Patronsuz Medya

Bir tek ben miyim kırılgan olan?

Necdet Şen - 11 Kasım 2001  


Ne çok kişiye gıcık olurdum eskiden. Kalbimi kıran ne çok insan vardı. Neden bana karşı bu kadar düşmanca davranırlardı, hiç anlayamazdım.

* * *

Yıllar sonra, tesadüfen, bazı insanların da beni "gıcık" bulduklarını fark ettim. Çok şaşırdım tabii ki, çünkü ben çok "iyi" bir insandım; bunu nasıl olur da göremezlerdi?

* * *

Onlar "kötü" müydü peki?

Zamanla aklımı kat kat gölgelemiş olan küskünlük ve öfke perdelerini aralamaya başladıkça, aslında kırıldığım o insanların da bana kırıldıklarını, belki de o nedenle öyle düşman gibi davrandıklarını anlamaya başladım.

Oysa ne onları kırmak istemiş, ne de kırıldıklarının farkına varmıştım.

Öyle aman aman bir şey de yapmamıştım onları incitecek; en fazla dudağımın kenarında müstehzi bir gülümsemeyle, belki "ben senden daha zekiyim" anlamına gelebilecek bir havaya bürünmüş, köşeye sıkıştıracak sorular sormuş olabilirim.

Ya da belki sıradan bir konuşmanın seyri içinde, onun onay beklediği (buna cidden ihtiyacı olduğu) bir anda, bu ihtiyacı göremeyip çene yarıştırmış olabilirim.

Belki yanımdan selâm bekleyerek geçtiği bir gün, onu fark etmeden yürüyüp gitmiş de olabilirim. O bunu benim dalgınlığıma değil, kibirli oluşuma vermiş olabilir.

Belki o sırada işsizdir, kırılganlığı katlanmış bir halde "herkes tarafından terk edildiği, sürüden dışlandığı" duygusuyla dolanıp duruyordur, o nedenle daha da fazla kırılmış olabilir benim bu dalgınlığıma.

Tıpkı benim de işsiz kalınca aramayan, hatta "yok" dedirten (ya da o günün halet-i ruhiyesiyle öyle yaptığını sandığım) eski dostlara kırıldığım gibi.

* * *

Başka insanlara hep aynı nedenlerden dolayı kırılıyor ve onları yine aynı nedenlerle, çoğu zaman farkına bile varmaksızın kırıyoruz.

Bazen bir anlık sessizliği bile kastî bir saldırganlık olarak algılayıp, yüzleşmek yerine sessizce küsüp gittiğimiz oluyor.

Kısacası, Ben adı da verilebilecek sinsi bir düşmanı dolandığımız her yere, hatta uykularımıza bile içimiz sıra sürüklüyoruz.

Oysa ayaklarımızdaki günden güne ağırlaşan prangalar gibi o sürüsüne bereket Ben'ler. Hepimiz tek kişilik Ben hücrelerimizde, ama hep bir arada ve diğer Ben'lerin silinip kendi Ben'imizde eridiği bir dünya özlemiyle yaşayıp gidiyoruz işte.

Ne olsun? İyilik sağlık. Kırılganız ve çoğunlukla o nedenle birbirimizi kırıp duruyoruz.

Bildiğin gibi yani…

* * *

Uzun zamandır, damağımda ne kadar nahoş bir tortu bırakmış olursa olsun, kimseden ve hiç bir şeyden "sevmem" diye söz etmemeye özen gösteriyorum.

Çünkü düşüncem o ki, bir insanın başına gelebilecek en berbat şeylerden bir tanesi de sevememek.

Etrafa bakındığımda en fazla gözüme ilişen şeyin sevgisizlik olduğunu söylemek zorundayım.

En açık seçik düşmanca olanından, en fark edilmemiş olanına kadar geniş bir yelpazesi var bu sevgisizlik illetinin.

