Patronsuz Medya

"Ama ürünü tanıtmak lâzım!"

Necdet Şen - 29 Eylül 2002  


Bazı insanlar vardır, karşısına geçip erik yersen, dişleri kamaşır ya da ağzı sulanır.

Bazılarının bedeninin herhangi bir yerine (özellikle de karnına) dokunursan refleks olarak gerilir, bazen söver.

Köpeğin sağrısındaki bir noktayı elinle dürtersen, gayrı ihtiyarî arka ayağıyla kulağını kaşıma hareketi yapar.

Gecenin bir saatinde karşındakinin yüzüne bakarak esnersen o da esnemeye başlar.

Uyuyan birinin kulağının dibinde bir kaptan diğer kaba su aktarırsan, o ses uyuyanın çişini getirir.

Papağan kafesinin üzerini örtersen gece oldu sanıp sesini keser.

Birinin gözüne dik dik bakarsan tedirgin olur.

Dekolte bluzdan taşan memeler erkeğin orasını kaldırır.

Vesaire vesaire vesaire…

İster tik biçiminde ister içgüdüsel olsun, insanın etkilendiği ve önüne geçemediği durumlar/şeyler var. Hepimizde doğuştan kazanılmış hayatta kalma ve cinsellik içgüdüsü, sonradan edindiğimiz dışlanma endişesi, kadim bilinç altımızda varlığını bizden bağımsız sürdüren vahşet, korku, sevgi, açlık, susuzluk, merak, güvenlik, şefkat, dokunma, emme, dışkılama dürtüleri ve diğerleri gibi…

Bir insanı uykusu, çişi, aybaşısı geldi, acıktı, susadı, korktu, üzüldü, şekeri yükseldi, taşikardisi tuttu, cinsel uyaranlara maruz kaldı da içinde bir şeyler kıpraştı diye ayıplayabilir misin?

Bir erkeği kadının teşhirci ve cilveli tavırlarından, bir kadını erkeğin servetinden, iktidarından etkilendi diye ayıplayabilir misin?

Bir insanı, örneğin mutsuz çocukluğundan arta kalan yaralarla, maruz kaldığı yoksunlukların yarattığı eziklikle, önüne geçemediği kompleksleriyle dolanmak zorunda kaldığı için kınayabilir misin?

Hangimiz açlığını duyduğumuz şeylerin gözler önüne serilmesine karşı kale gibi sağlam durabiliriz?

* * *

Ne kadarı genetiktir, ne kadarı kopyalanarak çoğaltılan kültürel yamalarla kuşaktan kuşağa aktarılır bilemem. Ama gözlemlerim bana der ki, heves düşürdüğümüz, arzuladığımız ve yoksun kaldığımız birçok şey var yaşadığımız dünyada. Yukarıda değindiğim temel dürtülerimiz var en azından.

Limona karşı salya refleksi olan kişinin karşısında gıcıklığına haşır huşur limon kemirmek, küçük hınzır bir şaka olarak görülebilir tabii; ama toplumun karşısına geçip tüm hünerlerini konuşturarak onları en zayıf oldukları noktalardan (örneğin cinsel dürtü, mutluluk arzusu, güç) kıskıvrak yakalayıp, yoksulluk ya da boyun eğme pahasına kazandığı üç beş kuruşu, aslında pek fazla işine yaramayacak, belki apartmanın önünde durduğu yerde çürümeye terk edilecek bir otomobil almaya ikna etmek, puştluk değilse ne?

Konuyu reklam sektörüne getireceğim hissedilmiştir sanırım.

Her insan gibi bizim de gençliğe, enerjiye, güzelliğe karşı zaafımız var. Doğamızda var bu. Dişi aslanlar da koyu renk ve kabarık yeleleri olan erkek aslanı tercih ediyormuş çiftleşmek için. (Neyse ki televizyon seyretmiyorlar; yoksa bütün gün siyah yelelerini kabarta kabarta kükreyen aslanlar seyretmek zorunda kalırlardı; "Gırroowwww! Filanca marka mamalardan yedim, çalıların arasına otuz tane manita çökerttim! Gırrowwww!").

Herkes afet ya da gemi aslanı olmak ister sanırım. Ama genetik piyangodan hepimize farklı numaralar çıkar, onunla yetinmek zorunda kalırız.

