Patronsuz Medya

HAL 9000, Mistır Spak, minik neco

Necdet Şen - 6 Mart 2013  


2001: A Space Odyssey (Uzay Macerası) yönetmen Stanley Kubrick'in sinematografisindeki -bence- en sıkı film.

Üstelik de gelmiş geçmiş en baba bilim kurgu filmi.

Kubrick'in diğer filmlerindeki zaman zaman karikatürleşen sert ironi bu filmde yerini kadim hakikate secde eden "göksel" bir dile bırakıyor. Semazenler gibi boşlukta dönen uzay istasyonları, var oluşunun kaynağına doğru keşif yolculuğuna çıkan insanoğlu, ne olduğu ve neyi temsil ettiği müphem gece karası monolit, evrim sürecinde beklenmedik sıçramalar yaşayan insanımsılar… Ve öykünün en dramatik karakteri, insan yapımı yapay zekânın en üst örneği olmakla birlikte, aynı zamanda insanî zaaflarla malûl, kendi karizmasına tutkun ve paranoyak bilgisayar: HAL 9000.

Kubrick'in bu filmini sadece yönetmenin değil, sinema sanatının da bir dönüm noktası olarak görürüm. "Kült film" dedikleri cinstendir, çığır açmış, ardından gelenleri de etkilemiş, bir dil oluşmasına yol açmıştır. 1968'de çekilen bu film, 5 yıllık bir gecikmeyle, 1973 sonunda Türkiye'de gösterime girebildiğinde İzmir'deydim, oradaki bir sinemada seyretmiştim (Konak Sinemasıydı galiba adı).

Aradan geçen 40 yılı aşkın zamana rağmen hiç eskimemiş, anlattığı öyküyle ve anlatışındaki yetkinliğiyle, karakter, mekân, detay ve uzay araçları tasarımıyla hâlâ son derece güncel, bugün -çok daha geniş olanaklarla- çekilen bilim kurgu filmlerinin neredeyse tamamına esin kaynağı olan bir eser, kanaatimce Kubrick'in sinematografik dehasının tartışılmaz bir kanıtıdır bu film.

Romanının filmin gösteriminden daha sonra yayınlandığını da bir not olarak ekleyelim.

* * *

HAL

HAL 9000, -filmde gelecek zaman, ama bugün bizim için artık çoktan geçmişte kalmış olan- 2001 yılında özel bir görevle Jüpiter'e (kitapta Satürn'e) doğru yolculuk eden uzay aracı Discovery 1'deki teknik koordinasyondan sorumlu merkezî bilgisayarın adı. Dr. Chandra adında bir bilim adamı tarafından tasarlanmış. İnsan yüzlerindeki mimikleri, ses tonlarını, dil sürçmelerini bile yorumlayıp fikir yürütebilen bir teknoloji harikası. Yukarıda da değindiğim gibi, türünün en üst, en kusursuz örneği. O bile kendi mükemmelliğinin farkında ve bundan dolayı ses tonuna yansıyan hafif bir gurur seziliyor.

Ama bu mükemmel ve mağrur yapay zekâ harikası gene de bir gün çuvallıyor. Sorunsuz çalışan bir iletişim anteninin 72 saat içinde arızalanacağını rapor ediyor uçuş ekibine. Cihazı söküp inceleyen ekip hiç bir sorun saptayamayınca, dünyadaki uzmanlara danışıyor. Ve "beklenmedik bir durum" olmakla birlikte, hatanın HAL 9000'den kaynaklandığı onlar tarafından da teyit ediliyor.

Ne var ki HAL, hatasını kabul etmek yerine hazımsız bir tavır sergiliyor. Hatanın "insan hatası" olduğu konusunda inatlaşıyor ekiple. Bununla da kalmayıp, ona güvenmeyen ama mesele çıkmasın diye suyuna giden mürettebata karşı içten içe bileniyor.

Dışarıya ses sızdırmayan yalıtımlı bir kapsülün içine girip durum değerlendirmesi yapıyor uçuş ekibinden Bowman ve Poole. Ama onları uzaktan gözlemleyerek dudaklarını okuyor HAL ve yetkilerinin bir kısmının (en kritik olanların) elinden alınacağını anlayınca da gemideki mürettebata karşı topyekûn savaş başlatıyor.

Filmi bir sinema ve bilim kurgu klâsiğine dönüştüren teferruat da o noktadan sonra alevleniyor zaten. Hepsini anlatmak olmaz.

