Patronsuz Medya

İnternet dediğin gazoz ağacı

Necdet Şen - 15 Ağustos 2001  


Okurlar uyardı, sağ olsunlar, bazı yazılara verdiğim link tıklanınca, okumanızı istediğim o günkü yazısı değil de bugünkü yazısı açılıyormuş.

Buna benzer şeylere ben de çok rastlıyorum internette; o nedenle de bir yazıya link vermek zorunda kalırsam, sonradan sık sık o siteye girip "verdiğim link hâlâ çalışıyor mu?" diye kontrol etmek zorunda kalıyorum. Ve sonunda da dayanamayıp o yazıyı kendi siteme kaydediyor, kurtuluyorum. Bunu da öyle yaptım. Ondandır, başlangıçta yazıların orijinal sayfalarına link verirken, sonradan tüm yazıları kendi sitemin içeriğine taşımamdaki sebeb-i hikmet.

Başkalarının emeklerinde kusur bulmak ayıp olur diye şu ana kadar dile getirmekten kaçınıyordum ama artık tutamıyorum kendimi, dilimin altındaki baklayı çıkarıyorum:

* * *

Büyük tirajlı ve astronomik bütçeli gazetelerin ve dev holdinglerin, ya da internet portallarının web sitelerine baktığımda inanılmaz bir beceriksizlikle hazırlanmış olduklarını, estetik, göz zevki, içerik zenginliği, tat tuz şöyle dursun, kolay açılabilen bir site yapmanın bile kıvırılamadığını, sayfa düzeninin karman çorman ya da yamalı bohça gibi olduğunu, kimi sayfaların hiç açılmadığını, kiminin yarım saatte açıldığını, açılan sayfalardan, ana sayfada anonsu yapılan yazı yerine başka şeyler çıktığını, bazen ana sayfadaki kocaman başlıklarda inanılmaz hatalar bulunduğunu görüyor ve "acaba ben bir mezbelelikte mi geziniyorum, kendi yaptığım site için harcadığım şunca emek ve gösterdiğim özen bir nevi kaçıklık mı?" falan diye düşündüğüm oluyor.

Öyle ya, şu ana kadar bu siteye gösterdiğim özeni takdir eden üç-beş kişi çıktıysa, "canım, burası internet, bu kadar titizlenmenin ne anlamı var?" diye eleştiren otuz-kırk kişi çıkmıştır. Eğer bu toplumun baskın eğilimi özensizlik ise, bendenizin yaptığı işi pırıl pırıl yapma ısrarını "çatlaklık" olarak görenler -varsa- kendilerince haklı olmalılar.

Örneğin, kitabım Nereye ile ilgili bir yazıya kendi sitemden link verirken, oraya ilk önce o yazının başlığında yer alan fotografını kopyalayıp koymuştum. Ama sonra sayfamın öncekinden daha geç açıldığını fark edince şüphelenip kilobaytına baktım. Alabildiğine kalitesiz tarandığı halde o ufak fotografın ağırlığı yaklaşık 30 kilobayt. İnanılmaz bir şey! Uğraşsan o kadar ağır yapamazsın. Onu çıkardım ve sayfaya kendi çizgilerimden birini koydum. Onun ağırlığı (çizgi olduğu halde) 3 kilobayt bile değil.

* * *

- "Ohooo, bu daha ne ki?" diyenler çıkacaktır.

Haklısınız. Son derece kötü örnekler var internette.

Ve anladığım kadarıyla, cahil bir işverenin sapla samanı, konudan anlayanla anlamayanı ayırabilme becerisi tamamen şansa kalmış. Bir de tabii "işi bilenlerin ve kılıcı kuşananların" kendilerini pazarlama konusundaki girişkenliklerine.

O siteyi ve benzerlerini hazırlayan arkadaşları suçlamak için söylemiyorum bunları; sonuçta ellerinden gelen o kadar ve ekmek paralarını kazanmaya çabalıyorlar. Herhalde daha iyisini yapabilecek durumda olsalardı, yaparlardı. Ben sadece sermayenin ne kadar çapsız insanların ellerinde dolandığını ve aslında piyasalarda hüküm süren yapılanmanın şu lânet olası Kapitalizm'in kurallarına bile uymadığını, kapitalin (dolayısıyla, şu ya da bu projeyi hayata geçirebilme şansının) çapul gibi ganimet gibi elden ele dolandığını sezinlediğimi anlatmaya çabalıyorum.

