Patronsuz Medya

"Çatlak" hayvanseverin bir günü

Necdet Şen - 27 Eylül 2012  


Yeni çökmüş akşam karanlığının içinde incecik bir miyavlama. Ama buna miyavlama değil de feryat figan demek daha doğru. Bir kedi yavrusu, dünyaya "imdat" çağrısı yapıyor.

Bir kararsızlık anı. Sesin geldiği yerde bizi neyin beklediğinin az çok farkındayız. Yavru kedi, ancak annesi yanında değilse ve karnı çok acıkmışsa böyle etinden et koparılıyormuş gibi ciyaklar.

Biliyoruz ki, o tarafa yönelirsek, sorumluluğunu üstlendiğimiz kuyruklu meleklere o andan itibaren en az bir -belki birkaç- tane daha eklenecek. Gitmezsek, vicdanımızın sesi bizi gecelerce uyutmayacak.

Yani biliyoruz ki, o sesi işitmezlikten gelip yürüyüp gittiğimiz takdirde, belki bir belki birkaç minik canı göz göre göre ölüme terk etmiş olacağız. Onların bir hayatlarının olup olmaması, o an kendi benliğimize karşı verdiğimiz kavganın sonucuna göre belli olacak.

Sonunda yüreğimizin çağrısına karşı koyamayıp sese yöneliyoruz.

Büyük heveslerle yapılmış, ama eşek yüküyle parayı bastırıp alacak bir hovarda çıkmadığından satılamamış bir konak özentisinin garaj kapısının önünde cılız bir kedi yavrusu. Gidip gidip kapıya tosluyor. Bıkıp usanmadan tekrar deniyor bunu ve boşluğa doğru ciyaklayıp duruyor. Kapıyı algılayamıyormuş da ısrarla içinden geçmek istiyormuş gibi. Kafası kendi ekseni etrafında fırıldak gibi dönüyor aynı zamanda.

Bu hal normal değil. Kör bir kedi olmalı. Sağlıklı bir hayvan, kafasını böyle anlamsızca döndürüp durmaz.

Yanına gidiyorum. Kapıdan umutsuzca medet uman minik yavruyu avuçlarımın sıcaklığıyla sarıp sarmalıyorum. Annesinin memesine saldırır gibi parmaklarıma yumuluyor. Parmak uçlarımda süt yok ama ne gam, gene de arzuyla emiyor.

Tüyleri sırılsıklam. Nerede, nasıl ıslanmış ki bu böyle? Etrafta içine düşeceği bir su birikintisi ya da kap görünmüyor. Musluk da yok. Bahçe hortumu da.

Belki de birkaç azgın Bonuscan'ın eğlencesi olmuş. Artık denize mi sokmuşlar, musluğun altına mı tutmuşlar, bilemiyorum. Bıyıkları da kesik. Eğlenmiş işte yarınlarımızın göz bebeği kıymetli yavrularımız, anneleri televizyonda dizi seyrederken.

Benim Üftade, otların arasında 3 tane daha yavru buluyor. Biri iliklerine kadar ıslak, çok renkli. Diğer ikisi beyaz, nispeten iyi durumda, hareketli. Arabaların vızır vızır geçtiği yola kaçıyorlar zırt pırt. Onlar kaçtıkça Üftade toplayıp geri getiriyor.

Bizi bekleyen sorumluluğu üzerimizden aşırtmak için son bir hamle daha yapıyorum:

- "Bunların anneleri vardır; her halde karnını doyurmak için etrafta gezintiye çıkmıştır."

Bu söylediğime kendim bile inanmıyorum aslında. Bitişikteki müstakil evin bahçesinde sıra sıra mama kapları. Hayvansever Kemal Bey'in evi orası. Kapların bazılarının içinde hâlâ biraz mama var. Karnı aç olan bir kedi niye uzağa gitsin, gidip oradan doyurur karnını. Hele ki bir anne kedi, mümkün değil, yavrularını bırakıp da uzaklaşsın.

Demek ki bir anneleri yok artık bu kuyruklu meleklerin.

Herhalde birileri (Bonuscanlar) azıcık "eğlenmiş" ve sonra buraya atıp gitmiş yavruları. Yan taraftaki seksen küsur yaşındaki hayvansever amca seslerini duysun da alsın diye özellikle bırakılmış olmaları ihtimali de yüksek.