Ama şu önemli ayrıntıya parmak basalım: Sonradan öğreniyoruz ki HAL, gemi personelinden -şimdilik- gizli tutması emredilmiş bir sırrın taşıyıcısı. Ama aynı zamanda yaratıcısı tarafından, kendisine sorulacak her çeşit soruyu yanıtlamak üzere programlandığı için, bu onda üstesinden gelemediği temel bir çelişkiye neden oluyor. Öyle ki, personel ona bu konuda bir soru soracak olursa hem açıklamak hem de açıklamamak zorunda.

(Ah işte, neticede o bir bilgisayar, Süleyman Demirel değil ki, retorik oyunlarıyla, hem uzun uzun konuşup hem de rahatını kaçırtacak tek bir şey bile söylememeyi başarsın…)

Burada Alien filmlerini hatırlayalım mı meselâ? Çekilen beş filmin beşinde de birer android (insan görünümlü ve yapay zekâlı gelişmiş robot) vardır ve gemideki etten kemikten personele bildirilmeyen kritik bir sırrın taşıyıcısıdır. O sır, androidi gerçek insanların üstünde, onların kaderine hükmeden bir noktaya yerleştirir; eğer insanoğlu görevi baltalayacak bir adım atarsa, hepsi android için bir çırpıda gözden çıkarılabilecek birer safradan ibarettir. Öyle bir adım atmasalar da mukadderatları değişmez; çünkü zaten gemi onları sağ çıkma şansları olmayan bir yere götürmektedir.

Tanıdık bir tema, değil mi?

Tekrar konumuza dönersek, "koskoca geminin tüm idaresini bir tek bilgisayara emanet edersen olacağı budur" diyen aceleci seyircilere hatırlatırım: HAL sıradan bir bilgisayar değil; zeki bir insanı bile satrançta üç beş hamlede mat edebilen, işlem kapasitesi fevkalâde yüksek bir "yapay zekâ" şahikası. Üstelik canlı bir organizma olmadığı için, ne acıkır ne üşür ne de hastalanır…

Ama ne haber; gene de hastalanıyor işte. Paranoya da hastalık, değil mi?

"Kendi karizmasına tutkun" demiştim ya yukarıda HAL için, işte bu kibir onu "bensiz olmaz" yanılgısına doğru savuruyor. Kendinden menkul karizmasını öylesine her şeyin üstünde görüyor ki, bir tek eleştiri yetiyor tüm mürettebatı kendisine emanet edilmiş sırra ve o sırda somutlaşan "yüce amaca" giden yolda ayağına dolanan engel gibi algılamasına.

Kapıldığı büyüklük hezeyanları onu nevi şahsına münhasır -hem de bedensiz- bir sosyopata dönüştürüyor.

* * *

Spak

Tam bu noktada Uzay Yolu dizisinin kamer kaşlı bilim subayı Mistır Spak geçiyor gözlerimin önünden.

Her ahval ve şeraitte dengede kalmayı başaran, galeyana gelmeyen, mantıklı önermelerin adamı, sağduyulu Mistır Spak. Kurban olsun cümle galaksi ahalisi ondaki bu efendiliğe!

Mistır Spak deyip geçme, onun da bir kalbi var. Zinhar duygusuz değil. Akıllı ve baliğ olma sürecinde duygularının esiri olmamayı, mantıktan ve nesnellikten sapmamayı, hadiseleri kişisel algılamamayı öğrenmiş bir insanı kâmil o. Bir tür Zen ustası.

Başka bir gezegenden (Vulkan) gelmiş olsa da, anne tarafından yarı insan. Aslında bildiğimiz insan. Etiyle kemiğiyle, ruhuyla, tüm biyolojik fizyolojik vasıflarıyla… Mahrem hayatını bilemem.

Peki, aynı bizim gibi etten kemikten tüyden yünden bir insan olan Spak'ın tam not alıp da baştan ayağa elektrik devrelerinden, kablodan, polyesterden müteşekkil, yalancıktan bile olsa bir beden bile giydirilmemiş fotograf makinesi kılıklı HAL 9000'in kafa üstü çakıldığı o kritik seçmeli sınav sorusu nedir?

* * *

Spak'ın konuşmalarında bir kez bile "neee, bana haaa" türünden bir cümleye rastlamıyoruz. Oysa HAL kuruntularıyla rasyonel aklı arasında sağlam bir denge tutturması gereken çok hassas bir görevdeyken, bizim "insana özgü" zannettiğimiz o meşum zaafı gösteriyor: Kendini resmin merkezine koyuyor. Egosantrikleşiyor. Haliyle, eksantrikleşiyor. Malum, eksantrik, merkezi kaykılmış olan şeydir. Yalpalar. HAL de yalpalıyor, sorunu kişiselleştiriyor ve kendisine bir sır emanet edilmiş olmasının onu tüm mürettebattan daha üstün ve ayrıcalıklı kıldığı kuruntusuna kapılıp, tırışkadan bir eleştiriyi varlığına ve misyonuna yönelik sinsi ve kıyıcı bir komplo olarak algılıyor. Zekâsına dair aldığı övgüler nedeniyle içinde oluşan kibir, onu böyle yozlaştırıyor belki de, bilemiyoruz ki. İnsanın alacası içinde. Bilgisayarınki neresinde, bilinmez.