"Ben falanca yemeği yemem" derken de, "köpekleri severim ama kedileri sevmem" derken de, "toplum yozlaşıyor" derken de, "azınlıktayız" derken de, "o bana kelek attı" derken de, "sen beni sevmiyorsun" derken de, hatta bazen "seni seviyorum" derken de muhtemelen henüz bilinç düzeyine çıkaramadığımız bir sevgisizliğin sancısını çekmekte olduğumuzu göremiyoruz.

Sevginin mandalina gibi dilim dilim bölünemeyeceğini, lütuf gibi sadece egomuzu tatmin edenlere sunulamayacağını, pazarlık ve değiş tokuş konusu yapılamayacağını, sevginin bir tüketim ve eğlence nesnesi değil, bir bilinç hali olduğunu, gerçekten sevebilmenin her şeyi sevmekle mümkün olabileceğini anlayabilmem için illâ saçlarımın ağarması mı gerekiyordu?

* * *

Neden bu kadar geniş tutuyorum sevginin ve sevgisizliğin alanını? Tumturaklı konuşma ve yazma takıntım mı var?

Kimbilir, belki.

Ama yine de neden böyle algıladığımı anlatmayı denemekte yarar görüyorum.

* * *

Bendeniz hakir, "sevgi" dediğim zaman, dost-hasım ya da iyi-kötü ayrımı yapmaksızın, "iyi"siyle ve "kötü"süyle, bizden olanı ve olmayanıyla, şu gök kubbe altındaki her nesneye duyulan ve "şey"leri sınıflandırmayan bir teslimiyet (uyum) halini anlıyorum öncelikle.

Boyun eğmek değil, teslimiyet. Yani bütünden ayrı olmadığının bilincine varmak; bütünle barışmak. Didişmekten vazgeçme hali.

Nietzsche'nin diliyle söylersek, kaderini sevme hali.

Kayıtsız ve koşulsuz teslimiyet. Bedenimizi uykunun kollarına bırakır gibi, dingin bir uyanıklığa teslim olma hali.

Bir damlanın denize teslimiyeti gibi.

Bir damlanın kendisini buharlaştıran güneşe teslimiyeti gibi.

Buğunun bulutla uyumu gibi. Soğuyunca tekrar damlaya dönüşmesindeki itaat gibi.

Yaprağın üstündeki çiğ tanesinin gelip geçiciliğine, ama sonsuzluğuna olan inancı gibi. Sonsuzluk bilincinin verdiği huzur gibi.

Biliyorum ki, yorulmamacasına dönüşen, renkten renge giren Bir'in bir parçasıyım. Yalnızca benlik denen o zehirli atıkla birlikte yaşıyorum, tek farkım budur yaprağın üstündeki serin çiğ tanesinden.

Her nasılsa, evrim süreci içinde ani bir parlamayla farklılaşmış, kendi kendisinin bilincine varmış, tüm varlıklarda kendiliğinden var olan derin bilincini dünyevî zekâ ile karartmış bir insanoğluyum alt tarafı. Bütün bu "evrenin efendisi" olduğum kuruntularına gülüp geçebildiğim ölçüde varım. Yaprağın üstündeki çiğ tanesinden ne üstünüm ne de aşağı.

Mutfak tezgâhının üzerinde dolanan kalorifer böceğinden de belki ezme kapasitemle ve saldırganlığımla üstünüm. Hayata kasteden bir üstünlük yani. İçinde sevgi olmadığı için vehmedilmiş bir üstünlük.

* * *

Bu inancımdaki samimiyeti anlatabilmek göründüğü kadar kolay değil. Birazcık Felsefe, Tasavvuf, Budizm falan kurcalamış herkes bundan daha tumturaklısını da zikredebilir. Keramet sözde değil, eylemde; yani uyanış ve kabullenişte.

Nicedir içimde hissediyorum bunu, ama pozitif akılla kanıtlayamam. Hele inanmak istemeyene hiç bir şekilde anlatamam. Gücüm yetmez.

Dinsel vaaz gibi algılanmadığını umarım.