Güzelliğin bu kadar fetişe dönüştürüldüğü, popüler söylemin her şeyin kıstası olarak güzelliği -bazen de zekâyı, çoğunlukla da serveti- öne sürdüğü bir dünyada, söz konusu genetik piyangoda amortiyle yetinmek zorunda kalan sıradan çoğunluğun üzerinde ne berbat bir güzellik tahakkümü oluşturduğuna ise pek değinilmez. Değinildiğinde de "mühim olan insanlık" yüzeyselliğinde kalınır, eleştiriyle haset birbirine karışıp harmanlanır.

Sahip olma olmama konusunda hiç bir seçme hakkımız olmayan fiziksel ya da ruhsal referanslarımız için ne övülmeli ne de yerilmeliyiz, değil mi?

Hiç kimse bunların üzerine basarak, gizli odalarımıza sızmamalı, bizi içeriden, en mahrem (kişiye özel) noktalarımızdan ele geçirip, ticarî çarkın içine hapsetmemeli, bir örnekleştirmemeli, değil mi?

Nasıl giyineceğimizin, ne içeceğimizin, çile çekerek kazandığımız üç beş kuruşu nasıl harcayacağımızın gizli komutları zihnimize alengirli psikolojik hilelerle döşenmemesi gerekir, değil mi?

Peki gerçek hayatta böyle mi oluyor?

Reklamcı denen kepazenin kepazesi meslek erbabı, bilinç altımızın bütün ayarlarıyla oynayarak, kendisine eşek yüküyle para ödeyen kapitalistin malını oraya, en derin noktaya kazıyor. Şu marka arabayı, şu marka bankayı, şu marka siyasetçiyi, şu marka şampuanı, bu marka yaşam tarzını satın alırsak, halihazırda olduğumuzdan daha ince, daha uzun, daha seksî, daha şahsiyetli olacağımıza bizi sinsice inandırmaya çabalıyor.

Dürüstlük bunun tam tersini gerektirmez mi? Yani zekî ve zekâsını insanîyet için kullanmayı namus borcu bilen entellektüel, toplumun karşısına çıkıp "dostlarım, aslında bu banka sizin paralarınızı söğüşlemek için var, bu cep telefonu sizi özgür yapmaz, tam tersine bağımlı yapar, bu elektrik süpürgesi koltuktaki maytları emer ama o hayvancıkların kimseye zararı yok, hatta faydası var" demesi gerekmez mi?

Yeteneğini, bilgi birikimini hırsıza uğursuza ve onların bizi söğüşleme planlarına tabî kılmış rezil neden sanatçı olsun ki? Ne zamandan beri namussuzluk sanat?

Eşek değiliz, biliyoruz, bir mal (diyelim, meşrubat) üreten, bunu üretmek için deve yüküyle araştırma-geliştirme masrafı yapmış şirket, ürününü tabii ki tanıtmak, pazarda diğer ürünlerden pay kapmak isteyecek. Bunun için de reklam kampanyası yapacak.

Peki ama hangi reklam "bu gazoz yeni çıktı, gerçi diğerleri de kötü sayılmaz, ama bizimki de onlardan aşağı kalmaz, alıp bir tadına bakın, kararı siz verin" diye tanıtıyor ürününü? Belki öyle tanıtsa da markadan haberdar olur, bakkal rafında görünce "ver, bi tadına bakiim" de diyebiliriz. Ama yok, reklamcı bizi ille de kandıracak, allem edecek kallem edecek, en zayıf noktamızdan kıskıvrak yakalayıp iğfal edecek. Zihnimizin en alt ve en arkaik katmanlarına tam da ihtiyaç duyduğumuz şeylerin; güzelliğin, sağlığın, gücün, cesaretin, neşenin depreştiği, gözlerden ırakta çıplak dolandığı dar alana nokta atışı yapıp baştan çıkaracak. Bunun adına da yalancı ve sahtekârlar loncası tarafından "sanat" denecek. Sonra da ödüller alacak "en başarılı yalancı" seçilecek.