HAL, olguları, odağında hep kendi kadiri mutlak (aslında bal gibi sanal) varlığının olduğu maraz bir zihin evreninden algılamaya başlayınca da haliyle olaylar berbat bir yöne sapıyor. Onun paranoyak "öteki" algısı, iki tür arasındaki ilişkiyi "ya ben ya onlar" noktasına, içinde merhamete yer olmayan bir ölüm kalım savaşına sürüklüyor.

Kuruntu, "kendini gerçekleştiren kehanet"e dönüşüveriyor. Zira Bowman bir şekilde HAL'ın icabına bakıyor.

Ama bu kadarı bile HAL'ı sinema tarihinin en unutulmaz "kötü" karakterlerinden biri olarak kayda geçirmeye yetiyor.

İnsan yapımı bu yapay zekânın da diğer insanlar gibi bir egosu ve karizma takıntısı olabileceğini gösteriyor bize filmin senaryosunu ortaklaşa yazan Stanley Kubrick ve bilim kurgu yazarı Arthur C. Clark. Ama sosyalleşme süreci eksik kalmış, sadece yaratıldığı sterilize ortamın verileriyle sınırlı hassas bir ego bu tabii ki. Onu Mistır Spak'tan ayıran en önemli fark da bu oluyor. Spak, içinde yetiştiği toplumun kadim bilgi ve kültürüyle donatılmış ve bunu hayat içinde (yaşayarak) özümsemişken, HAL hard diskine yüklendiği kadarıyla yetinmek zorunda. Bu kadarı da yetmiyor tabii delikanlılığın kitabını yazmaya.

Bir bilgisayar, yani düz mantık, ne kadar gelişkin olursa olsun, ilk kez karşılaştığı soyut bir kavramla ne ölçüde baş edebilir ki hayat tecrübesinden yoksunsa?

* * *

Neco

Daha önce de anlatmış olabilirim ama emin değilim. Madem yeri geldi, sakıncası yok, anlattımsa bile bir daha anlatayım:

Yıllar öncesiydi. Bir Kemalettin Tuğcu kahramanı, bir Ferdi Tayfur şarkısıydım. Her şeyin üzerime üzerime geldiğini, alemin göt olduğunu düşündüğüm, bütün o duyarsızlık ve riyakârlık denizinde boğulacakmışım gibi hissedip, "alın atınızı verin tımarımı" diyerekten kendimi boşluğa bıraktığım, düştüğüm yerde taşlaşıp dibe çöktüğüm, yaralarımı yaladığım ama gene de avunamadığım günlerdi. Her gün önünden gelip geçtiğim sıradan bir ayrıntı o gün beni titretip kendime döndürmüştü.

"Aydınlanmak" diye bir şey vardıysa eğer, işte o benim kişisel hikâyemin aydınlanma anıydı.

Boktan bir kış ikindisiydi. Yağmur bulutlarıyla kararmış, çiseleyen bir hava vardı dışarıda. Gökyüzü, deniz, binalar, hatta ağaçlardaki yapraklar, her yer her şey kurşuniye kesmişti. İç dünyam ondan da beter. Bostancı-Kalamış arasında uzanan sahil şeridinde yalnız başıma dolanıyor, kim bilir kaçıncı ağıtımı yakıyordum tabakhaneye çizgi roman yetiştirirken gelip geçen gençliğime.

Aman efendim, şöyle yetenekliydim, böyle akıllıydım, doğruluk timsaliydim. O yüzden tıynetsizlerin nefretini üzerime çekiyordum. Gazetenin dördüncü katındaki yelloz taifesi ve hempaları beni bezdirmek, oradan uzaklaştırmak için neler yapmıştı neler ve sonunda başarmışlardı. Zarttı zurttu, si bemol majördü.

Alacaklıydım. Dünyanın bana borcu vardı. Çamura yatıyordu namussuz. Ödemiyordu. Hakkı yenmiş, gadre uğramış, değeri bilinmemiş bir hazineydim, şuydum, buydum. Çoook çok bedbahttım. Kimse anlamıyordu.

Çiseleyen yağmurun altında yan gelmiş gamsız kasavetsiz yatan sıska sokak itlerini gördüm o esnada. Derileri karınlarına yapışık gibiydi. Islanıyorlardı. Ne yağan yağmur, ne kurşuni gökyüzü, ne soğuk, ne açlık, umurlarında değil -miş gibiydi. Kızgın kızgın bakınarak yanlarından geçen ben de umurlarında değildim.