Gene de durumdan emin olmak için yaşlı hayvanseverin kapısını çalıyorum. Dışarı çıkıyor. Durumu kısaca anlatıyorum.

- "Ah, evet, ben de işitiyordum deminden beri miyavlamaları. Bahçeye kedi mi bırakmışlar gene?"

Bizimle birlikte yan taraftaki bahçeye gelip kedilere bakıyor. Sonra duvarın üstüne oturuyor ve -hazır halden anlayan birilerini bulmuşken- kendi hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Mühendismiş Kemal Bey. Yıllarca Almanya'da çalışmış, oradan emekli olmuş. Eşi, kendisiyle yaşıt bir Alman hanımefendi. (Görmüştük gelip geçerken.) Asıl hayvansever oymuş. Ne var ki, bir ay kadar önce vefat etmiş. Bir rahatsızlığı varmış, muayene olmak için gitmiş hastaneye, ameliyata almışlar, masada kalmış.

Yaşlı adam çok üzgün, ama bizi sıkmamak için üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyor. Tek başına kalınca, bayrağı (eşinin sorumluluk duygusunu) onun bıraktığı yerden devralmış. Evlerinin cıvarındaki 60 kadar sahipsiz sokak hayvanına kendisi bakıyormuş artık. Evin üst katında da 20 cıvarında kedi yavrusu varmış. Elleriyle doyuruyormuş onları.

Kimsesiz ve muhtaç sokak hayvanlarına baktığı için, etrafta ne kadar doğurmuş kedi-köpek varsa, yavrularını (özellikle de dişi olanlarını) onun kapısına bırakıp sıvışıyormuş faziletli halkımız.

Bazen de -bahçesinde- baktığı o hayvanları zehirleyen birileri çıkıyormuş. Bunlardan biri (başı örtülü, belli ki abdestinde namazında dindar bir kadın), bir gün kapısının önünden geçerken, o yakınlarda ölen köpeğini kastederek ve meydan okurcasına, "itini ben zehirledim" demiş.

Gerekçesi neymiş peki? O sokaktan geçerken, köpek bahçedeki çitin ardından havlamış, çocuğu korkmuş, ondan zehirlemiş.

Allah kabul etsin. Hayvan gebertmek büyük sevap.

Hatta, "bizden" değilse, insan gebertmek daha büyük sevap.

Hiç tanımadığı iki kişiye akşam karanlığında içini döken bu yaşlı ve yalnız adama karşı bir merhamet duygusu doğuyor içimizde.

Onca sahipsiz sokak hayvanını -bir kısmını evine alarak- bakıp besleyen, hastalandıklarında tedavi ettiren seksen küsur yaşındaki birine "bunları da al, bak" diyecek kadar yüzsüz olamayız. Durum belli artık, bu yavrular da bizim kısmetimiz.

* * *

Gene de yavruların o yakınlarda dolanan sağ salim bir annesi olduğundan emin olmak için, yarım saat daha oyalanıp, sohbeti sürdürüyoruz Kemal Bey'le. İkide bir caddeye fırlayan kuru yavruları yakalayıp geri getirerek ve ıslak yavruları tişörtlerimizle kurulamaya çalışarak.

Ne gelen var ne giden. Belli ki bu yavruların onları yalayıp temizleyen, kucaklayıp ısıtan, emziren bir anneleri yok. Artık kesinleşti, bundan sonra anneleri de babaları da biziz.

Kemal Bey'e iyi akşamlar dileyerek dört yavruyu koynumuza kucağımıza sarıyor ve evin yolunu tutuyoruz. Islak yavruların kafaları mütemadiyen dönüp duruyor. Dur durak bilmeden miyavlıyorlar aynı zamanda.

Karınları aç olmalı.

* * *

Tecrübe edenler bilir, annesiz yavru kedileri beslemek pek de öyle kolay bir iş değildir. Tabağa sütü koyarsın, yalar, sanmamak lâzım. Öyle olmuyor. Yavrular küçükse, annelerinden erken koparılmışlarsa, önlerine konan sütü bile içemiyorlar. Sen içireceksin. Ya sütü -daha da zenginleşsin diye- içine yumurta sarısı da katarak ve biberonla ya da şırıngayla ağızlarına akıtacak ya da sütün içine ekmek içi doğrayıp, ekmeklerin sütü iyice emmesini ve lâpâ kıvamına gelmesini sağlayacaksın. O zaman o lâpâyı ısırıp içindekini cak cak emerek sütü mideye indirebiliyorlar.