Bir reklam gördüm. Adonis kadar yakışıklı bir oğlan devasa bir tuvalin önünde resim yapıyor. Yaşlıca bir beyefendi "biz eskiden…" diye başlayan malûm mavrayı yineleyip duruyor. Adonis kadar yakışıklı oğlan dönüp dönüp adama (daha doğrusu içimize) bakıyor; ama pek eblehçe bakıyor. Olsun, biz de ona bakıp bakıp "ahh" çekiyoruz. Kimimiz "aaah, keşke ben de bu kadar çekici olsaydım", kimimiz de "aaah, keşke ben de bu kadar çekici birinin yatak arkadaşı olsaydım" diyor belki. Bize bunu dedirtebilmek için İspanya'dan, Amerika'dan paralar bastırılıp manken getirtiliyor.

Reklam ne reklamı hatırlamıyorum. Ama bugün duraklara yapıştırılmış olan kocaman afişlerde birbirine dolanmış iki diş fırçasını görünce "bu resmi kim çizdi acaba" diye düşünürken buldum kendimi.

Tabii ki o ebleh bakışlı, ama meraklısı için dayanılmaz yakışıklılıktaki ecnebî oğlan değil; muhtemelen bizim çizer tayfasından biri çizmiştir para hatırına. Yanılsamanın ardındaki gizli amelelerden biri olmayı içine sindirmek durumunda kalmıştır.

Eee, ne mi var bunda?

Belki bir banka, belki bir beyaz eşya markası ya da her neyse, resim sanatıyla, seksle, yaşlılıkla vefa duygusuyla, şunla bunla pek ilgisi olmayan bir şeyin tanıtımı yapılıyor. Ama olan şey, aslında bilinç altımızdaki en savunmasız alanlara yapılan profesyonelce bir saldırı. Bizi formatlamaya çalışıyor reklamcı. Bunun karşılığında da yüklü bir hanut alıyor.

* * *

Nasıl ki… Vatan sevgimizi, ahiret korkumuzu ya da "çağdaşlık" sevdamızı oy ve rant bölüşümüne tahvil etmek için köküne kadar lâfazanlığa yatan siyasetçi…

Nasıl ki… Her seferinde hazırlıksız yakalanacağımızı bile bile dudaklarını kıpkırmızı boyayıp, kazara ortaya çıkmış da haberi yokmuş gibi öne eğile kalka memelerinin bir kısmını avans olarak gösterip bakiyesini bilâhare sunma vaadini beden diliyle ifade ederek geri çekilen orta sınıf kadını…

Nasıl ki… İri cüssesiyle üstümüze abana abana haklı çıkmaya çalışan kabadayı…

Nasıl ki… Mütemadiyen felâket tellâllığı yaparak bizi kendi güttüğü şuursuz bir sürüye dönüştürme sevdasındaki bir kısım entellektüel…

Nasıl ki… Polemiklerini "filancada bilmem ne kompleksi var" ya da "falan şeyin ezikliği içinde" diye diye sürdüren sığ entel…

Bilerek ya da bilmeyerek -ama öğrendiği veçhile- değiştirme şansımız pek bulunmayan dürtülerimizin üstüne basa basa iktidar kurmaya çabalıyorsa…

İnsanlar arasındaki ilişkinin mühim bir yüzdesi zaten iktidar ilişkisi ise…

Ve bu iktidar ilişkisinde en sık başvurulan yöntemlerden biri de muhatabın savunmasız noktalarına dart atmak ise…

İşte bu reklamcılık sektörü de kapitalist sistemin, orospulaşmış bazı beyinlere havale ettiği bir kandırmaca ve beyin yıkama faaliyetidir.

* * *

Özetle diyorum ki, bir insanı karakterinden dolayı eleştirebilir, övebilir, cezalandırabiliriz. Ama bir insanı yukarıda da zikrettiğim üzere, zenci diye yargılar ve cezalandırırsak, bunun adı ırkçılık olur.

Eğer insanı sırf çirkin, sakat, diabetik, gerzek, şizofren, hatta kompleksli diye küçümser ayıplarsak, bunun adı da tıynetsizlik olur.

(Tıpkı çirkinlik gibi kompleks de insanın seçimi değil, maruz kalınan şeydir ve bize hava hoş, fatura gene kompleksli olan kişiye çıkar.)