* * *

Daha açık biçimde şöyle ifade edebilirim belki:

Gündelik yaşantımızda bizi geren, sinirlendiren, üzen birçok hal ve tavırla karşılaşırız. Nedenini çoğu zaman anlayamadığımız alttan alta bir rahatsızlık içimizi kemirir durur, hayattan pek zevk almadığımızı, ite kaka götürdüğümüzü fark ettiğimiz olur.

Çoğumuzun bir çırpıda sayıp dökebileceğimiz "gıcık" tipler listemiz vardır. Komşularımız kaba, amirlerimiz çapsız ve kindar, ailemiz anlayışsız, sürücüler saygısız, bazı kişiler duyarsız, bazıları bencil, dostlar vefasız, politikacı hırsız, kapıcı nankör, falanca hıyar, filânca davar, fişmekân dangalaktır.

Öyledir de muhtemelen.

Ama gel gör ki, altı milyar insanın yaşadığı bir gezegende davarın ve dümbeleğin kıtlığına kıran girmeyeceğine göre, ne kadar seri davranırsak davranalım bütün dümbeleklerle kozumuzu paylaşacak kadar ne zamanımız ne de enerjimiz var.

* * *

O zaman kendimize şunu sormamız gerekmez mi?

Ben neden böyle olur olmaz her şeye kızgınlık duyuyor, baktığım her yerde yanlış giden bir iş, kötü davranan bir insan, aleyhime gelişen bir durum algılıyorum?

* * *

Filmi geriye doğru sarmaya başlayalım mı?

İki arada bir derede kendimizi ifade ederken "sinir oldum", "kızdım", "bozuldum" ve benzeri muğlâk sözcüklerle geçiştirdiğimiz duygu, aslında kırılganlık olmasın?

Bizi bu kadar kırılgan yapan şey bilinç altına zulaladığımız eski yaralar ve bu tortunun çıkardığı kötü bir koku olmasın?

Aslında kaba saba ve duyarsızca davranan "öteki" insanların bu davranışları, taa bebeklik günlerimizden beri katmer katmer birikmiş korkularımızı, toslamalarımızı kışkırtıyor ve hep "kötü bir şey olacak" beklentisi içinde gerildikçe gerilmemize yol açıyor olmasın?

Bu "kötü şey" ne olabilir?

Sopa mı yeriz birinden? İşsiz mi kalırız? Dışlarlar mı? Kıçımıza toplu iğne mi batırırlar? Pandik mi atarlar? Mağdur mu oluruz? Onurumuz mu kırılır? Rencide mi ediliriz? Karadeniz'de gemilerimiz mi batar? Binaya uçak mı çarpar? Bizi gizli kamerayla çekip "ahmak" diye bütün millete seyrettirirler mi?

Valla, olur olur. Hayat bu.

"Ya olursa?" diye endişelendiğimiz her risk ve almaya çabaladığımız her önlem, aslında kendi hayatımızı el freni çekik halde hız rekoru kırmaya çalışan bir otomobile dönüştürmemize neden olmuyor mu?

Derkenar'ı ilk yapmaya başladığım zamanlarda gelen bir okur mektubunu anımsadım şimdi. Adı neydi hatırlamıyorum, değerli bir okur, "Bu hayat bir güç ilişkisidir ve ben güçlü olmak istiyorum. Güç'e giden yol para'dan geçer. İstediğim kadar güçlü ve zengin olduğumda ben de hayata sizin gibi bakabilirim; ama önce arzuladığım bu şeyleri elde etmeliyim." diyordu.

Ona yalnızca şunu sormuştum:

- "Ya arzuladığın gücü ve parayı elde ettiğini sandığın anda yukarıdaki hakem amca bitiş düdüğünü çalarsa?"

Yanıtlamadı. Sorumu saçma bulmuş olmalı.

* * *

Sahip olma ve biriktirme tutkusunun ardında da yukarıda saydıklarıma benzer derin korkularımız yatıyor olabilir mi?