Minik maskaraların o lâpânın içine yarı bellerine kadar gömülmelerini ve patileriyle mıncıklaya mıncıklaya ekmeğe emdirilmiş sütü somurmalarını izlemek, bu zahmetli uğraşın keyifli kısmı.

* * *

Kediler doyunca biraz olsun sakinleşip uykuya dalıyor. Tam yatmaya hazırlanırken kapı çalınıyor. Altmışlı yaşlarda, etine dolgun, turuncu saçlı bir kadın. Kucağında havluya sarılmış turuncu tüylü bir kedi yavrusu. Ecnebi bir aksanla çat pat Türkçe, yetmediği yerlerde çat pat İngilizce ile, bu kedinin de bulduğumuz kedilerin kardeşi olduğunu, kendisine Kemal Bey'in hediye ettiğini, bunu da alırsak çok mutlu olacağını söylüyor.

- "Siz neden bakmıyorsunuz?"

- "Oh! Well! Ben birkaç gün sonra gitmek Benelüks… Orada kalmak long time…"

Kah ağlayıp kâh yalvararak "eğer bunu alırsanız, tüm masraflarını karşılayacağıma söz veriyorum" türünden bir cümle denkleştiriyor.

Ağlayan bir kadına "hayır" diyebilecek bir erkek icat edilmiş midir? Hem, almayıp da ne yapacaksın? Kabul etmezsek sokağa bırakacağını söylüyor.

Battı balık yan gider deyip, onu da alıyoruz. Sayıları beş oluyor yavruların. Ha dört ha beş, ne fark eder ki? Üç tanesi sağır -ve sarsak- beş kedi yavrusu. (Başlarını çevirip durmaları kör oldukları için değil, sağır oldukları içinmiş meğer.) Beşi de dişi.

Zaten evdekiler ve etraftakiler de dahil, bir düzine cıvarındaki kedinin iaşesi, aşısı, vitamini, kısırlaştırması, hastalandıklarında tedavi giderleri, ki kışın hep hastalanırlar, birinin hastalığı diğerlerine de geçer, bizim vazifemiz. Biz vazifelendirdik kendimizi. Çatlak olduğumuz için.

Bunları da katarız sürüye. Her yavru kısmetiyle doğarmış zaten. Öyle derler.

Ne var ki, bir noktadan sonra ipin ucu kaçırılıyor. Sokaktaki sahipsiz hayvanlara kol kanat gerdiğin etraftan fark edildikçe hilali ahmer olarak damgalanıyorsun. Artık kendi evlerinin cıvarında zuhur etmiş ne kadar kedi köpek yavrusu varsa kaptıkları gibi senin kapına bırakmaya başlıyorlar. Bir çeşit "cami avlusu" haline geliyor kapın.

Merhametine sığınmış muhtaç hayvanların sayısı çoğaldıkça hayatında köklü değişiklikler olmaya başlıyor tabii. Daha önceleri ite kaka denkleştirebildiğin aile bütçen her geçen ay artarak açık vermeye başlıyor. Bazı aylar, kredi kartı ekstrelerin geldiğinde, bakıyorsun ki, hayvanlar için yaptığın harcamaların toplamı, o ayki gelirlerinin toplamından daha fazla. Veteriner ne kadar kıyak yaparsa yapsın, bu masrafı daha aşağıya çekemiyorsun.

Zaten lüksten şatafattan uzak bir hayatın varsa, sınırlarda yaşıyorsan, sıra mübrem ihtiyaçlarından fedakârlık etmeye geliyor. Araban varsa satışa çıkarıyor, gözlüğün kırılmışsa onsuz yaşamayı öğreniyor, eski giysilerinin aslında sana ne kadar yakıştığını keşfediyor, ufak tefek sağlık sorunlarını önemsemiyor, kırmızı etin, balığın, şarabın zararlarını keşfedip hayatından def ediyor, bir tür Melâmi dervişi olup çıkıyorsun.