Reklamlarda en çok kullanılan (biz bunu "istismar edilen" diye de okuyabiliriz) kalemlerin başında cinsellik, refah, neşe, gençlik, mutluluk, eğlence, zekâ, sevimlilik, saygınlık, şans, başarı ve diğerleri gibi hepimizin arzulayıp da yoksun kaldığı pozitif unsurlar sayılabilir.

Reklamın amacı, bizi kendi hayatımızın hiç bir şeye benzemediğine, bizatıhî kendimizin de pek bir şeye benzemediğimize, ama işte o ürün var ya o ürün, onu kullanırsak, park yerindeki tek arabalık yeri bizim kapabileceğimize, hulahop çevirerek ve tavuk gibi gıdaklayarak, sokaklarda perende atıp eğlenebileceğimize, dağın başında "özgür" (nah özgür) kızla karşılaşıp cilveleşebileceğimize, hatta normal hayatımızda görüp göreceğimiz rahmet en fazla telefon başında haftalarca ağaç olup, sonunda televizyondaki gündüz kuşağı programına bir dakikalığına bağlanıp, "Esracıım, seni çok seviyorum canım, Serenciim, seni de çok seviyorum canım, ah canım, bize gel de sana yufka aça…" derken hattın suratımıza kapanacağı bir hayatta, Tarkan'la New York'da buluşma kapısının bile açılabileceğine inandırmak için üzerimize abanmaktır.

Gizli bir buyruk, ense kökümüzden fısıldar durur reklamlara maruz kaldığımız müddetçe:

"Kazan kazan kazan, harca harca harca, domal domal domal, gene kazan, gene harca, gene domal; çünkü sen bu soygun çarkının vazgeçilmez devridaim kayışısın ve bizim bu çarkı döndürmemiz senin gafletine bağlı."

Öyle bir kısır döngü ki, içinden çıkmak neredeyse imkânsız; zaten var olan ve bizimle mezara gidecek olan imrenmelerimiz her türlü saldırganın kolayca sızabileceği gedikler yaratıyor ve bu gediklerden içeri sağanak gibi telkin + yönlendirme yağıyor. Birileri bizi koyun sürüleri gibi o mağazadan bu mağazaya kışkışlıyor.

Korunma şansımız çok az. "İlle de pepsi kola isterim, daha fazlasını isterim" diye ter ter tepinen velete ne anlatacaksın? Çükü küçük olduğu için en büyük Amerikan arabasıyla dolanan, o arabayı alabilmek için sittin sene müdür gerisi yalayan zavallıya ne anlatacaksın? Hayatta bir baltaya sap olamamış, tek yapabildiği şey koca parası harcayıp gösteriş yapmak olan iri kıçlı ev kadınına ne anlatacaksın?

En kanı kaynayan yıllarını fıstık gibi kızlara imrenerek geçirmiş ve yutkunmaktan adem elması aşınmış olan necoya ne anlatacaksın?

Şimdi derinlerden bir yerden mızıl mızıl mızıldanan minik neco başımın etini yemez mi "İsterim de isterim! Bana falan marka pisiklet, filân marka gitar, fişmekân marka okul çantası getirin!" diye?

Peki ya biraz daha üst katlarda yerleşmiş, ha babam el arabasına takılan ergen neco demez mi ki "İsterim de isterim! Bana Angelina Jolie'yi bulun getirin!" diye?

Ya da muhtelif katlarda postu sermiş ve muhtelif yaş ve ezikliklere sahip muhtelif necdetler hep bir ağızdan bağırmaya başlamaz mı "Bana kendimi Bill Gates kadar zengin, Brad Pitt kadar yakışıklı, Stephen Hawking kadar akıllı, Dalai Lama kadar saygın hissetmemi sağlayacak bir şampuan ya da kışlık kreasyon tavsiye edin!" diye?

Yahu, hiç olmazsa bi şişe boyalı gazoz getir be! Damağım kurudu.

Yoksa kendimi sinek kadar değersiz hissederim, bakıp bakıp üzülürsün.

Neticeten:

Valla benim nefesim kuvvetlidir, söylemiş bulunayım.

Küçükken, gittiği yere beni de götürmeyen annemin ardından "inşallah araban devrilir" diye söylendim, yarım saat sonra geri döndü. Dileğim kabul edilmiş.

