Patronsuz Medya

Türk halkı 'kalkınmadan ne anladığını' değerlendirmeli

Dr. Vandana Shiva → Metin Kaan Kurtuluş (T24)

Gıdanın süpermarketten alınan bir şey olduğunu düşünür hale geldiğimiz için tohumu pek umursamamaya başladık. Ancak süpermarketteki gıda ürünleri de yolculuğuna tohum olarak başlar. Eğer tohum yenilenebilirse, eğer tohum çeşitliyse, doğa da onu çeşit çeşit yenileyebilir. Ancak bir tohum tekrar kullanılabilir değil, genetiğiyle oynanmış ise gelir şehirden şirkete gider. Böylece rant olur. Bir tohuma yaptığın tek şey zehirli genler eklemekse onu nasıl yeniden icat ettiğinizi söyleyebilirsiniz? Tohum kendini üretiyor. Bir tohum ekerseniz, o size birçok tohum verecektir. Bu yüzden çiftçiler aynı zamanda besicidirler. Modern şirketlerin hedefi tohumların tekrar kullanılmasını önlemek ve ondan rant elde etmek. Bu yüzden ülkeler borca giriyor ve çiftçiler intihar ediyor. Sadece gerçek tohum çeşitlenir.

* * *

Enkaz ve atık kaldırmanın tekniği, ekonomisi ve ahlakı

Mustafa Öztürk → Gülsüm Ekinci (Serbestiyet)

Şimdi, bir yere hasar verirken bir kat zarar verirsiniz ama o hasarı kaldırmak için on kat maliyet çıkarırsınız. O bölgeye verdiğiniz hasarı kaldırmanın maliyeti, milyarlarca dolar eder. Bunun altını çizerek söylüyorum; doğru yönetmezseniz bu tip atıklar tehlikeliyi de geçtik, verdiğin yeri oksijensiz hâle getirir, karbonsuz hâle getirir ve tarım toprağının, suların içerisindeki tüm görünmeyen mikroorganizmaları anında öldürür. Bu aşamadan sonra geri kazanmaya kalktığınızda onlarca yıl harcamanız gerekir. Bölgede, afet öncesi çıkan yıllık evsel atık miktarı altı buçuk milyon ton. Ama bir anda depremlerle birlikte üç yüz milyon tona yakın bir yıkıntı atığı veya moloz oluştu. Yaklaşık üç yüz milyon ton atığı kaldırmak öyle oyuncak değil.

Bu atıkların döküldüğü yerlerde önümüzdeki süreçlerde yaşanabilecek en büyük sorunlardan biri, oluşacak ciddi bir hava kirliliği; rüzgâr estiğinde kalkan tozlar hâkim rüzgâr yönüne göre, bölgede yaşayanların, çalışanların soluduğu havayı kirletir; toprağa dökülür, toprağın kimyasını bozar, kimyasını öldürür.

* * *

On iki madde, on ikinci madde

Ümit Kıvanç (Duvar)

Lafın ucunu başladığımız yere bağlayacak olursak, Akşener ile -aslında belki onu da dar alanda oyuna mahkûm eden- partisindeki dangıl ırkçı zevatın itibarını, gücünü kıran Sergüzeşt'in hüsranla sonuçlanması, en azından şimdilik, ikinci bir iyimserlik kaynağı sayılabilir.

Atatürk posteri asılmış Saadet Partisi binası önünde toplanan CHP'li kalabalığın coşkun tezahüratı önünde, muhafazakâr partilerin oluşturduğu ittifakın cumhurbaşkanı adayı olduğu ilân edilen, etnik-dinî mahzurlar yüzünden kazanamaz addedilmiş mazbut siyasetçi, Ankara Katliamı Türkiye'sinin üretmesi beklenecek mahsûl değildi. Kim bilir, belki bizim gibi aklı evvel okur-yazar tayfasının vereceği -ya da elde onu tatmin edecek aday bulunmadığından vermeyeceği- tek oyun yeryüzünde kapladığı yer hakkında azıcık daha gerçekçi düşünmesinin vakti de gelmiştir.

* * *

Devlet yoksa ve para da geçmiyorsa

Çiğdem Boz (Artı Gerçek)

1980 sonrasında devletlerin bu dengeden uzaklaştığını biliyoruz. Bunun sonucunun eşi benzeri görülmemiş eşitsizlikler ve ekolojik yıkım olduğunu da biliyoruz. 2019'da patlak veren Covid salgını bu iki sonucu da gözler önüne seren bir süreç oldu. Pandemi aynı zamanda bizlere devlet ve piyasanın acizliğini gösteren ve bu yüzden de bu ikisi dışında bir çözüm arayışına girdiğimiz bir dönemdi. Bu süreçte özellikle mahallelerde-sitelerde komşularımızla kurduğumuz mikro ölçekli dayanışma pratikleri insanın yaratıcılık ve kolektif eylem kapasitesini göstermesi bakımından önemliydi. Bir anlamda bastırılan şeylerin geri dönüşüydü, unutturulan hikâyemizi hatırlamak gibiydi sanki.

* * *

İleri demokrasi: Halkın, bir kişi tarafından, bir zümre için yönetimi

Murat Sevinç (Diken)

20. Yüzyılda ve belli yüzleriyle günümüzde var olan bu tarz rejimlerin alâmetlerinden biri de aşağılayıcı, yok edici bir dil kullanmak. Muhataba her şeyi yapabilmek için onu değerli hiç bir şeye lâyık bulmamak gerekiyor. Bir insanı, diğer tüm niteliklerinden bağımsız, öncelikle insan olarak görmezseniz, evet, ona muamelenizde bir ölçünüz de kalmaz. Özellikle öfke tonuyla olağanlaştırılmaya çalışılan 'haşere' sözcüğünü ve muadillerini son zamanlarda sık işitmeye (bir futbol kulübü açıklamasında da olduğu gibi) başlamamızın nedeni bu. Yalnızca kızgınlık ve telâşın değil, siyasî rakibini ya da hazzetmediğini insan olarak görmeyi reddetme eğiliminin, siyasetinin sonucu. Muhatap haşere, toprak darül harp ve ilke, savaş hiledir… Ne kaldı geriye?