Hayvan sevgisi, insanı sıkı terbiye ediyor.

Kış her yerde kış. İstanbul'da da, İskenderiye'de de. Onca hayvanın tamamını evin içine alsan bir dert, almasan başka dert. Kendi egolarından başka kuş tanımayan çoğunluk, onları dokuz canlı zannetse de, sokaklarda yaşayan hayvanlar, soğuk, açlık ve diğer kötü koşullar nedeniyle hastalanıyorlar. Üstelik bu hayvanların güney kıyılarında yedeğe çekilmiş, onbir ay boş tutulan yazlık konutları, kalın tabanlı botları, anorakları yok. Çıplak karınlarıyla ıslak toprağa yatıyorlar.

Ne kadar özen gösterirsen göster, göz kulak olduğun hayvanların tümünü aynı dikkatle izleyemiyorsun. İşsiz bile olsan, kendine göre işin gücün var. Bir gün bakıyorsun, son günlerde hep bir köşeye kıvrılmış uyuklar halde gördüğün kedi meğer hastaymış, artık başını tutamaz hale gelmiş, burnu gözü akmış, perişan durumda. Ağzı dili yok ki mızıldanıp derdini anlatsın.

Evlerde bangır bangır açık televizyonlar ve o televizyonların karşısında "alem göt olmuş, bir ben namusluyum" diyerek içini rahatlatan konu komşu, eş dost, akraba…

Ve elinde şırıngalarla dolu tepsiyle sokak aralarında dolanıp, hayatta tutmaya uğraştığı kedileri arayan, kimine vitamin, kimine antibiyotik, kimine parazit ilâcı içirmeye çalışan, kolu bacağı tırmık içinde üç beş "çatlak" hayvansever…

İnsanlar çeşit çeşit. Basiret parçalı bulutlu. Mal canın yongası. Arabanın modelini yükseltmek dururken, kim harcar sokakta yaşayan o pis şeyler için üç beş lirasını?

"Çatlak hayvanseverler" tabii.

* * *

Fakat bir şey diyeyim mi, kimse anasından "çatlak" doğmuyor. Sonradan "çatlak" olunuyor. Çevrendeki insanların üzerinden atlayıp geçtikleri vicdan çukurlarını doldura doldura, öyle bir asimetriye düşülüyor hayatta. Eğer şu gezegeni paylaştığımız diğer canlara karşı kayıtsız ve "amaaan sen de" ci kalmayı başaramıyorsan, etraftaki merhamet dilenen kedi köpek karga kirpi yavrularını senin gibilerin evlerinin önüne atıp sessizce sıvışan başkalarının izansızlığı, senin "çatlaklığın" olup çıkıyor.

Saçının başının dağınıklığı, kılığının derbederliği, bakımsızlığın, sıskalığın, çatlaklığının kanıtları sayılıyor. Bir çocuk büyütmeyi ve birinci sperm yapmayı kâinatın en mühim projesi gibi görüp, egosunu yere göğe sığdıramayan seçkin insanların zaviyesinden olay başka türlü görünüyor, senin zaviyenden başka. Onlar sana şaşıyor, sen onlara.

Onlarca hayvana sızlanmadan göz kulak olmaya çalışan "çatlak" ların buna nasıl güç yetirebildiğini merak etmekten kaçınan, kendi sağlıklarını bile arka plana atışlarındaki özveriyi pas geçen o insanlara, ibretle, kahırla bakıyorsun.

Çatılara, yüksek ağaçlara çıkıp inemeyen, oradan günler boyu miyavlayarak yardım isteyen hayvanları kurtarmak için verilen çaba bile dönüp dolaşıp hayvanseverin "ne kadar uçuk kaçık biri" olduğu vecizesine indirgenebiliyor.

Tam o esnada televizyonda bangır bangır Kemal Sunal filmleri, belki onbeşinci kez seyrediliyor. Çatıda susuzluktan kavrularak ölen canın ne kıymeti var?

Bunlara alışıyorsun alışmasına da… Yine de alışamadığın bazı şeyler oluyor.