Acaba insanı "Ben" ve "diğerleri" diye katı bir sınıflandırma yapmaya iten nedenler arasında, bebeklik günlerimizde yeteri kadar kucağa alınıp sevilip okşanmamış oluşumuzun da payı olabilir mi?

Boşanmış anne baba…

Ya da her Allah'ın günü birbirine bağıran ve kavga eden anne baba…

Ya da çocuklarına hasım gibi davranan, devamlı eleştiren, emirler yağdıran, yasaklayan, itip kakan, ihmal eden, mesafe koyan anne ve baba…

Yarının güç, para, ün, iktidar, servet, yarış, zafer ve hedonizm peşinde koşan kuşaklarının mimarları bu tür anne babalar olmasın?

Bir insan kendi çapının o kadarına elvermediğini içten içe bildiği halde neden en itibarlı sanatçı ya da bürokrat sayılmak, şampiyon takımın imparatoru ve mühim şahsiyetlerin ahbabı olmak, heykelini diktirmek, en pahalı arabalarla ve en meşhur yosmalarla gezmek, en popüler -ve en şarlatan- din alimi olmak, en yüksek dağların zirvelerine tüy dikmek, dünyanın bütün turistik noktalarına erkek kedi misali siğmek, best-seller listelerinin tepesine yerleşmek, siyasetten hiç çakmadığı, hatta ortalıkta neler döndüğünü merak dahî etmediği halde ülkeyi yönetmeye heveslenmek, her alanda bir numara sayılmak, her şeyin en fazlasını, en gösterişlisini ele geçirmek ve tüm yarışlarda "en" birinci olabilmek için ihtiraslanmak, birinciliğe giden yolda önünü kesecek her türlü gerçeği gözünün kör noktasına getirip, yoluna çıkan her türlü basamağı erdem terazisinde tartmadan üçer beşer atlamak, her piramidin tepesinde, her ayrıcalıklı ve narsist eylemin önünde, her yükselen asansörün içinde yer almak, aslan kaplan leopar olmak, padişah olmak, süpermen olmak, allâme olmak isteyebilir?

Birinci olmak, o yarıştaki herkesi "yenmek" ile mümkün değil mi?

Yenmek, özünde düşmanlık içermez mi?

Tüm insanlığa ve hayata düşmanca duygular beslemeden, nasıl herkese ait olan şeyleri evindeki kasana kilitleyebilirsin?

Nasıl olur da hayatı talan edilecek bir ganimet gibi algılarsın?

Nüfusunun ezici çoğunluğunun yoksulluk sınırında yaşadığı, çok sayıda esmer derili kardeşimizin açlıktan kırıldığı bir dünyada, bir insan nasıl bilmem kaç tane gayrımenkul, bilmem kaç tane arabayı, üç ayrı motosikleti, onlarca gitarı, yüzlerce çift ıskarpini, binlerce cilt kitabı, banka hesabında yedi ceddimizi doyuracak kadar parayı istifleyip, aynı zamanda "ben vicdanlı bir insanım" diyebilir?

- "Ama ben bunları hak ettim de kazandım" mı diyorsun?

Peki ama diğerlerinin hak etmediğinden nasıl emin olabilirsin?

Zengin çocuğu konaklarda doğmayı hangi sınavdan alnının akıyla çıkarak hak etmiştir?

Güzel kadın boyunu posunu hangi erdemin ödülü olarak kazanmıştır?

Etyopyalı çocuk, hangi günahının bedelini ödemek üzere dünyaya sersefil gelir?

Savaşın içinde doğup büyüyen Afganistanlı, Filistinli, Vietnamlı çocuğun New York belediye başkanı olma şansı kaç trilyonda bir?

Bırak genetik piyangoları, değer sıralamasının en tepesine erdem yerine başarı'yı koyan insan, elde ettiği ganimetin hakiki sahibi midir, yoksa bir modern zamanlar çapulcusu mu?