* * *

Karakter canavara dönüşmeden

Hayko Bağdat (Artı Gerçek)

Deprem öncesi, muhalefeti ve halkı sindirmek için hazırladığı zalim planların hepsi elinde patladı. Deprem öncesi, iktidarı zaten perişan haldeydi, seçimlerde kazanması neredeyse imkânsızdı.

Yeni bir planı yok. Şimdi ne yapacağını bilmiyor artık.

Ekran karşısına çıktığında yüzündeki ifadeye, alnındaki damarlara, mimiklerine, tavrına dikkat ediyor musunuz? Karakterin birazdan canavara dönüşeceği bir bilim kurgu filmi izliyor gibi hissediyorum kendimi.

Vücudu kas hafızasıyla davranıyor, en iyi bildiği refleksi veriyor. Kavga ediyor, küfür ediyor, saldırıyor, kafasındaki hayali düşmanlarla savaşıyor.

Sonucunu düşünerek, planlayarak, bilerek değil. Doğası gereği büyük bir öfkeye teslim olmuş halde, şaşkın bir halde geziniyor ortalıkta.

* * *

"Nerede Bu Devlet?"

Tanıl Bora (Birikim)

Kamu/kamusal, zamanımızda bilhassa ağır bir kriz içerisinde. Üç katmanlı krizden mi söz etmeli? Bir katman, az evvel kaba şemasını çizdiğimiz, devletin devlet olmaklığından kaynaklanan yapısal kriz.

İkinci bir katman, neoliberalizmin katmerlendirdiği kriz; devletin sosyal işlevlerinden soyunmasının, temel ihtiyaçları piyasalaştırmasının, taşeronlaştırmasının (devleti şirket gibi yönetmenin) yol açtığı kriz. Ki kamusal işlevlerinden soyunmuş o çıplak devlet, ilkel/ilksel veya kök devlete benziyor - yani yolu yine ilk bahsettiğimiz krize çıkıyor.

Belki üçüncüsü, Osmanlı-Türk devlet geleneği denen şeyin ve onun AKP iktidarında kazandığı biçimin yarattığı kriz. Sırtından attığı kamusal işlevlerin açığını telâfi etmeye çabalayanlarla hükümranlık rekabetine giren; enerjisinin azamîsini devletliğini teşhir etmeye, devletliğinin mehterini çalmaya hasreden bir devlet kapasitesi, kamu yararından hiç olmadığı kadar uzaklaşıyor.

Bunlar, şüphesiz iç içe geçiyor.

* * *

Dehşet, dehşet, dehşet

Anıl Olcan (1+1 Express)

Hatay'da OHAL'e rağmen yoğun bir asayiş problemi var. Şehre yığılmış onca askere, polise ve özel harekâtçılara rağmen yağma nasıl oluyor? sorusu cevaplanmayı bekliyor. Sağlık, arama-kurtarma, barınma ve yardımların dağıtımındaki organizasyonsuzluk güvenlik konusunda da ortaya çıkıyor. Güvenlik güçlerinin organizasyonsuzluğu hemen göze çarpıyor. Bazı sokaklar kaderine terk edilmişken, bazılarında onlarca polis ve asker köşebaşlarında nöbet tutuyor. Karanlık sokaklarda paramiliter gruplar devriye geziyor. Bu durum kimin ne olduğunun ayırt edilemediği, zaten güvensiz olan şehrin daha da güvensiz hale gelmesine yol açıyor.

Ancak, hâlâ şu soru ortada: Bu kadar büyük bir kolluk kuvvetiyle güvenliği sağlayamamak sadece organizasyonsuzlukla açıklanabilir mi? Ertesi gün tanışacağım bir depremzede bu soruya Hayır, bizim Hatay'ı terk etmemizi istiyorlar diye cevap veriyor.

* * *

Ders alacağımız bir deprem hikayesi: Erdoğan'ın müteahhit danışmanı

Ali Fırat Çelebi (Artı Gerçek)

Hamza Cebeci, Tehlikeli şekilde bina yaparak, ölüme sebebiyet vermek suçuyla yargılandı ve hapis cezası aldı. Peki sonra ne oldu? Çok değil depremin üzerinden beş yıl geçti, yerel seçimler kapıya dayandı. 28 Mart 2004 tarihinde yapılan seçimlerde, Düzce'de 20 vatandaşa mezar olan Işık Apartmanı'nı yapan ve hapis cezası alan Hamza Cebeci, AKP'den Üsküdar Belediye Meclisi Üyesi seçildi.

Hemen şaşırmayın, bu ülkede pervasızlık çarkı kopmuş pervane gibidir. Cebeci, üzerine üstlük depremde yaptığı bina yıkılmış, insanlar ölmüş ve bu konuda ceza almış bir isim olarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Komisyonu üyeliğine seçildi.