Tek kedisini gözyaşlarıyla ve vaadlerle cami avlusuna terk eder gibi sana kakışlayan ve bir daha semtine uğramayan kişiye markette falan rastladığında ve sepetinin senin zaruretten hayatından çıkardığın şeylerle tepeleme dolu olduğunu, bilmem nesinin üstünde ceviz kırdığını görünce, buruluyor, içinden kızıyorsun. Avurtlarında biriken okkalı bir tükürüğü ve tam da yeri gelmiş olan acı sözleri usulca yutmayı, kalenderlikteki erdemi yeniden keşfediyorsun.

Ne var ki, kalenderlik de yoruyor insanı bazen. "Salak mıyım yoksa" diye sorguladığın oluyor.

* * *

Derken bir gün telefonun tatlı tatlı çalıyor. İyi bir haber bekleyerek açıyorsun.

Tanımadığın bir kadın hattın diğer ucunda.

Diyor ki:

- "Merhaba. Benim adım Hülya Yalçın. Kemal Bey'in yanındaki apartmanda oturuyorum."

Kadının adının "Hülya Yalçın" oluşuna takılıyorsun ilk anda. Derkenar'a da yazan hayvan dostu Hülya Yalçın değil belli ki. Bir isim benzerliği mi, yoksa onu televizyonda görüp "kendimi bu isimle tanıtırsam prim yapar, malı satarım" diyen bir açıkgöz mü, anlamaya çalışıyorsun.

- "Buyurun hanımefendi" diyorsun.

- "Şey, bizim apartmanın önünde sekiz tane kedi yavrusu var da…"

- "Evet?"

- "Şütte Hanım (turuncu kediyi getiren turuncu saçlı kadın) sizin hayvanlara baktığınızı, bunları da alabileceğinizi söyledi…"

- "Evet?"

- "Alır mısınız?"

Duraksıyorsun bir an. Şaka mı acaba diye geçiyor aklından. Şaka olmadığı belli. İçinde kabaran öfkeyi sütre gerisine çekerek tane tane konuşuyorsun:

- "Hanımefendi… Biz hayvanseveriz, vakıf değil. Hayvan deposu da değiliz. Kısıtlı imkânlarımızla bakabildiğimiz kadar hayvana bakıyoruz zaten. Siz de elinizi azıcık taşın altına soksanız daha iyi olmaz mı?"
- "Ay! Benim çok işim var yaa…"

Hattın diğer ucunda bangır bangır televizyon sesi. Hülya Hanım belli ki sahiden çok meşgul. Sabah programını kaçırırsa dünyanın dingili yerinden oynar.

İyi günler dileyip telefonu kapatıyorsun.

Ama için kararıyor. Kendini didikliyorsun.

Bitmiyor.

* * *

Büyük kentten gelen misafirlerimizi ağırlıyoruz. Yaşamakta olduğumuz tatil beldesinin sokaklarını gezdiriyoruz onlara. Akşam yeni çökmüş.

Kedi yavrularını bulduğumuz yere yaklaşırken, karanlığın içinden cılız bir miyavlama işitiyoruz bir kez daha.

Gene mi?

Arkadaşımız da hayvansever. "Bu ses nereden geliyor" diye kulak kesiliyor hemen.

O an, sabah saatlerinde arayan Hülya Hanım'ın tarif ettiği apartmanın önünde olduğumuzu fark ediyorum.

- "Aman, dur" diyorum arkadaşa, "sabah arayan kadının evi burası. Sekiz tane kedi yavrusu var demişti. Mümkün değil, alamayız."

Arkadaşımın insanî değerleri çok yüksek tabii. Beni duymuyor bile. Elinde fener, karanlıkta miyavlayan kediyi arıyor.

İçim sıkılarak tekrar uyarıyorum. "Gel gidelim" diyorum. "Daha fazla kediye bakacak ne yerimiz ne takatimiz var. Bunları da onlar baksın."

Arkadaş otomatik pilota bağlamış. Beni duymuyor bile. Kediyi bulma -ve kurtarma- konusunda kararlı.

Soramıyorsun tabii; "bu kedileri bulursan alıp kendi evine mi götüreceksin yoksa benim başıma mı yıkacaksın" diye. Misafire öyle sorular sorulmaz.

Neyse ki o da bu "iyiliği" tadında bırakıyor. Israrından vazgeçiyor. İnşaat tahtaları ve moloz yığını arasında kedi aramaktan vazgeçip eve dönüyoruz.