Hayattaydılar. Nefes alıyorlardı. Yan gelmiş yatıyorlardı. Bu onlara yetiyormuş gibiydi sanki.

Ne borsada işlem gören kâğıtları, ne dört çeker arabaları, ne plazma ekranlı televizyonları, ne kartvizitleri, ne telefonda mesajlaşan kankaları vardı. Donları bile yoktu; çırılçıplaktılar.

Belki toktular, belki aç. Herhalde üşüyorlardı. Ne her haldesi, mutlaka üşüyorlardı. Hatta belki ciğerlerinden hastaydılar. Burunları gözleri akıyordu. Kıçlarında askaritler tenyalar kıvıl kıvıl kıvıldanıyordu. Ama bunların hiç biri umurlarında değilmiş gibi bir yatışları vardı.

Hayattaydılar çünkü. Nefes alıyorlardı. Ciğerleri "tamam, bu kadar yeter" diyene kadar da almaya devam edeceklerdi.

Gerisi… Sen sağ ben selâmet.

Durdum baktım onlara öylece. Hayranlıkla, gözlerim kamaşarak, adeta vecd içinde baktım…

Mükemmeldiler.

Benim hiç bir zaman olamayacağım kadar hem de.

TIR dolusu kitabı dergiyi gazeteyi internet sayfasını hafızlayarak ve yığınla şey yaşayarak öğrenemediğim o basit ve kadim gerçek onların içinde doğuştan vardı belli ki. Belki bizde de vardı ondan. Ama ben şahsen tonlarca bilgi, tonlarca önyargı, tonlarca istek, tonlarca hayal kırıklığı ile öyle örtmüştüm ki üstünü, dünyadaki tüm höyükler, hatta Mısır piramitleri solda sıfır kalırdı o hilkaten sahip olup da daha ambalajını bile açmadığım saf bilincin üzerine yığdığım kuru gürültünün yanında.

Bir kış ikindisinde Suadiye sahilinde yatan kılıksız sokak itlerine bakarak bunları düşündüm.

Mutsuzluklarımızın kaynağının çoğu zaman kafamızda taşıdığımız ve şaşıp yanılıp "akıl" zannettiğimiz o tıkıştırılmış lâf kalabalığı olduğunun, mutsuzluğun aslında bir tür zehirlenme, mutluluk peşinde koşmanınsa arsızlık olduğunun, zaten var olanla yetinip başka hiç bir şey istemeksizin yaşamanın, aldığı her nefesle bahtiyar olmanın, göğsümdeki sıkışmış nefesi boşaltıp bir sonrakine telâşsızca hazırlanırken, bunun ne kadar muazzam bir şey olduğunun farkına vardım. Ortalama bir hayat boyunca kim bilir kaç milyon kez nefes alıp verdiğimizin ve her birinin -idrak edebilen için- aslında nasıl eşsiz bir mucize olduğunun da…

Kalp atışlarımızın nominal değerinden hiç bahsetmiyorum bile.

Çiseleyen yağmurun altında yan gelmiş yatan, kalkıp saçak altı arama zahmetine bile girmeyen o kuyruklu bilgelerin gamsızlığı, o an bütün dertlerimi önemsizleştirdi, şımarıklığımı, doyumsuzluğumu, kendime dönüklüğümü fark ettirdi bana.

Kuş gibi hafif hissettim o an kendimi. Bir adım öncesinde başka biriydim, sonrakinde başka biri oldum.

O an fark ettim ki, aslında avucumun içinde hazineler tutuyor ama hamlığımdan bunu algılayamıyordum.

Akabinde ne oldu? Piştik elhamdülillâh…

* * *

Kıssa'dan His'se

HAL 9000, Mistır Spak derken, bir de baktım gene kendi hikâyemi anlatmışım.

Olsun, birimizin hikâyesi hepimizin hikâyesi. Sürpriz yumurtalar gibidir hikâyeler, içlerinden mutlaka bir şeyler çıkar.

Ben bu anlattıklarımı -tamamını kâğıt israfı saydığım- kişisel gelişim kitaplarından öğrenmedim. Psikoloji kitaplarından, felsefe sözlüklerinden, marksist literatürden, Milli Eğitim Bakanlığı klâsiklerinden de öğrenmedim. Gazeteden televizyondan facebooktan zaten öğrenilemez bu gibi şeyler.

Sadece bir an, kısa bir an, gözümden bir perde kalktı, yalın bir gerçeği idrak edebildim, yıllar sonra onu paylaşıyorum.

Bu, mucizenin ta kendisiydi aslında. Her türlü rütbeden, makamdan, ünvandan, hırstan, arzudan, hasetten, gururdan, benlik duygusundan azade olunabildiği oranda açılacak kapının küçük bir işareti.