* * *

İntiharı hatırlatan bir ölüm

Ayşe Çavdar (Medyascope)

Pek çok İslamcı Erdoğan'ın İslamcı olmadığını söyler ama hiç biri Erdoğan'ı inşa eden, kuran, kurgulayan duygu/düşünce evreninin İslamcılık olduğunu inkâr edemez. Pek çokları bu yüzden onun için özsaygılarından, itibarlarından, hatta çocuklarından vazgeçtiler. Bir hayalleri var mıydı bilmiyorum ama onları kaçtıkları her şeyden uzaklaştıracak, unutmak istediklerini unutturup, hasetlerinin ve hınçlarının tüm nesnelerini gözlerinin önünde parçalayıp betona gömecek birini bulmuşlardı nihayet. Üstelik paylarına düşeni de alıyorlardı. Meftunu oldukları devlette çeşitli pozisyonlar edindiler. Son demleriydi devletin. Gene söylüyorum, hıncın, hasetin ve hazzın verdiği esrimeyle ellerini attıkları her şeyi yıktıklarını, ele geçirme ve yükselme arzularının, ele geçirdikleri şeyi bir balyoz gibi parçaladığını fark edebilecek durumda değillerdi. Umurlarında da değildi zaten. Onlar için önemli olan nihayet kavuştukları zafer sarhoşluğunu sürdürmekten ibaretti. Cezbe halinde yıktılar ülkeyi. Şimdi de cezbe halinde enkazı saklamaya çalışıyorlar bizzat o enkazın altında kalmış ahaliden.

* * *

Depremler, Düşmanlar, Dostlar

İlhan Uzgel (Kısa Dalga)

Tek bir isim bulup, onu CIA ya da Pentagon ile ilişkilendirip, söylediklerini de ABD'nin politikası olarak tanımlamak. ABD gibi karar verme sürecinde her kafadan bir ses çıktığı, bütün tartışmaların anında medyaya sızdırıldığı bir devasa sistemde tekil bir tweet'i, yazıyı alıp onun üzerinden büyük oyun planlarını deşifre etmek gibi kolaycılık var. Çünkü bu kritik kuruluşların adını yazmak ciddi bir referans oluyor. Görevdeki bir istihbarat elemanının başka bir ülkenin siyaseti hakkında doğrudan yorumda bulunamayacağı, iktidarı açıktan hedef alamayacağı olmayacak bir iş iken, bunun Türkiye'de alıcısı çok oluyor.

* * *

Oğuzhan Uğur'a Devlet Dersi

Hayko Bağdat (Artı Gerçek)

Devlet dediğin mekanizma kutsal değildir, şimdi de değil.

Bir grup insan yönetir devleti. Devlet dediğin, o bir grup insanın çıkarı olur genelde. Ekmek kapısıdır devlet. Nurettin Nebati'dir, Mustafa Varan'ktır, Bekir Bozdağ'dır, Egemen Bağış'tır bazen.,

Terörle mücadele ediyorum diyen narkotik bir operasyondur, Mehmet Ağar'dır, Süleyman Soylu'dur, Alaaddin Çakıcı'dır, Sedat Peker'dir, Halil Falyalı'dır, Susurluk'tur devlet.

Katliamlarla, cinayetlerle, yağmalarla, çökmelerle ayakta durur devlet. Adalet isteyen, hak, hukuk isteyen, evlâdının kemiklerini isteyen hedeftir. Cumartesi Anneleri, Şenyaşar Ailesi yoktur. Yeşil vardır. Mehmet Ali Ağca, Veli Küçük vardır.

Barınma hakkı yoktur. Beslenme hakkı yoktur. Sağlık hakkı yoktur. Tatil hakkı, sendika, grev hakkı yoktur. Sezgin Baran Korkmaz, Jetpa Fadıl, Reza Zarrab vardır. Beşli çete vardır. Müteahhit vardır.

* * *

Ahlaksız ittifak

Eser Karakaş (Artı Gerçek)

Devlet de bu rant aktarımı karşısında o teyzenin bir vatandaş olarak merkezi devlet ve yerel devlet düzeyinde işlenen yolsuzluklara sessizliğini talep etmektedir ve bu talep karşılanmaktadır.

Çok iyi bilinen bir örnek vereyim.

Bir zaman aralığında (Damat Maliye Bakanı) Merkez Bankası piyasada birilerine doların piyasa kuru diyelim sekiz lira iken altı liradan 128 milyar dolar satmıştır, birilerine inanılması güç bir kaynak aktarılmıştır ve bu büyük suça o teyzeden, bu para en nihaî analizde kamu parası yani bir ölçüde o teyzenin parasıdır, hiç tepki gelmemiştir.

İşte Ahlaksız ittifak dediğim de tam da budur.

* * *

'Post-mortem' İslâmcılık: AKP

Tayfun Atay (Cumhuriyet)

İslâmcılığın kapitalizmle başa çıkmadığının; onun ağırlığı altında ezilip ütopik enerjisini kaybettiğinin; yeryüzüne değil cennete endeksli distopik bir mahiyete büründüğünün marazî bir göstergesi olarak ve küresel kapitalizmin kanseri gibi karşımızda duran IŞİD'e kendi toplumunun muhalif kesimlerini, Kürt'üyle, Alevi'siyle, seküler yaşamı benimseyeniyle yem edebilecek kadar gözü kara bir hareket var.

Hatta seçimi kaybedeceği, yolsuzlukların hesabını vermek zorunda kalacağı korkusuyla neredeyse ülkeyi yönetsel olarak IŞİD'e teslim edebileceği endişesi yaratan bir hareket var.

* * *

Böyle bir hareketi artık ne İslâmcılık, ne de post-İslâmizm karakterize etmeye yetmiyor. Olsa olsa bu, post-mortem İslâmcılıktır.

Türkçe, herkesin anlayacağı dille mi söyleyelim?

AKP, İslâmcılığın da mortu çektiği noktadır.

* * *

Kanmayın: Deprem cinayetleri de politiktir

Dağhan Irak (Diken)

Halkının yüzüne bakamayan, onu kendi varlığı karşısında 'vesaire'ye indirgemiş, yardımı geçtim, bir 'geçmiş olsun'u bile son yerel seçim sonuçlarına bakmadan lütfedemeyen bir nobranlık, bir hâlden bilmezlik hâkim. Tekmeci danışmanlar her halde yolda kaldı, yoksa çoktan gelirlerdi olay yerine. Hoş, danışmanın danışanı da yok ortada, işler biraz daha sarpa sararsa acilinden bir Afrika dış gezisi ayarlanır her halde yine. Biliyorsunuz, bizim ülkede felâket hâlinde ilk kurtarılacak kimdir, bellidir.

