yarar görenlerdenim. Herhangi bir dinsel inanca bağlılık hissetmemekle birlikte ateizmde bir saçmalık bulan ve dindarlara saygı duyanlardanım. İllâ kendimi etiketlemem gerekseydi, fikrî yapıma "agnostik solcu" derdim. Ama demiyorum; çünkü soru soranlardan ve hakikati arayanlardanım.

Noolucak şimdi? Kategori dışı mı kaldım, yoksa "yola mı getirilmem" gerek?

Efendiler, oranızın kılları ağarmış, gerdan buruş buruş, kafadaki saçlar sağdan alınıp sola yatırılmakla ya da arkadan getirilip ön tarafı kapatmakla başedilecek noktayı geçtiğinden artık yatağa bile yana yatırılmış kasketle girilir olunmuş, yaş kemale ermiş; peki ne hakla biz "acaba ne buyuracak?" diye merakla ağzınızın içine bakarken, siz hayata bu kadar çocuksu, bu kadar indirgemeci, bu kadar akla-kara basitliğinde bakar ve yekpare vatan sathını sadece "hainler" ve "vatanseverler" arasındaki bir muharebe meydanı gibi telâkki edebilirsiniz? Bunadınız mı? Beyin damarlarınız mı kireçlendi? Nedir bu marş kıvamındaki, ajitasyon ve çocuk kandırma makamında "fikir" yazıları?

Biliyorsunuz, bendeniz de Orhan Pamuk pop starımızın o hırs küpü, o vıcık vıcık pazarlamacı tavrına illet olup, yazılar kaleme almış veryansın etmiş bir eski kafalıyım; ama kasketini yana devirmekle maruf, bal mahmut tadındaki olgun bir üstadın yazdığı şu satırları okuduğumda, inanın, o kıl olduğum açgözlü Orhan Pamuk'u savunasım geldi.

Bakın ne yazmış üstad

"Orhan Pamuk'tan bahsederken. Demiştim ki, 'Salman Rüştü gibi olmak istiyor'. Bir Batı Avrupa dergisinde bu konularla ilgili yazılar vardı; Orhan Pamuk'un ismini Teslime Nesrin ile beraber gördüm. Yani ne oldukları böylelikle tespit edilmiş oldu. Söylediğim doğru, onlar içimizden seçip kendi aleyhimizde adam arıyorlar. Bunu buldukları zaman da paye veriyorlar ve ne olurlar bunlar böyle giderlerse asıl mesele bu. İşte bunun önünün kesilmesi lâzım.

Aman Allah! Örneklemeye bakar mısın? Kazara birileri de bendenizin adını türkücü Mustafa Topaloğlu'nun adıyla yan yana anacak olsa, otomatikman "uzaylı" olucam.

Hani üstad New York'daki Yahudi lobisini, Türkçe adlarla tanıdığımız bazı Sabetayist kökenlilerin o lobi tarafından nasıl da bir anda "uluslararası sanatçı" yapılageldiğini falan anlatsa anlayacağım. O dosdoğru diyor ki, "Orhan Pamuk aramızdaki bir emperyalist ajandır" .

Aman Heybeliadalılar, yolda sokakta Orhan Pamuk'u görürseniz, gazetenizi iç cebinize saklayın; mazaallah, Amerikalılara rapor eder, "halkım şu gazeteyi okuyor" diye. Kahvede falan onun yanında siyaset konuşmayın.

Anımsarsınız, aynı kuşaktan bir başka dahi de rahmetli dedesinin naklettiği bir askerlik anısından yola çıkarak "Türkler kol kalınlığında bok sıçar, o halde ilkeldir" ayetini indirir yıllardan beri usanmadan.

Sadece bunları okuyacak olsak hayat ne kadar kolay anlaşılır bir şey olacaktı: "Şu tarafta süvariler, öbür tarafta kızılderililer." Ama ben münafıklık edip, başka şeyler de okumuş bulundum bir kere. Dolayısıyla kafam epey karışık.

Abi, bunlar "ofis basması" kuşağı!

Çocukluğumda kadınlar birbirleriyle ağız dalaşı yaparken, "yırtarım senin ağzını ofis basması gibi!" derlerdi. Ofis basması, onların çocukluğuna rastlayan 2. Dünya savaşı yıllarında karneye bağlanan ve ancak Devlet Malzeme Ofisi denen resmî kuruluştan karne (yani belge) karşılığında birazcık alınabilen basma idi. Geri bir teknolojiyle üretildiği için çok dayanıksızdı (adi bir bez işte), en ufak bir zorlanmada cart diye yırtılıyordu. O nedenle kadınlar birbirlerinin ağzını "ofis basması" metaforuyla yırtıyordu o yıllarda.