Bir zamanlar "bu Mecburiyet yazarları MHP ile bütünleşecek, göreceksiniz" dediğimde, birileri beni neredeyse linç etmeye kalktıydı. Artık MHP eğilimli bir patronları ve MHP liderinden para dilenen bir "bilge" başyazarları var.

Vaktiyle "bu şirket yakında batar" dedim, iki hafta geçmedi, şirket teslim bayrağını çekti.

Bugün de "gün gelecek, bu reklamcı taifesi, şimdi nasıl sigara içenler hiç bir ortama sokulmuyor, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorsa, aynen öyle gözden düşecek, pezevenklerle aynı kompartımanı paylaşacak" diyorum.

Ama üç vakit mi desem, beş vakit mi desem, işte o konuda kararsızım.

Yorumlar

Reklamcılar işi komedi boyutuna vardırdı. Önce Che, sonra Deniz Gezmiş, Atatürk falan, şimdi de "ödenecek faturalardan bunalmış" asi ruhlu insanlara Filânca Bank reklamı. Günün birinde reklamcıların sizin bu yazınızdaki eleştirilerinizi aynen alıp Fişmekân Banka'nın reklamında kullanırlarsa hiç şaşırmam.

Murat Deniz Öztürk - 10 Şubat 2009 (09:37)

Benim bu reklamlarla ilgili garip bir fantezim var: Bir sabah uyanmışız ki ilâhî adalet tecelli etmiş, o sıra reklamlarda boy gösteren kim varsa reklam içinde ne yapıyorsa hayatının sonuna kadar o şeyi yapmaya mahkûm edilmiş.

Misâl kredi kartı reklamındaki kendini yırtarak bir şeyler anlatan çocuk, sabahtan akşama "herkes maximumda" diyerek mahallenin delisi gibi ortalıkta dolanır; parfüm reklamındaki burnundan kıl aldırmayan kadın, o parfüm senin ötekisi benim öyle kocayıp gidermiş. Çoluk çocuk, sadık bir koca hak getire. Sonra yatak reklamındaki çift ömrünün geri kalanını o yatakta tamamlarmış.

Gerçeklik algımıza bu kadar pervasızca tecavüz edilmesinin karşılığı, biraz ağır mı ceza olurdu acaba? İyi de bizden istedikleri gördüğümüzün gerçek olduğuna inanmamız değil mi? Gerçek olsun inanalım.

Yalçın Şahin - 11 Temmuz 2011 (00:16)

Kendine özgü kuralları olan sistem içerisinde üretileni pazarlamaya yönelik çalışmaları artık kanıksadık. Adamın yaptığı ürünün aynısından onlarca var. Reklam yapacak ki, milleti mallar arasında hiç fark olmadığı halde varmış gibi olduğuna inandırarak, pastadan pay kapsın.

Bunun için meselâ toplumca gıcık olunan kişileri reklamda oynatmak, karşıtlıkları öne çıkartmak ya da rahatsız edici klişeler kullanmak reklamcılar arasında nedense parlak fikirler olarak var sayılıyor. Ne bileyim işte, Papa'yı eşcinsel gösteren fotograflar falan.

Bu aykırı olma hali bazen o kadar kontrolden çıkıyor ki kafayı köpürtmeye yarayan sıradan bir kimyasalı pazarlamak için bizzat Hitler bile kullanılabiliyor. Dedesinin ciğerleri Zyklon B ile parçalanmış biri, bu mamulün hedef kitlesi olmayacağı için belki de bu "parlak reklamcı" böyle pervasız hareket edebiliyor.

Meselâ bir psikopat, keyif için bu reklamcı kardeşimizin minik bebeğini öldürse, bu adamı gene de reklamda oynatır mıydı profesyonellik gereği? Hoplaya hoplaya oynatırdı bence. Büyük olasılıkla bu durumu da reklam için bir vesile olarak kullanırdı. Çünkü mesele meslekî başarı falan değil.

Fırsatçı olmak başka şey, iki kuruşluk dünyada ego şişirmek için görtü başı dağıtmak başka şey.

İmdat Çekici - 26 Mart 2012 (12:02)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

73
Derkenar'da     Google'da   ARA