* * *

Ne Türk ne Türkçe: Bunun adı nefret edebiyatı

Yiğit Bener (Artı Gerçek)

Sizden farklı düşünen herkesi cehaletle, hainlikle ya da ırkçılıkla suçlayarak konuyu kapatmak o kadar kolay değil… Siz anlamaya gayret etmeden kestirip atıyorsunuz diye kimse dilini kesip oturmaz. Dilinizi ağırlaştırmayınız, dil kavgalarıyla dilinizi kurutursunuz sonra!

Diliniz böyle zifir olursa, her tartışmayı polisiye bir olaya ya da ihanet/cehalet suçlamaları sığlığına hapsederseniz, bu ülkenin insanlarını bu derece kutuplaştırırsanız, edebiyatçılar arasında bile birbirine hakaret etmeden edebi tartışma yapamaz hale gelirseniz, ülkenizin edebiyatının adı Türk edebiyatı olsa kaç yazar, Türkçe edebiyat olsa neye yarar?

Eğer kalemlerinizden sadece kan, kin ve irin damlayacaksa, böylesi bir edebiyata Türk ya da Türkçe değil, bambaşka bir isim yaraşır: Nefret edebiyatı!

* * *

Umut vahşi ve akılsız olmalıdır

Arundhati Roy (Serbestiyet + The Wire)

Kapitalizm artık uzatmalara oynuyor. Ne yazık ki kendini yok ederken gezegenimizi de beraberinde götürüyor.

Nükleer firmalar ve madencilik şirketleri arasında, ciddi bir rekabet vuku bulmakta.

Bu arada bizler ne yapıyoruz? Hepimiz hangi tanrılara dua edeceğimiz, hangi bayrakları sallayacağımız, hangi şarkıları söyleyeceğimiz konusunda kavga edip duruyoruz.

(…)

Sırtını duvara dayamış milyonlarca insan için umut ve umutsuzluk üzerine yapılan bu tartışmalar çok büyük bir lükstür. Nükleer bir savaş durumunda bunların hiç birinin bir önemi olmayacak. Böylesi bir savaş çok açık bir biçimde sonumuz olacak. Gerek iki tarafın da geri adım atmasının gerek de dünyanın geri kalanının devreye girmesinin zamanı geldi. Armageddon bize ikinci bir seçenek sunmayacaktır.

* * *

İktidar palavrayı niye seviyor?

Etyen Mahçupyan (Serbestiyet)

İktidar topluma bir masal anlatıyor… Gerçeklerle uyuşmasa da önemli değil. Güçlü bir şekilde ve ısrarla tekrarlanıp inançla taşındığında, toplumun da o masalın peşinden geleceğini ve bu sayede iktidar olmayı sürdüreceğini hesaplıyor. Yönetim sanatının bir 'masal anlatma' becerisi olduğunu, toplumun zaten bir masal beklediğini ve belki de bunun için bir 'masalcı baba'nın yetebileceğini öngörüyor.

(…)

Kişilerden söz etseydik muhtemelen tıbbî terimler kullanmak durumunda olurduk. Ne yazık ki hastalanmalar kurumsal ve yığınsal olduğunda ideolojilerin ardına gizlenebiliyor.

Meğer Erke Dönengeci bir erken uyarıymış… Anlamamışız, kondurmamışız… Şimdi karşımızda siyaset adına sunulan bir 'deliliğe davet' var.

* * *

Zamanın hızı ve tortusu

Ümit Kıvanç (Duvar)

Acaba, biz sıradan insanlarınkiler gibi, ucu bilemedin bir-iki kişiye dokunan dangalaklıklar değil de, büyük kötülükler yapanlar; hayatların kararmasına, sönmesine, insan kalabalıklarının sefaletine, mutsuzluğuna yolaçanlar, kıçtan ısıtmalı makam arabalarıyla toplumların haysiyeti üzerinden bir o yana bir bu yana geçenler, insanların geleceğe ilişkin umutlarını, azimlerini un ufak edenler, zalimce marifetlerin sahipleri, silâhsız ve korunmasız insanların sırtından kendilerini zengin eden büyük adamlar, güçlü adamlar, iktidara yaklaştıkça bu adamlar kadar beter hale gelen kadınlar… Bunlar nasıl başa çıkıyor, şu utanılan hadiseleri hep hatırlama haliyle? Madem bu genel insan hali, bunların başına da aynı şeyin geliyor olması beklenmez mi?

Vallahi şu basit soruya bile tereddütsüz cevap verilemiyor. Ya onlarda var olan bir özellik, bir haslet, bir organ, bir… Şey bizde yok ya da başımıza dertler açan bizdeki bir şey onlarda bulunmuyor. Haysiyet, kimine göre ciğerle kimine göre mideyle ilişkili. Yani göğsümüzün ortalarında bir yerde bulunuyor olmalı. Röntgende, MR'da falan gözükmüyor. Belki bazılarınınki tümör sayılıp alınıyor küçükken. Ya da siyasete veyahut iş hayatına gireceğinde gidip aldırıyor şahıs.

* * *

Sizin bulunduğunuz yerde de yerçekimi var! Ben söyleyeyim de

Süreyya Karacabey (Artı Gerçek)

Taşrada ya da kapalı bir çevrede yaşayıp kendini kitaplara emanet etmiş birinin yalnızlığı, kimsenin yalnızlığına benzemez, kendisi gibi düşünecek birini arar ve dünya tarihinin özgürlük ilham eden bütün metinlerini okuduğu halde, akşam eve giriş saatini denetlemelerine çaresiz gözlerle bakar. Bildiği hiç bir şeyin bir karşılığı yoktur, arkaik bir evrenden gelen sesler onu uyarır, kural koyar ve bu kurallara kayıtsız kaldığında cezalandırır.