Kimin gözünü para hırsı bürümüşse, para onların ellerinde…

Dolayısıyla karar yetkisi de onların ellerinde. Bırak hayırlı işlerle uğraşmayı, sömürülecek emekçiyi seçme ayrıcalığı bile kifayetsiz muhterislerin elinde. Eh, o zaman da kalite haliyle küme düşüyor. Ve ortalığı ayak kokusu kaplıyor ki sorma gitsin. En iyiler kızakta, döküntüler dümende.

Ülkem benim, uçsuz bucaksız koyun ağılı.

Tekrar ediyorum, bu lâfları bir site yapmayı bile beceremeyen ecirlere söylemiyorum. Onların elinden o kadarı geliyor; daha iyisini yapmayı da öğrenirler inşallah.

Bendeniz, kendi web sitelerinin ne kadar dökülen şeyler olduğunun farkına bile varamayan, varsa da umursamayan siyah ıskarpinli ve rolex saatli hazretlere "yuuuh!" diyorum.

Kapitalizme ve onun değerlerine hiç sempatim yok, ama yine de şu ülkedeki sistem hiç olmazsa Kapitalizm olmayı başarabilseydi diyorum; çünkü o kadarı bile olamıyor; çünkü bu sistem, bana sorarsanız, Kapitalizm öncesi bir şey; belki adına baskın ve yağma sistemi demek doğru olabilir.

Gazete, ama aslında gazete değil. Televizyon, ama aslında televizyon değil. İnternet portalı, ama aslında portakal sandığı bile değil. Banka, ama aslında banka değil. Dostlar alışverişte görsün; onların sahiplerinin aslında başka "mühim" işleri var.

O "iş"lerin "ne iş?" olduğunu hep birlikte biliyor, ama "ben söylemiiym de başkası söylesin" diye birbirimize bakınıp duruyoruz. En yukarıdan en alt kademeye kadar hemen herkesin bir biçimde "kitabına uydur, işini yürüt" felsefesini içselleştirdiği bir memlekette, ebemizin örekesine karlar yağıyor, bendeniz, boşuna yaz bekliyorum.

* * *

Bunları ne dedikodu olsun diye, ne de "ben var ya ben, şöyle yetenekli biriyim, böyle iyi site yapıyorum" babında böbürlenmek amacıyla anlatıyorum.

Düşe kalka kendi yağımla kavrulmayı öğrenmeye çalışıyorum.

Meramım özetle şu:

Bendeniz gurbet kuşu, daha bir yıl evvel bu günlerde evimde bilgisayar bile yokken ve şimdi de bu işlerin acemisiyken, daha yemem gereken on fırın ekmek varken, nasıl olur da dev bütçeli basın yayın kuruluşlarının her gün (belki) on binlerce kez tıklanan internet siteleri benim birkaç yüz ziyaretçili kavruk sitemi bile aratacak kadar derme çatma yapılabilir?

Bu medya devlerinin kendi internet sitelerini bu kadar hafife almaları, bu kadar yalapşap yapmaları, yayıncılık alanında faaliyet gösteren ve muazzam cirolara sahip holdinglerin aslî uğraşlarını bu kadar boğuntuya getirmeleri nasıl açıklanabilir?

İşte bunu sormaya çalışıyorum deminden beri.

* * *

Bilirsiniz her halde şu fıkrayı:

Hani adamın biri, kocaman ve bomboş bir vitrinin ortasında duran antika bir çalar saatten çok hoşlanmış, satın almak için dükkâna girmiş, fiyatını sormuş.

Dükkâncı adama, "bu saat satılık değil" demiş.

Adam, "peki" diye sormuş, "başka saat yok mu?"

Dükkâncı "hayır" demiş, "bu dükkânda ne saat ne de başka bir şey satılmaz."

Adam şaşırmış: "Yani burası antikacı dükkânı değil mi?"

Dükkâncı, "hayır" demiş, "burası sünnetçi dükkânı, o saat vitrin süsü."

Bunun üzerine adam sormuş: "Burası sünnetçi dükkânıysa, neden vitrine saat koydunuz?"

Dükkâncı yanıtlamış: "Peki ne koysaydık?"

* * *

Ben de takıldım kaldım o soruya.

Yoksa gazete dergi yapmak, onların internetteki izdüşümü olan web sitelerini yayına sokmak, asıl amacı gazetecilik olmayan bir başka faaliyetin vitrindeki çalar saati mi?

Bütün o gazeteler, dergiler, web siteleri falan dekor olmasın sakın?

* * *

Ne yapsam, banka-manka mı kursam? Yönetim kuruluna kimleri alsam?

* * *

Ehm… Yok, almiiym… Ben bu tahta kafamla "batmayı" bile beceremem.

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

96
Derkenar'da     Google'da   ARA