* * *

Akıl diye bir şey varsa eğer, o şey ne laboratuvarda ne de kütüphanede yapılabilir. Akıl, bir tüpün, kasetin, kitabın, flash belleğin içine hapsedilemez. Akıl, kitapçıdan videocudan yaşam koçlarından falan da satın alınamaz. Okulda hiç edinilemez. (Aklı olan okuldan uzak durur zaten.)

Akıl, yanılır. Yanılabildiği için akıldır belki de. Yanılabileceğini, sürçebileceğini kabul edebildiği, bundan gocunmadığı, pulları dökülmediği zaman.

Bizim zihnimizi Dr. Chandra türü bilim adamları programlamadığı için, bir deryanın içinde yaşıyor, alabildiğimiz kadarını alıyoruz. Susuzluktan ölenler de oluyor bu deryada yazık ki.

O derya, ortak algı rezervimiz, bir günde yaratılmadı. Yüzbinlerce yıl geçti belki de bugünkü idrakimizin oluşması için. Kuşaklar, bildiklerini sonraki kuşaklara aktardı. Milim milim yol alındı, damla damla birikti hayat tecrübesi. Birikirken tortulandı biraz. Arkadan gelenler, o yollardan daha evvel geçmişlerin ayak izlerini takip ede ede yolunu buldu.

Gel zaman git zaman, bir şeyler becermeye başladık. Evrimleştik. Ölü tapirin kaval kemiğiyle hemcinsimizin kafasını patlatmayı ve ardından göğsümüzü yumruklayıp gökyüzüne böğürmeyi öğrendik.

Kendi yapıcı ve yıkıcı kapasitemize hayran kaldıkça budalalaştık, yozlaştık. Her birimiz er ya da geç, az ya da çok, HAL 9000'in içine yuvarlandığı o açmazla, şarkıdaki gibi, "bir dünya varsa ve ben orda yoksam, ben neredeyim" sorusuyla sınandık. Kendimizi ve evrendeki var oluş nedenimizi lüzumundan fazla önemsedikçe ilk geldiğimiz yeri, asıl adresimizi unuttuk. Dünyayı "ben" ve "diğerleri" diye bölümleyip, diğerlerine karşı kibirlenip hınçlandıkça içimizdeki kötülük tohumlarını büyüttük. Tüm sokaklar kendimize açılmaya başladı. Yozlaşmaya mütemail sokma aklı gerçek akıl ile karıştırdık.

Mistır Spak'ın gezegenindeki müfredat bizimkinden farklı olmalı ki, ondaki efendilik hasleti bizde pek yok. Kendimizi evrenin merkezi zannediyor, en ufak yan bakışta, en ufak yergide derinden sarsılıyor, savaş naraları atıyor, en sefil çiğliklere saparken bile kendimizi haklı çıkartabilecek kurguyu türetebiliyor, hakikati meşrebimizce eğip büküyoruz.

Ne etsek acaba? Şöyle çimenlerin üzerine uzansak mı sere serpe? Sokak itlerinin hemen yanı başına. Çiseleyen ve belki birazdan sağanağa çevirecek yağmurun altında, ağrısız hırıltısız bir nefes daha alabilmenin değerini idrak etsek ve şu ana kadar aldıklarımız için, bizi bu hayal perdesinde bir anlığına görünür kılan akıl sır ermez varlığa hamd-ü sena eylemekle başlasak işe, "servetim budur benim" desek mi?

O zaman gün boyu göğüs boşluğumuzu sıkıştırıp duran şu basınç biraz azalır mı?

Ne dersin HAL, azalır mı? Ya sen ne dersin Spak Abi?

Yorumlar

Delirmiş bir şempanzedir insanoğlu. Bütün canlılar güç peşinde koşarlar. İnsanoğlu delirdiği için bu güç peşinde koşma güdüsü olağanüstü boyutlara varır. Ne istediğini tam olarak bilmez, ama sürekli huzursuzdur. Olmadık hayaller kurar.

Sanki yok oluşumuza gider gibiyizdir. Ama işte: Mucize gerçekleşir, bu delirmiş halimizle yaşama tutunuruz. Üç milyon yıllık gelişim çizgimizle dünya canlılarının tepesine otururuz. Bu delirmemiz olmasaydı biz de bir Afrika ormanının içinde pinekleyen, didişen, yiyen ve zikişen bir tür olarak kalacaktık. Kalmadık; bugünün dünyasını yarattık.