İnsan bir yarılma yaşasa bile yolunu bulur, benzerlerini, ailesini arar ve bulur, onunla benzer düşlere sahip insanlar bir yerlerde mevcuttur ve ruhun göçebeliği bu anlamda zorunludur.

* * *

Tehlike: Dar bir kimliğin peşine düşmek

Yuval Noah Harari (Serbestiyet)

Her insan, insan yaratılışının tamamının varisidir. Kimlik arayışı içinde dünyalarını tek bir milletin hikâyesine hapseden insanlar, insanlıklarına sırt çevirmişlerdir. Bu insanlar, diğer tüm insanlarla paylaştıklarının değerini düşürüyor, hatta çok daha derin şeylerin değerini düşürüyorlar. Son birkaç bin yılda insanların tüm icatları ve fikirleri, kim olduğumuzun sadece üst kabuğunu teşkil eder. Bu kabuğun altında, bedenlerimizin ve zihinlerimizin derinliklerinde, insanlar var olmadan çok daha önce, milyonlarca yıl boyunca evrimleşmiş şeyleri barındırıyoruz. Bu derin gizem, hissettiğim ve düşündüğüm her şeyde kendini gösteriyor. Kim olduğumu anlamak için, birkaç bin yıl boyunca bir nehrin yakınındaki tepelerde yaşayan bir insan kabilesine nasıl ait olduğumla ilgili bir hikâyeyle kendimi sınırlamak yerine, bu gizeme kendimi açmalı ve onu keşfetmeliyim.

* * *

Keşke Allah kadınları yaratmasaydı?

Cemile Bayraktar (Serbestiyet)

Bugün, yaklaşık 25 yıl sonra, 28 Şubat'a ve devam eden etkilerine baktığımda zayıflamış bir zorbalık görüyorum. Afganistan'daki kaderdaşlarımın aynı zorbalıkla mücadelesinin daha zor ve daha uzun süreli olacağı düşüncesindeyim ve bu oldukça rahatsız edici geliyor. Çünkü kadın olarak kendi hayatınızla ilgili kararları sizin yerinize başkası vermeye kalktığında, hayatınızla ilgili kararları kendiniz alabilene kadar bir hayatınız olmuyor. Ve Afgan bir kadın olarak hürriyete ihtiyacınız olduğunu iliklerinize kadar hissediyorken, kendi tecrübenizden ve inancınızdan kadınların size destek vermesine ihtiyaç duyuyorsunuz. İslam'ın Müslüman kadınlar için baskı aracı olduğunu her fırsatta iddia eden ve sizi Taliban'ın elinden kurtarıp kendi demir kafesine sokmaya kalkanlara ihtiyaç duymuyorsunuz. Bu nedenle Afganistan'daki kadınlar, kardeşlerimiz, kaderdaşlarımız ters 28 Şubat yaşarken Müslüman kadınlar olarak, Türkiyeli Müslümanlar neden bu kadar sessiziz bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Kabil Havalimanı'nı kimin yöneteceğini kadınlara uygulanan baskıdan daha çok konuştuk. Konuşursak İslam baskıcı olarak görülür diye mi korkuyoruz?

* * *

Savaş endüstrisi ve paralı askerler

Ayşegül Kars Kaynar (Artı Gerçek)

Özel askeri şirketlerin yaygınlaşmasıyla ulus devletlerin şiddet tekeli kırıldı diyebiliriz. Ama şunu da söylemek gerekir ki tarihsel bir bakışla bakacak olursak devletlerin en sıkı tutundukları ve en geç bıraktıkları tekel de şiddet tekeli ve bilhassa askerlik oldu.

Devlet tekeli bitti ve savaş piyasalaştı. Bir zamanlar köylülüğün ve zanaatın yaşadığı dönüşüm gibi savaşma bilgi ve tecrübesine sahip savaşçılar da proleterleştiler. Bir nevi savaş endüstrisi kendi ücretli işçileriyle birlikte doğdu.

* * *

Ölülerle konuşmak

Süreyya Karacabey (Artı Gerçek)

Ölülerle konuşuyorum ben. Sadece kendi için yaşamamış ölülerle, başka hayatlar için acı çekmiş, kısa ömrünü, başka bir hayat nasıl kurulur diye düşünerek geçirmiş ölülerle. Niye kaybolduklarını biliyor onlar ve başa dönseler yine aynı biçimde kaybolacaklar, bunu da ben biliyorum. Bu yüzden onlar sonsuz tekrarında bir hareketin. Bu yüzden Hrant'ın düştüğü yer hep aynı biçimde sislenecek, oradan çok uzak zamanlarda parçalanmış hayatlardan kalmış kederli çocukların Ermenice bir ağıtla usulca geçtikleri hep görünecek. Bir kadının dolu kalbi, orada durup hep ona seslenecek.

* * *

Sinan Ateş'e Ermeni Muamelesi yapılıyor, öyle mi?

Hayko Bağdat (Artı Gerçek)

Sinan Ateş'i sizinkiler öldürdü Alaattin Bey.

Bir Ermeni'nin öldürülmesinde hiç bir sorun görmeyen canavarlık, devlet, polis, jandarma, MHP'li kadrolar, uyuşturucu çeteleri falan bir olup öldürdüler Sinan Ateş'i.

Memleketin İçişleri Bakanı, savcısı, hakimi, polisi bu meselede katilin tarafındadır. Bildiğiniz işler yani Alaattin Bey. Sinan Ateş'e Ermeni muamelesi yapılıyor.

Zorunuza gidiyor mu gerçekten?

Türk'e lâyık gördüğünüz, uğruna mücadele verdiğiniz yaşam budur işte, siz ne zannediyordunuz?