Doluyum ya, elimde olmadan suratım düşüyor. Mimiklerim zaten oldum olası abartılı. Nezaketen bile toparlayamıyorum kaşımı gözümü.

Misafirim kırılmasın diye kırk dereden su getiriyorum. Başka birilerine kızgınmışım gibi yapmaya çalışıyorum. Ama cin gibi zeki. Aslında kendisine kızdığımı anlıyor. Havadan sudan bahsediyoruz. Çelebi tavırlarıyla gönül almaya çalışıyor.

* * *

Haaa, bunları niye mi sayıp döktüm şimdi durup dururken?

* * *

Son günlerde -her ne hikmetse- kulağıma dışarıdan tanımadığım kedi miyavlamaları gelmeye başladı.

Yavru kedi miyavlamasına kayıtsız kalamamak gibi bir tikim var ya. Etrafta dolandım, neyin nesidir, araştırdım.

Oturduğum evin cıvarında farklı noktalara -ama tabii benim o miyavlamaları işitebileceğim mesafedeki farklı noktalara- saçılmış, annesiz ve hepsi de yaklaşık bir buçuk aylık gibi görünen muhtelif yavru kedilere rastladım.

Allah'ın işine bakar mısın? Bazı kediler, her biri aynı anda birer yavru doğuruyor ve bir ay sonra hepsi aynı anda buharlaşıp ortadan yok olurken, geriye yavrular kalıyor.

Düşünüp duruyorum; bu yavruları da alıp bizim kaşık düşmanlarının arasına mı katsam, yoksa ben de aynı yöntemle derdest edip gece karanlığında başka birinin (meselâ Şütte'nin) kapısına mı bıraksam diye.

Öyle ya, bu dünyadaki tek çatlak hayvansever ben değilimdir her halde. Vardır birileri daha.

Yorumlar

İlk üç yavruyu yetiştirir ve ev sahibi yaparken nasıl da heyecanlıydık. Hastanede, çalı cinsi bir bitkinin dibinde bulmuştuk. Tombul, hareketli ve gürültücü yaratıklardı. Kulakları halen öne eğik olmasına rağmen gözler açıktı. Enjektörlere çekilen yarısı ılık sulu sütler, bebek mamaları derken büyüdüler, arabamı karşılar oldular. Sağolsun, güzel adam, iyi dost bir veteriner arkadaş tarafından iyi evlere verildiler. Kafamdaki teori annelerinin caddede, otoparkta bir yerlerde ezildiği, bizim elemanların da yetim kaldığı idi. Bilemedim.

Son haftadakileri de sayarsam bu sene hastane bahçesindeki üçüncü yavru kedi üçlüsünü büyütüyoruz. Biraz bıkkınız galiba. Yok biz suçluyu da bulduk. Sağdan soldan bu yavruları bulup getiren bizim yaşlarımızda bir hanım hekim arkadaş. Gece karanlığında sesini benim ve kedisever jinekolog arkadaşın duyacağı yerlere bunları yerleştirirken güvenlik görmüş. Heyecanla anlattı.

Güvenliğe şaka yollu 'dur kıpırdama, kaldır ellerini' diye bağırsaydın dedim. Güldük.

Bahsedilen hekim arkadaş bu hafta başında bir çuval mama almış, kendisi ile hiç ilgisi yok gibi 'bahçede çok kedi var, benim adıma bunlara verin'demiş. Aldık kabul ettik. Karşılıklı bilinçli saflığımız sürüyor.

Ahmet Faruk Yağcı - 27 Eylül 2012 (20:40)

Kediler ve Necdet Şen…

İki farklı tür de bizlere hakkaniyete ait bir şeyler söylüyor. Kediler biraz daha şanslı; dillerinden anlayan Necdet abisi, Üftade ablası var.

"Sağ, kovuğuna çekilmiş, münzevî, mazlum, muzdarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, manasını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: Düşmanlık. Diyalog yok… Benim trajedim şu birkaç satırda:

Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lâkırdım yok."

Necdet Şen'in şansızlığı; Cemil Meriç'in şansızlığı. Şansızlığı yani trajedisi.