Yine de, bu delirmiş halimizle sanki yok oluşumuza gider gibiyiz. Peşimiz sıra beş milyar yıllık dünyayı da sürüklüyerek…

Levent Yaycı - 7 Mart 2013 (00:48)

İki ay kadar önce bizim şirketin girişine bir kız köpek kapılandı. Önce erkek zannettik, ismini Bobi koyduk, sonra Lusi yaptık. Sıkı bir hayvan dostu arkadaşım var. Lusi'ye sahip çıktı, aşılarını yaptırdı, tasma, yastık aldı, kısırlaştırdı, şirketteki boş köpek kafeslerinden birinde koruma altına aldı.

Öğlenleri Lusi'yi kafesinden çıkartıyoruz. Hopluyor, zıplıyor, bahçede sevinç içinde koşturuyor, çamurlu ayaklarıyla giysilerimizi kirletiyor. Saati dolduğunda da kendi kendine kafesine koşup kapatılmayı bekliyor.

Lusi, hafta sonları hariç, günde yarım saat kadar bahçede koşturuyor, bizimle oynuyor. Onun dışındaki tüm zamanı 20 metrekarelik kafesinde geçiyor. Yastığı, tasması ve komşu kafesteki iki köpeği seyretmek dışında başka bir eğlencesi yok.

Buna rağmen hepimizden mutlu görünüyor; yüzünde "insan daha ne isteyebilir ki abi" ifadesiyle.

Geçen gün onu kafesine kapatıp ofise dönerken "çıkarılacak dersler var" dedik kendi kendimize; sesimiz biraz cılız çıktı tabii.

Seyit Balkuv - 7 Mart 2013 (13:46)

Üstadım, hikâyelerimiz birbirine benziyor. Yukarıdaki satırları ben de yazabilirdim.

Ben de bir gün kendimi akıllı sandığım halde, beynimdeki iki-üç satırlık bir programın kontrolünde, aynı HAL gibi bir bilgisayar olduğumu fark ettim, para, ün, başarı ve alkış'ın peşinde koş. Nasıl olduğu önemli değil.

Bu satırları kendi irademle silebildiğimi anladığım gün makina olmaktan çıkıp insan oldum.

Emre Sermutlu - 7 Mart 2013 (15:50)

İnsanın kendisini, içinde yaşadığı dış dünyayı algılaması, kavrayıp değerlendirmesi, kendini ve dış dünyayı anlatma biçimi farklı. Bu farklılıklar da yaşamı daha geniş ve derinlemesine anlayabilmemizi sağlıyor.

İşte, önümde duran satırlar yaşamım ve düşüncelerim üzerinde etkileyici bir öneme sahip. Duygularımın, aynı zamanda düşüncelerimin de en samimi karşılığını buldum…

Sonsuz güzellikteki bu bahçenin (Derkenar) büyülü havasını solumak, birbirinden güzel kokularını içime çekmek… Her gün "büyülü bahçeme" hoplaya zıplaya dalıyorum, Neco'nun deyimiyle sessizce, ama bugün öyle değil.:)

Züleyha Ekici - 7 Mart 2013 (22:29)

Yazdıklarınızın izinden bugünlerde 2001: A Space Odyssey'i yeniden izlemek farz oldu.

"Kısas" bölümünde anlattıklarınız bana Malezya, Endonezya, Hindistan gibi yörelerde rastlanan garip bir hastalığı hatırlattı. Bu hastalıkta günlük işleriyle meşgul olan sıradan normal biri, birden bire yerinden kalkıp durmaksızın koşmaya başlar. Ama bu öyle bir koşudur ki, koşucu aynı zamanda yolunun üzerine çıkanları kanlı bir yıkıcılıkla kesip biçerek ortadan kaldırmaktadır. Eğer ölümüne susamamışsa, kimse böyle birinin önüne çıkmak istemez. Koşu başlanılan yerin çok uzaklarında koşucunun ağzından köpükler saçarak düşmesi ve çatlayıp ölmesiyle son bulur. Yani aslında kişi, kendi sonuna koşuyordur.

Zweig, bu garip olayı, "Amok Koşucusu" adıyla öyküleştirmişti. Bazen, aslında egonun (ki buna, sürekli bulunduğu yere bağlamak, çivilemek, akla davet etmek suretiyle önünü kestiğim kendi egom da dahil) her an fırlayıp gitmeye hazır bir amok koşucusu olduğunu düşünmeden edemem. Zannımca insan, gözünü bir anlığına bile ondan ayırmamalı, yoksa megalomanlığın sonunu çatlayana kadar bulamaz.

Mahmut Taha - 8 Mart 2013 (16:46)

Şimdi farkına vardım, çok mahçup oldum. Gecenin bilmem kaçında yazının ara başlıklarını atarken, o yorgunlukla "Kıssa" yerine "Kısas" yazmışım. Hemen düzeltiyor ve bizi okuyan 75 milyondan özür diliyorum.