Bir cinayet şebekesinin kendi vatandaşlarını öldürüyor olmasını ciddiye almıyor muydunuz?

Katillerin egemen olduğu bir rejimde nasıl yönetileceğimizi bekliyordunuz?

* * *

Bir mafya teşkilatlanması olarak parti-devlet rejimi

Dağhan Irak (Diken)

AKP, baştan itibaren öncelikle kendi çıkarını kovalayan bir siyasî hareketti, tüm sağ partiler gibi. Bu bakımdan, Demokrat Parti'den ya da Anavatan Partisi'nden pek bir farkı yoktu. Sağcılığın genel düsturu olan 'Bal tutan parmağını yalar'ı şiar ediniyor, yolsuzluğu günlük işlemin içine yerleştiriyordu. 2010'larda ise çıkar amacıyla suç işleyen bir siyasî örgütlenme olmaktan çıkıp siyasî parti görünümü verilmiş bir çıkar amaçlı suç örgütüne dönüştü. Asıl kimlik partiden mafya teşkilatlanmasına dönüşünce de işleri kitabına uydurabilmek amacıyla pek çok gayrıresmi/gayrikanuni teşkilat yaratıldı.

Bu tip teşkilatlanmaların prototipi olan ve vaktinde bizzat devletin pis işlerini görmek için kurulmuş MHP de 2015'ten itibaren iktidar mekanizmasına katılınca mafyalaşma hızlandı. 2018'de parti-devlet rejiminin ilânıyla beraber bu mafya teşkilatlanmaları, devletin içine eklemlendi. Bugün hangisi devlet, hangisi mafya ayırt etmek mümkün olmadığı gibi, böyle bir ayrım yapmaya çalışmak da beyhude.

* * *

Türkiye'de 13 milyarderin serveti 44 milyon kişinin servetinden fazla

Mühdan Sağlam (Artı Gerçek)

Elon Musk, servet dağılımı konusunda en acımasız örneklerden biri. Kendisinin muhteşem dehasının(!) tıkanması nedeniyle bu yıl servetinde bazı ülkelerin GSYH hasılasından fazla kayıplar oldu. Geçtiğimiz yıl 340 milyar doları olan Musk'ın serveti, 2022 sonundaki 170 milyar dolar düştü (o da bir anda buhar olmuş Merkez Bankası'nın 128 milyar doları gibi). Peki bu servete sahip Musk ne kadar vergi ödüyor?

Musk Türkiye'de memur ve bordrolu çalışan olmadığı için maaşı vergi dilimine girdiği anda kesinti olmuyor. Hatta neredeyse hiç olmuyor. ProPublic verilerine göre MuskIn, 2014-2018 arasında ödediği vergi oranı yüzde 3, 27. Musk bu konuda yalnız değil, nitekim bu kayırma uyarınca milyarderler sınıfı pandemi öncesine göre yani 2021, 2022 yıllarında toplam 2, 6 trilyon dolar servet kazandı. Oysa Oxfam'a göre multi-milyonerlerden yalnızca yüzde 5 gibi bir oranda vergi alındığında 2 milyar insan yoksulluktan kurtuluyor (yoksulluk sınırı hesaplamasında günlük 6, 85 dolar- 130 lira baz alındı.

* * *

Bir politik eylem olarak sızlanma

Süreyya Karacabey (Artı Gerçek)

Sokaktaki sesler diye tekrarladım. Bu kadar sessiz olsa bir toplum bu kadar insan hapishanede olur muydu?

Bu kadar sessiz olsaydı bir toplum bütün yasaklara, kolluk kuvvetlerinin sertliğine rağmen kadınlar bütün barikatları yararak koşabilir miydi 8 Martlarda? Soma'da Bağımsız Maden İş'in Polyak madencilik önünde sürdürdüğü direniş, üçüncü aşamasına gelir miydi? Cumhurbaşkanı'nın yasağına rağmen Bekaert işçileri greve çıkar mıydı, Kartonsan grevi sürebilir miydi?

Bu kadar sessiz olsaydı bir toplum, Bursa Barutçu tekstil direnişi 85 günü, Urfa'da nakliyat işçilerinin direnişi 1505 günü geçer miydi?

* * *

Egemen olmayan otoriter devletin gayrımeşru çocukları – Tarikatlar ve çeteler

Ayşe Çavdar (Medyascope)

İktidara geldiği andan itibaren pozisyonunu devletin egemenliğini şu ya da bu gruba, zümreye, şirkete vs parça parça okutarak koruyan bir siyasî partinin, artık kendisi de parti olmaktan çıkmış bir yapının, normal şartlar altında yapılması gereken tek bir adımı bile atamayacak halde olmasının bir sebebi var. Çünkü sırf hukukun üstünlüğünü tanıma zorunluluğundan kurtulmak için devletin egemenliğini parça parça tasfiye etti ve devletten boşalan egemenlik sahalarını kendisini destekleyeceklerini düşündüğü gruplara, zümrelere, şirketlere, tarikatlara ve ne idüğü belli olmayan, çete deyip geçtiğimiz yapılara devretti. Bir başka deyişle asıl olarak devletin egemenliğini özelleştirdi ve bu işlemin hepimiz adına ortaya çıkardığı maliyeti kendi seçkinlerinin çıkar hanelerine kaydetti. Müthiş bir güç konsolidasyonuna şahit olduk seneler boyunca. Tek başına bir şahıs, memur maaşlarını bir gecede yüzde 25'ten yüzde 30'a çıkaracak operasyonel güce böylece sahip oldu. Paradoksal bir şekilde bir yandan devleti tasfiye ederken, bir yandan devletin bekası adına otoriterleşti çünkü tasfiye sürecinde ortaya çıkan boşlukları doldurma biçimine yapılacak itirazları susturmasının başka yolu yoktu. Her türlü krizi bu yolda bir fırsata dönüştürdü.