Tanıklığım yok ama duyup-inanmışlığım var; 1990'ların Babıali'sinde, façasını bozmadığı entellektüel kalmamış Necdet kardeşimizin.

Tıpkı 1940'ların Beyoğlu'sunda rahmetli Cemil Meriç'in Nisvaz pastahanesindeki aydınlara yaptığı gibi.

1970'lerde 40 milyon çift gözden 50-100 göz düşmüş üstadın payına.

Tıpkı 2010'larda 80 milyon çift gözden 100-200 göz düştüğü gibi Necdet kardeşimize.

Ateist Cemil Meriç, ömrünün sonbaharında tanışıyor rabbiyle.

Agnostik Necdet Şen, mazlumların 'miyavlama'larını kendine tik edinebilen bir vicdanla tanışmayı bekliyor.

Rabbim her ikisini de cennetinde bize komşu eylesin… Amin.

Ahmet Kesgin - 27 Eylül 2012 (22:22)

Neden kediler için barınak yok hep merak ederim. Köpekler zar zor da olsa barınakta yaşayabiliyorlar ama kediciklerin bu kadarcık bile kıymeti yok yazık ki. Allah'tan güzeldiler de, geçenlerde anneleri bahçemizde ölen 3 yavruyu petshop'a verebildik. (Bizim kedi çok kıskanç.) Mama falan alana yanında bedava veriyorlarmış kuzuları.

Kötü Evlat - 27 Eylül 2012 (22:36)

Şu anda taslak halinde bulunan ve meclisten bu haliyle geçirilirse, eşi görülmemiş vicdansızlık örneklerinin yasa korumasında gerçekleşmesine zemin hazırlayacak olan Hayvan Yasası Taslağı, bir bakıma benim gibi "çatlak" hayvan severlerin sorununu da kökten çözüyor.

Nasıl?

Yaşatmaya çalıştığımız sokak hayvanlarını toptan imha ederek.

Öyle ya, bizler "çatlağız", bu "pis" hayvanları da o yüzden beşer onar evimize dolduruyor, diğerlerini de evimizin cıvarına o yüzden alıştırıyoruz. Adamlar bizi bu derbeder hayattan kurtarmak ve yaşam kalitemizi yükseltmek istiyorlar, kötü mü? Akıl hastanesine yatırmadıklarına şükretmeliyiz.

Milyonlarca yıldır üzerinde yaşadıkları şu gezegeni bizimle (gezegendeki belki de en "genç" ve en saldırgan türle) itirazsız paylaşan bu kuyruklu Melami dervişlerini haşere gibi gören zihniyete, lâfı hiç evirip çevirmeden "Allah cezanızı versin" diyeceğim geliyor; ama… Allah'ı bu gibi işlere bulaştırmak olmaz. Tutuyorum kendimi.

Her neyse… Başlangıçta bu yasa tasarısı değişikliğine karşı yapılan muhalefetin hırçın ve bağıran bir dille veriliyor olmasını eleştirmiştim ama şimdi görüyorum ki, dildeki bu sertlik az bile. Uygarlığa vurgu yapan bir dil, ne yazık ki, bu yeni tiranların gözünde "boğaz'a karşı viski içip ukalâlık etmek" ile eşdeğer.

Anlaşılıyor ki bugünün zorbalarıyla iletişim kurabilmek için, maalesef onların anlayacağı dili kullanmak gerekiyor. Tabii ki şiddetten -zinhar- uzak durarak.

Bu konudaki samimi fikrim şu: Tasarı bu haliyle yasalaşırsa, kaçınılmaz hale gelecek olan itlâf furyasına karşı, ağlayıp sızlanmakla yetinmektense, itlâf edilen tüm hayvan dostlarımızı toplayıp, Başbakanlığın ve TBMM'nin önüne bırakmak, çok daha anlamlı bir protesto olacaktır…

Bakalım "leş" kokusuna kaç gün dayanabilecekler.

Necdet Şen - 30 Eylül 2012 (11:30)

Yarın hakka varınca, hesap sorar karınca diyen bir Başbakan bu kanuna tamam dememelidir. Bu kadar büyük bir hesabın altından kalkamayacağız bu durumda.

Hülya - 14 Aralık 2012 (12:54)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

87
Derkenar'da     Google'da   ARA