Ve o yıllarda bol kepçe devlet propagandası dinleyerek, okuyup yazarak "aydın" tabakasına intisap eylemiş abilerimiz ve ablalarımız da maalesef artık bende ofis basması izlenimi bırakıyorlar. Şunca yıl boyunca en ufak tadilattan geçirmeden inatla tekrarlayıp durdukları görüşleri de aynen ofis basması gibi, en ufak zorlanmada cart diye yırtılıveriyor.

Bu değerli üstadlarımızı bendeniz gene de çok severim. İnanmayacaksınız ama bütün karanlık yanlarına rağmen "Aydınlanmanın Darbecisi" ni bile severim. Rezilin teki olan dedemi ve çocukluğumu dayağa garketmiş olan babamı da affettiğim ve sevdiğim gibi. Ne yanlış yapmış olurlarsa olsunlar, onlar benim kişisel tarihimin bir parçasıdır artık ve bu antika yazarların arada sırada da olsa, doğru lâflar ettikleri de olur.

Onları severim. Tıpkı Cemal Gürsel yüzükleri, teneke kutudaki bisküviler gibi, hazine bonoları ve Aysel Tanju filmleri gibi, Vita yağı gibi, leblebi tozu gibi, ispanyol paça gibi, ortası delinen kırkbeşlik plak gibi, siyah beyaz televizyondaki Kıymet Unutma ve Özay Gönlüm türküleri gibi, 1001 Roman ve Cep Fotoroman, Akbaba dergileri gibi, Cumhuriyet gazetesi gibi (bu sonuncusu oksijen çadırında ama hâlâ sağ), Ecevit'in Taksim'deki 1973 mitingi gibi, o mitingde Hayat Bayram Olsa'yı söyleyen şarkıcı Şenay gibi, "Musul ve Kerkük bizim toprağımız" falan demeyen eski Cem Karaca gibi, asker postalı ve parkası gibi, ofis basması gibi, yani kendi gençliğim gibi, onları hasretle sevgiyle anarım.

Ama hiç birimizin Mısır Piramitleriyle dayanıklılık yarışı yapamayacağımızı, bendenizin daha orta yaşlarına gelmeden kendini demode hissetmeye başladığı bir dünyada, bu ağabey ve ablaların da bu denli benmerkezciliği azıcık kenara bırakıp, görüşlerinin eprimeye yüz tutmuş olabileceğini hesaba katmasını arzu ederim.

Bir de "paranoya çağı"nın tek parti iktidarlarıyla, Osmanlı'dan miras "korkut ve yönet" taktiğiyle, hadi bilemedin Berlin Duvarı'yla yıkılıp tarihe karıştığını, hâk ile yeksan olduğunu, içinde yaşadığımız topluma mütemadiyen komplo edebiyatıyla seslenmenin artık fikir adamlığı değil, resmî görüş propagandası sayılabileceğini, korku ve paranoyanın içe kapanmayı, içe kapanmanın da müstebitlere sığınmayı getirdiğini, bu eski ekmek karnesi münevverlerinin "muhalif olayım" derken, aynen kalantor paşaların ağzıyla konuştuklarını artık anlamaları gerekmez mi?

O paşalar ki, onlar için emekli olmak, aslında holdinglerin yönetim kurulu üyeliğine terfi etmek demektir. Aralarından nadiren sol görüşlüler de çıkar ki onların solculuğu da umumiyetle "kahrolsun Avrupa!" eksenindedir. Merak etmeyin, onlar da sadece emekli maaşına talim etmezler; bazı solculuğu kendinden menkul, Nazi muhibbi gazetelere danışman falan olurlar.

Hep birlikte memleket kurtarılır, iman tazelenir, gürültü çıkarılır basında ve ekranda. Bir türlü sadede gelinemez onların hiddetli polemiklerinden aman bulunup da.

Her nasılsa, bir zamanlar "faşo" diye damgaladıkları ve biz yeni yetmeleri kışkırttıkları MHP camiasıyla da göz yaşartıcı bir flört içindedirler. Hadi "millicilik" gibi bir ortak düzlem buldular, orada uzlaştılar" diyelim ve biz çıkalım kerevetine; ama kardeşim, hem MHP ile bu kadar içli dışlı hem de "solcu" olunmaz ki! Ya birini bırak ya ötekini! Bu ne açgözlülük böyle, "_izm" koleksiyonu mu yapıyorsun?

Bu kadar bayat kuramlar, bu kadar kahvehane muhabbeti kıvamında hazırlop modeller, bu kadar indirgemecilik ve toptancılık, artık fikirden sayılmıyor. Ama ahhh, gözü kör olsun yaşlılığın, zamanla "ben oldum" duygusuna kapılıyorsun okuya okuya. Bir de insanın çevresinde birer ikişer birikip etten duvara dönüşüveren "hayran" kalabalığının bazen en işlek zekâlı insanın bile ufkunu daraltabileceğini unutuveriyorsun.