* * *

Yargılatmayacağım, tek bir evladımı vermeyeceğim, surda gedik açtırmayacağımın anlamı ne?

Alper Görmüş (Serbestiyet)

Böyle bir durumda toplum kendi kendine Mesele bu ölçüde apaçıkken bile bir suikast kapatılabiliyorsa burada artık yapacak bir şey kalmamıştır der ve bu da adalet ve hukuk için yürütülen mücadeleye büyük bir darbe vurur. Bu sonucun suikastın azmettiricilerine sağlayacağı özgüven de cabası…

Ve nihayet:

Kılıçdaroğlu, şayet yüreğin varsa, gözün kesiyorsa buraya gel, tek bir evlâdımı al da senin ciğerinin kaç okka ettiğini göreyim…

Bu cümle de Bahçeli'nin 10 Ocak konuşmasından… Durum bu kadar açıkken, 'evlatlar' bu haldeyken bu tonda konuşabilen bir Devlet Bahçeli, şu andaki devletin niteliği hakkında da bize çok şey söylemiyor mu?

* * *

Kır serdarlarından torbacılara devletin eşkıya aşkı

Cengiz Erdinç (Kısa Dalga)

Gayrinizami harp, psikolojik harp, aldatmaya yönelik istihbarat, giderek kör şiddet ve cinayet… Gerçekliğin algıyla yer değiştirdiği, her düzeydeki toplumsal muhalefetin üzerine simgesel şiddetin boca edildiği, organize suç ile yargı, kolluk ve siyaset arasındaki mesafenin sıfıra indiği bir tarzı siyaset! Bu 1990'larda Güneydoğu'da açılan hukuksuzluk-cezasızlık paranteziyle büyüdü, genişledi; ülkeyi, kurumları, devleti ve siyaseti işgal etti. Şimdi ilişkileri Avrupa başkentlerinde patlayan silâhlardan sınır ötesinde desteklenen cihatçılara uzanıyor.

Hukuku çiğneyenler her defasında ülkenin yüksek çıkarlarından söz ediyor. Bu yüksek çıkarlar paravanının hemen ardında patlayan uyuşturucu bağımlılığı, narkotik ticaret, kara para ve mafya kurşunları var.

En kötüsü de bir zamanlar kır serdarlarıyla yapılan işlerin şimdi torbacılara düşmüş olması…

* * *

Eyy HDP siyaset yapma demiyorum hobi olarak yine yap da aday gösterme

Mehmet Deprem (Kısa Dalga)

Geçtim sol/sosyalist Halkların kendi kaderini tayin hakkı söylemini, Kürdün kendi Cumhurbaşkanı adayını bile çıkarmasını, nasıl bir Cumhurbaşkanı olmalı önerisini bile duymaya tahammül edemeyenler, HDP'den her seçimde yüreğine taş basıp tatava yapmamasını istiyorlar.

Sırrı Süreyya Önder'in dediği gibi HDP seçmeninin Yüreğinde taş basacak yer kalmadı.

Tüm bu olanlara rağmen HDP basit bir şey istiyor;
Müzakere ve diyalog.

Bir eleştiriniz varsa bunu her an kapatılma riskiyle boğuşan HDP'ye değil Altılı Masa'ya yöneltin. Özellikle de İYİ Parti'ye yöneltin.

HDP seçmeni şu sorunun cevabını arıyor;
Seçim öncesi HDP ile görünmekten bile çekinenler iktidara gelince neler yapar?

* * *

Genç akademisyenler neden rahatsız?

Yıldıray Oğur (Serbestiyet)

İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar ise mutlaka yozlaştırır.

Ama bu açık mektup henüz elde edilmemiş bir iktidarın bile yozlaştırabildiğini gösteriyor.

Yoksa anket sonuçlarıyla ucundan görünen iktidarla yıllarca AK Parti'ye çoğulcu değil çoğunlukçu eleştirisi yapanlar ellerine hesap makinesi alarak kelle sayan çoğunlukçulara dönmez, Erdoğan'ın elindeki sınırsız Cumhurbaşkanlığı yetkilerine tamah etmez, sistemin hiç bir kontrol mekanizması öngörmediği bu yetkilerin yeni sisteme geçene kadar ittifak ortakları tarafından sınırlanmasına, bir zamanlar gerçekten varken dalga geçtikleri vesayet demezlerdi.

* * *

Kürdün oyunu beleş sanmak…

Dağhan Irak (Diken)

AKP iktidarından en ağır zararı gören, binlerce üyesi hapse atılmış, onlarca seçilmiş belediye başkanı zorbalıkla görevden alınmış, en önemlisi kaybettiği canları polis araçlarının arkasına bağlanıp yerlerde sürüklenmiş bir hareket, bugün bile hâlâ hiç bir bedel ödememişlerin, 'AKP ile anlaştılar, anlaşacaklar' zırvalarına maruz kalıyor.

Yaşar Kemal'in İnce Memed'de yazdığı gibi; İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli. Altılı Masa, eğer ülkeyi AKP karanlığından kurtaracaksa, bunu Kürt halkının ince yerine değmeden yapmak durumunda.

* * *

Erdoğan giderse devlet 'bizim' mi olacak?

Etyen Mahçupyan (Serbestiyet)

Soru şu: Söz konusu vizyonun, yani 'Cumhuriyet rejiminin İttihatçı ideolojik zeminde yeniden kurgulanması' tasavvurunun esas sahibi olma ihtimali gayet yüksek olan bürokratik irade acaba bu seçimlerin sonucuna göre bu tasavvurundan vazgeçer mi? Söz konusu tasavvuru muhalefet içinde de yerleştirme gayreti içinde olması şaşırtıcı mıdır? Seçimleri bu tasavvurun ayakta kalması adına en uygun şekilde sonuçlandırmak üzere kafa yorması ve müdahale etmeye çalışması beklenmez mi?