Necdet Şen - 8 Mart 2013 (16:56)

Eski adamların inziva vb şeklinde ifade ettikleri bir takım yöntemler aslında insanoğlunun kendi başına ördüğü çoraplardan kurtulmak için müracaat ettikleri yollar değil midir aslında?

Bu düşüncemi ne zaman dile getirsem ısrarla hayattan ve mücadeleden kaçmakla itham edilirim. Hayatla kendi kurallarınca mücadele edenlerin hali ise benim durumumdan çok daha iyi değil. Sanıyorum bir nevi erkekliğe toz kondurmama kaygısı insanoğlunu maymuna çeviriyor.

Buradaki maymun kelimesi şaklaban, palyaço, rezil olmak anlamda kullanıldı. Yoksa metafor falan değil yani, pek anlamam o işlerden.

Yani ya demem o ki, şu darı fenadan serayi bekaya geçiş yapılacak süreçte ya dalkılıç mücadele edeceksin ya da meselenin kâh yanından kâh altından bazen de üstünden dolanıp geçip gideceksin.

Bu arada insan içine ne kadar az girip çıkarsan o kadar iyi. Eski kıssada anlatıldığı gibi, insan içine çok girip çıkmak kişiyi b.ka çevirmekten öte faide getirmez.

Elbette bu kıymetsiz fikirler yazanın şahsına aittir ve yalnız onu bağlar. Siz size doğru gelen yolda ilerleyiniz.

Bizim yolda ne kadar az kişi olursa o kadar iyi.

Sultan Süleyman - 10 Mart 2013 (13:35)

Filmin bir özelliği de insanın evrimine farklı bir açıklama getirmiş olmasıdır. Filmin başlangıcında görülen siyah monolit, maymunların beynine müdahale ederek onların insana kadar uzanacak evrim sürecini başlatan bir dünya dışı aklın bir tür uzaktan beyin yıkama veya formatlama aracıdır.

Filmde maymun beynine yapılan bilinçli müdahale pek açık seçik verilmese de romanda bu özelliği birkaç sayfada anlatılır. Siyah monolit bir tür beyin programlama, bir eğitim aracıdır ve maymunların beynini etkileyerek, onları eğiterek evrimleşmelerini sağlar.

Günümüzde de buna benzer aygıtların geliştirildiğini biliyoruz, bunlar beyin jeneratörü veya psikotroniks adı verilen cihazlar, beyin dalgalarına benzer frekansta elektromanyetik dalgalar yayınlayarak çalışıyor ve psikolojik savaşta düşman beyinlerinin uzaktan kontrol edilmesinde kullanılıyor. (A. Alatlı: Schrödinger'in Kedisi - Kabus s. 326-333)

Böylece, insanın evrimiyle ilgili üç teoriye bir dördüncüsünün daha eklenebileceğini görüyoruz, yani insanın dünya dışı bir müdahaleyle ortaya çıktığı teorisinin de mevcut üç teoriye eklenmesi gerekiyor.

Pertev Dural - 11 Mart 2013 (20:22)

Ben o monoliti başka türlü anlamıştım.

Simsiyah, pürüzsüz bir kütle. Milyonlarca yıl geçse de ne eskiyor ne şekil değiştiriyor. Müthiş güçlü görünüyor. Ama ne gücün şiddeti tam olarak anlaşılabiliyor, ne de nevii. Kendini az sayıda insana gösteriyor. O insanlar, ona sadece dokunmakla yetiniyor; saygı ve korkuyla karışık duygularla.

Genellikle birden ortaya çıkıyor, yoktan var oluyor. İnsanoğlu ona ulaşmak uğruna zorlu uzay yolculuklarına katlanıyor, en gelişmiş teknolojiyi seferber ediyor. Oysa daha gidiş yolunda en güvendiği bilgisayar su koyuveriyor. Çünkü o bilgisayarı da bir ademoğlu yarattı ve o kadar "mükemmel" yarattı ki, farkında olmadan egosuna ait kodları da içinde serpiştirdi.

Neticeten, onca uğraşa rağmen modern insanın monolitle ilgili bilgisi mağara insanının algısından öteye gidemiyor. Ölüm döşeğinde bile ona son bir ulaşma gayreti var, ama nafile.

Seyit Balkuv - 12 Mart 2013 (12:09)

Filmi seyrettim. İlk seyredişimde çocuktum ve aklım karışmıştı. Kubrick filmleri ile ilgili genel bir kanı vardır ve katılırım: Sinematografı mükemmeldir ama nefret edilesi filmlerdir.