Dünyanın değişmekte olduğunu ve yeni yetişen nesillere 2002 yılında şu cümlelerin artık fazlasıyla naif geleceğini o üstadlara nasıl anlatmalı?

"Yapılması gereken birinci iş, artık ulusallığını kaybetmiş olan eğitim ve öğretimi ulusallaştırmaktır. Bunun için de ilk önce ecnebî okullarının ortadan kaldırılması lâzım. Yabancı dille tedrisatın hele de devlet okullarında kesinlikle ortadan kaldırılması lâzım.

Yabancı dil öğretsinler ama başka yollarla öğretsinler. Ve ayrıca da mutlaka Batı dillerini öğretmek zorunda değilsiniz. Dünya dilleri dendiği zaman bunun içinde İspanyolca da var, Rusça, Arapça, Çince ve Japonca da var. Bunları niye öğretmiyorlar acaba?

Bunun dışında ulusal ekonomiye yönelik tedbirler almak gerekiyor. AB ile Gümrük Birliği kurma rezaletimizi mutlaka ortadan kaldırmamız lâzım. Bu anlaşmayla 1838'de İngilizlerle yaptığımız Ticaret Anlaşması arasında hiç bir fark yok. AB'ye karşı ticarî ve iktisadi alanda mutlaka tedbirler almak lâzım. Bizim ekonomimiz acente ekonomisi değil. Bizim ekonomimiz ulusal, kendi kendini yaratan bir ekonomi. Mustafa Kemal Paşa Etibank'ı, Sümerbank'ı ortaya çıkardı. Biz kendi sanayimizi kuruyorduk. Şimdi o sanayiler, o fabrikalar elimizden alınıyor. Kendi kurduğumuz sanayii acente haline getiriyorlar.

Kompradorluk gerçekte sömürgeleşme yolunda bir acente mantığının bir ülkenin her şeyine hakim olmasıdır. Yani orada ulusal hiç bir şey kalmaz. Ulusal olan her şey ikinci plana atılır. Yabancının değer ölçüleri hakim olur. Sen onların acentesı olarak görev yaparsın. Edebiyattan tut politikaya, ekonomiden tut bilime kadar böyle olmuştur."

Ah üstad, keşke biraz daha nüanslı olabilseydik de şu bilinesi, değer verilesi, üzerinde tartışılıp geliştirilesi anti emperyalist tezlerimizi bu kadar çocuksulaştırıp harcamasaydık, ne güzel olurdu.

Yine de ellerinize, beyninize sağlık; en azından yazınızın yabancılaşmış ve kültürsüzleşmiş, ama kendini "medeniyetin" seçkin bir temsilcisi gibi gören niyet tavşanlarını epeyce karikatürize ederek de olsa anlattığınız ilk yarısı için…

Bir de "gözlerin gözlerime değdiğinde, felâketim olurdu, ağlardım!" diyen dizeleriniz var ya, en çok da onun için…

Aaah üstad! Ne yazarlar sevdik, filhahika, zaten yoktular…

* * *

Serbest okuma parçası: Uşaklığın Zirvesindeki Komprador Aydınlar

Orhan Pamuk hakkında başka bir yazı: Süpermarket Edebiyatı

Yorumlar

"Usta", "Kaptan" ya da siz ne derseniz. Pekçok kişinin gençlik yıllarına şiirleriyle etki etmiş "başka" bir adamdı. Son yıllarındaki ideolojik çıkışları neyin eseriydi? Ya da neyi amaçlamıştı? Fırsatım olursa bununla ilgili öğrendiklerimi paylaşırım. Ne de olsa o dönemde iflâh olmaz bir hayranı ve takipçisiydim.

Yaşasa şimdi o da Silivri'de mi olurdu? Kimbilir? Sorular çok.

Siz şimdilik Necdet Şen'in okuma parçaları ve Engin Ardıç'ın şu yazısıyla idare edin:

"1955 yılında Tepebaşı Tiyatrosu'nda yapılacak bir gösteriye Attila İlhan'ın "Baylan Pastanesi'nde çevresinde toplanan bütün gençleri" gönderip kendisinin "alibi" niyetine Atlas Sineması'na bilet alması falan…

Elli küsur yıldır atılan çamurlar, çamurlar ve çamurlar…

Bilenler (özellikle Hilmi Yavuz) açıklasınlar diyecektim, vazgeçtim.

Size "eski Türkiye'nin" artık hiç kimseyi ilgilendirmeyen ve şimdi dönülüp bakıldığında çok gülünç gelen meselelerini anlattım.

Onlar koca bebeklerdi ve oynadıkları bu oyunu çok ciddiye alıyorlardı oysa…"

Attila İlhan "polis" miydi? (Engin Ardıç- Sabah)

Erdem Abaka - 27 Ekim 2010 (09:49)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

63
Derkenar'da     Google'da   ARA