* * *

Hayatın sonsuzluğu içinde bir anlığına bedenlenip, hayal perdesinde şöyle bir temaşa eyledikten sonra buharlaşıp buluta karışan, sonra çiğe, yağmura, ırmağa, sonra yine buhara, buluta dönüşen minicik damlalarla bir ve farksız olduğumuza dair saf bilinç, kedi, köpek, insan, yaprak demeden hepimizin her hücresinde var aslında. Ama gel gör ki, biz insanoğlu, yani zekâsını zehirli bir atık gibi taşıyan azmanlaşmış iki ayaklı primat, tam da "cennetten kovulma" mitlerinde anlatıldığı gibi, Tanrı ile aşık attığımız, kendimizi (yani aslında kendimizden menkul egomuzu) evrenin merkezi sandığımız için kusurluyuz.

Aslında sevme özürlüyüz.

Bilseydik eğer, kızdığımız, husumet beslediğimiz insanların da bizim gibi kırılgan olabileceğini, belki onların gözlerinde gördüğümüz donukluğun, dudaklarının kenarındaki alaycı kıvrımın, omuz vurup geçiyor oluşlarının arkasında yaralı bir benlik ve insan bilincini çarpıtan bir savunma refleksinin olduğunu anlayabilirdik.

Bilseydik eğer, aslında hayatın bizimle kaim olmadığını, ezelden beri bir şekilde hep buralarda olduğumuzun ve şişkinleşmiş benlik duygumuz toprak olduktan sonra da bir şekilde hep buralarda olacağımızı…

Bir kulak kabartabilseydik pencerenin dışında neşeyle ya da telâşla cıvıldaşan civelek serçelerin, bitirim kargaların seslerine, belki o zaman ortada kızılacak "başka" biri olmadığını, cümlemizin birbirine yapışık altı milyar insan ve kim bilir kaç milyar farklı türden canlı ve taş ve toz ve yağmur ve ot, hepimizin aynı şişede çalkalanıp duran karmakarışık -ama aslında tek- bir eriyik olduğumuzu, o zaman yine de "gıcık olur" muyduk başkalarına?

* * *

Yıllar boyunca her fırsatta "ben kırılganım" dedim.

Sonra ne oldu biliyor musun? Etrafımdaki hemen hemen herkes, yaptıkları her kaba davranışı "amaaan, sen de amma kırılgansın!" diyerek mazur görmeye ve kendilerini benim "kırılganlığım" üzerinden aklamaya başladılar.

Ve ben, Nietzsche hazretlerinin de isabetle buyurduğu gibi: "Onlara katlanabilmek adına kendimi yanlış anlamaya hazırdım".

Her suçlanışta bu hoyratlıkları kendi kırılganlığımın yarattığı bir yanılsama gibi algılamaya zorladım kendimi.

"Kırılgan" olduğum için, her pürüzde peşinen haklı konuma geçen o tanıdıklarımın çoğu, sonraki dönemeçlerde fındık kabuğunu bile doldurmayacak nedenlerle beni defterlerinden sildiler.

Oysa Jean Jacques Rousseau hazretlerinin de buyurduğu gibi, tam da o zor dönemeçler için lâzımdı dostlarım bana.

Hepsinin de haklı gerekçeleri vardı mutlaka; "kafalarını bozacak" bir şeyler yapmış ya da söylemiş olmalıydım.

Aslında onların benden kat be kat kırılgan olduklarını, ama o sözcük dağarcıklarına kavram olarak girmemiş olduğu için, bu zaaflarını suçlayarak telâfi ettiklerini anlamam için son beş yılımı duvarların eskiyişini izleyerek geçirmem gerekti.

Kırk küsur yıl süren bir kendime iftira döneminden sonra aslında masum olduğumun bilincine varırken, aynı zamanda kırılganlığımızın şişkin bir egonun ve kapanmak bilmeyen eski yaraların doğal sonucu olduğunun da farkına vardım.

Ben de kırılgandım kuşkusuz, ama tanıdığım birçok insan benden kat be kat kırılgandı; sadece farkında değildiler.