Ben siyah granitin dünyaya düşüşünü başka türlü yorumlarım; "Dünya dışı akıl"ı herkesin kendi tarifine bırakıp atlayarak, kendimce onun "Bilgi, Teknoloji" olduğunu kabul ettim. Sebebi de şu oldu, gelişinden hemen sonra ezik maymunlar birden, güçlü düşmanlara karşı kemiği bir silâh olarak kullanmayı "aklettiler".

Yukarıdaki sebeplerden dolayı bu türün dördüncü bir ırk değil, birinci grubun ta kendisi olduklarını düşünüyorum. Ne demişim: "Edebiyat, Sanat, Teknoloji, onların inhisarındadır."

Son sahnelerde ise -yine bana göre- uzaydan ikinci ırk teşrif ediyordu.

Bu bir teori zaten, kanun değil. Hiç fanatiğim de olmadığından kanunlaşamayıp hep teori olarak kalacak.

Ali Sedat Çetinkoz - 12 Mart 2013 (12:18)

Alev Alatlı'nın "Schrödinger'in Kedisi" romanı bir süredir satın alınıp okunacak kitaplar listemde duruyordu ama artık alıp okumama gerek kalmadı. Daha önce Bunak Moruk, şimdi de Pertev Dural zaten cüz cüz indiriyorlar. Okumuş kadar oldum.

Schrödinger'in Kendisi - 12 Mart 2013 (13:20)

Arkadaşlar, o granit görünümlü siyah şey aslında plazma televizyon. Filmin başındaki maymunlar o ekrandan Kurtlar Vadisi'ni seyrediyor ve öldürmenin bir erkeklik alâmeti olduğunu anlıyorlar.

Ay'da ortaya çıktığı ikinci seferde ise yayın saati sona erdiği ve "televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız" yazısı çıktığı halde astronotlar o alfabeyi sökemiyorlar. İşte o esnada o kulak tırmalayıcı düdük sesi duyuluyor. Aleti kapatsınlar diye.

Haa bir de 3. kez uzayda, Jüpiter yolunda görülüyor. O niye? Çünkü o uzaklıkta cihaz BJK-FB maçını çekmiyor, astronot da sinirinden tutup uzaya fırlatıyor aleti.

Bazıları da onun XL iPod olduğunu söyler ama bu bana pek mantıklı gelmiyor. O kadar büyük şey ele avuca sığmaz ki. Kim ne yapsın?

Serdar Fisiloğlu - 12 Mart 2013 (13:37)

Biraz da magazinel bir mevzuya kapı açayım, eğlence bâbından…

Kitabı yazandan ve filmi yapanlardan bir doğrulama gelmese de şu tesadüf bir hayli konuşulmuştur: Başına buyruk ve diklenerek dik duran bilgisayar HAL'in ismi, her bir harf alfabedeki bir sonraki ile (bir şifreleme tarzıdır) yazılınca ortaya IBM çıkmaktadır.

O zamanlar da bilgisayar konusunda ABD devi o firma idi. Bana fazla "tesadüf" gelir bu olay. Kalite geyiktir.

Ali Sedat Çetinkoz - 24 Mart 2013 (19:45)

Kitabın yazarı Arthur C. Clark yalanlıyor zaten bu geyiği. HAL kelimesinin açılımının "Heuristically programmed ALgorithmic computer" olduğunu belirtiyor bir söyleşisinde. (http://en.wikipedia.org/wiki/HAL_9000)

Fakat gerçekten de kalite geyiktir. Ben de inandım buna başlangıçta.

Adil Cevaz - 24 Mart 2013 (23:39)

Sayın neco bey, yazınızın girişinde bir bilgisayarı anlattığınız bölümde sanki gezi hadisesi sırasında bir devletlu şahsın takındığı paranoyak ve narsist tavrı hicvetmişsiniz sandım önce, ama sonra yazının tarihine bakınca zötüm tavana vurdu, zira bu olaylardan vasatî 3 ay önce yazmışsınız.

Yazının devamında da sanki "gezi"nin bu lokasyondaki yansımalarını önceden görmüş ve kabaran boyaların altından çıkan orijinal renkleri ifşa etmiş gibisiniz ya, aşk olsun walla… Zınk!

Ne diyelim şimdi biz buna? Hissi kalben vuku mu, uzak görüşlülük mü, fal mı, telepati mi, kadim bilgi mi, ne?

Neyse ki filmin sonunu anlatmamışsınız, şimdi ben fena halde meraklandım, gidip bir dvdsini bulayım. Sonunda bu hal 9000'e ne oluyor, öğreneyim. Gerçekten öğrenmek istiyorum. Sakın siz yazmayın, heyecanı kaçmasın.

Sevgiler. Öpücükler.

Sevin Dirik - 11 Ekim 2013 (12:47)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

81
Derkenar'da     Google'da   ARA