* * *

Muhalefetin en güçlü adayı…

Yıldıray Oğur (Serbestiyet)

Muhalefet bu seçimin bu özünü bu aralar kaçırmış gözüküyor.

Karısı için mezar olarak yaptırdığı Taç Mahal'den en son karısının mezarını estetiği bozduğu için çıkartan Şah Cihan gibi, çıkış noktasından uzaklaşma hali bu.

Halbuki aday tartışmalarında enerjisini ve birliktelik ruhunu kaybetmeye başlayan muhalefetin bu seçimlerdeki en güçlü adayı hâlâ aynı kişi: Erdoğan'ın karşısındaki aday.

Hiçbir adayın vasfı onun Erdoğan'ın karşısındaki aday olmasından daha güçlü olmayacak.

Seçimi kazanan adayın da muhtemelen biyografisindeki en parlak cümle 22 yıl sonra Erdoğan'ı sandıkta yenmiş olmak olacak.

Falih Rıfkı'nın dediği gibi Milli kahraman' cumhurbaşkanına karşı alelâde fanî vatandaşlar arasından seçilmiş alelâde cumhurbaşkanı adayı arasındaki bir seçim olacak.

Mesele aslında bu kadar basit.

Siyaset bilimciler bile bu kadarını anlayabilir…

* * *

Dini işlemler piyasası

Ayşe Çavdar (Medyascope)

Bugün şeyhinizin hangi günahlarınızı örtmesini istersiniz? Sizi, nefsinizi hangi ayet ya da hadise, ne bileyim belki menkıbeye dayanarak onaylasın? Hangi suçunuzu, kendisinin Allah adına sizin için af ve mağfiret talep edebileceği bir kusura indirgeyip bilmem kaç yüz tesbihle kovup göndersin kâbuslarınızdan? Ya da ne bileyim, makul bir pay karşılığında size suç ortakları da bulabilir şeyhiniz… Hangi suçunuza, o suçu çocuklarınıza göğsünüzü gere gere anlatabileceğiniz yüce bir niyet uydursun? Tabii ki yapabilir böyle şeyleri, neden şeyh deniyor ki ona? Bunları böylece yapabilsin diye, değil mi? Siz söyleyin şeyhiniz nefsinizin en adi bir emelini yüce bir ibadete dönüştürsün. Hem bu dünyada zevk ü sefadan mahrum kalmayın hem henüz kimsenin ne olup bittiğinden sizi haberdar etmediği öte dünyada yeriniz baki kalsın. Şeyhiniz size edeceği iltifatlarla ağyarın nezdinde itibarınızı da yükseltsin. İşlediğiniz suçu sünnet ilân etsin meselâ. Madem ki sen mü'minsin, Allah'a kulluğu kabul etmişsin, bütün diğer varlıklardan daha yücesin ve onlara ait olan her şey sana helâldir, diye okşasın tüm dünyevî arzularınızı!

* * *

Evlere el koymak?

Gün Zileli (Artı Gerçek)

Bir yerde yol açılırken bile yolun üzerindeki evler istimlak edilmek zorundaysa, mal sahiplerine tazminat (evlerinin o andaki değeri) ödenir. Böyle bir ödeme yapılmazsa bu, doğrudan doğruya gaspa giren, insanları isyan ettirecek bir uygulama olur. Düşünün bir, o evin sahibi bir emekli olabilir. Bütün hayatı boyunca çalışmış, emekli tazminatıyla falan başını sokabileceği bir ev satın almıştır. Ya o evde oturuyordur ya da kiraya vermiştir de oradan aldığı kirayla geçiniyordur büyük ölçüde. Bu eve şu ya da bu gerekçeyle tazminatsız el koymak, o insanın hayat damarlarından birini kesmektir. İnsanı isyan ettirecek bir uygulamadır bu.

Öte yandan, kiracıların oturduğu bütün evler için tazminat ödeyecek olsanız, bu, kimsenin altından kalkamayacağı devasa bir mali kaynağı gerektirir. Buna karşı ileri sürülebilecek bir argümanın üzerinde de duralım: Bütün evlere içinde oturan kiracılar sahip olacağına göre, evine el konan da, hâlihazırda oturduğu evin sahibi olacaktır, dolayısıyla mağdur olmayacaktır, denebilir. Böyle olsa adil bir paylaşımdan söz edilebilir belki. Fakat, yaşanan deneyimlerin de gösterdiği gibi, böyle olmuyor. Aslında bütün evlerin gerçek sahibi, sonuçta her türlü tasarruf hakkına sahip devlet oluyor. Sovyetler Birliği'nde, muhaliflerin ya da gizli polisin ağına muhalif olarak takılanların, aileleriyle birlikte oturdukları evden sokağa atıldıklarına ilişkin binlerce örnek vardır.

* * *

Şaşırmayı öğrenmek

Süreyya Karacabey (Artı Gerçek)

Her şeye şaşırmayı yeniden başarmalıyız. Bir çocuk açlıktan öldü, bu sıradan bir durum değil. Altı yaşındaydı ve açlıktan öldü. Eğer daha önce, çalışmak için geldiği İstanbul'da kendini asan o çocuğa şaşırsaydık, ya da camları kırık bir evde soğuktan donan o bebeğe dehşetle baktığımızı yeterince dışavurabilseydik, dün sadece çekim yaptığı için tutuklanan belgeselci arkadaşımız, kentimizin kolektif hafızası Sibel'in tutuklanmasına delirerek baksaydık, Pozantı'da harcanan çocukların durumuna ya da TMK mağduru çocuklar için dünyanın camını çerçevesini indirseydik, olağanüstü bu derece olağan hale gelmeyecekti.

* * *

 

85
Derkenar'da     Google'da   ARA