Belki de itiraf etmeye çekiniyorlardı, kötüye kullanılabilir diye.

* * *

İçimizden gelen sese kulak kabartabilecek cesaretimiz olsa, sanırım hepimiz kendi kendimizi muhayyilemizin ürünü olan öcülerle boğuşmaya mahkûm ettiğimizi görürüz.

Kendimize bu cezayı biçen, yine kendimiz değil miyiz? Sevginin başkalarına lûtfettiğimiz bir paye değil de hayatımıza anlam katan yoğun enerji olduğunu anlayamadığımız ölçüde müsamahasız ve kırılganız.

Korku zoruna, bu enerjiden gönüllü olarak feragat ediyor ve gönül defterimizdeki isimlerin üzerine çizikler atıyoruz bir bir.

Çarpışan otoları sevişimiz de bundandır belki; onlar birbirlerine tos vurup duruyor ama kırılmıyorlar.

Yorumlar

Necdet Bey, 7-8 ayı buldu "Derkenar" ı sizi ve Ali Türkan'ı keşfetmem… Yaşamını "sanat eserine" dönüştürmek bu olsa gerek. Kırk-elli yıl sonrası matbuatımızı inceleyenler, ne kadar gereksiz dergi, gazete, yazar ve yazının bu ülkede muhatap bulmasına şaşıracaklar… Onlar arasında "erdem" in ne olduğunun tarifine işaret edecek yazılarınız, tavrınız duruşunuz… Öylesiniz… İnanın çok merak ediyorum nasıl kurtuldunuz bu müfredat tezgâhın pumpasından… Size, farkında olmadan bir dua değmiş… İyi ki yaşadınız… Teşekkürler… Teşekkürler…

Gökhan Akçiçek - 22 Şubat 2009 (15:20)

Sevgili Necdet, bunca yıllık okuyucunum, arkadaşınım. Sen benim istemeye müsait biri olmadığımı bilirsin. Ama hayat, bazen insana alışık olmadığı şeyleri de yaptırıyor. Günlerdir üst üste pek çok yazını okuyorum. Benim nezdimde her biri birbirinden değerli. Fakat sen övülmeyi sevmezsin. O yüzden bu kadarla geçiştiriyorum.

Gel gelelim hiç değilse şu yazını, gündeme gene aynı sıkıntılar oturmuşken, bir kere daha baş sayfadan okutsan, okutsan da, etrafta uçuşan bazı sözcüklerden şunca yara almadan, şunca kararmadan, yırtabilsek diyorum.

Demekle olur mu, tabii orasını bilemem.

Deniz - 21 Nisan 2011 (10:31)

Utandım şimdi, yanaklarım al al oldu. Teşekkür ederim.

Şimdi sen yorum yazınca yazı bir daha hatırlanmış oldu. Belki üç beş kişi daha merak eder okur bu vesileyle. Hem -zaten yedim o haltı son zamanlarda iki kez, konunun aktüalitesine binaen- kendi yazılarımı durup durup tekrar anasayfaya çıkarmaktan utanırım.

Madem mevzu açıldı, ben de söyleyeyim; senin yazılarını dönüp dönüp bir daha okuyorum, "ne cevherler var yav" diyorum her okuyuşta.

Define gibi bir mecmua valla bu Derkenar… Kıymetini bilene.

Necdet - 21 Nisan 2011 (14:08)

Yazınız çok güzel bana bir şans daha verebileceğimi hatırlattı fakat hâlâ kararsızım bana o kadar iyiken bir anda çok kötü davranan birilerini affetmek istiyorum lâkin kalbim el vermiyor ne yapmam gerektiğini bu yazıdan sonra daha da düşüneceğim inşallah kararım beni üzmez. Yazınızı bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim.

Kırılgan - 15 Haziran 2012 (13:50)

Sayın Büdütör Necmettin Bey, mecmuanızı bir vakittir platonik olarak takip etmekteyim. Söylemesi ayıp mütemadiyen de muhtelif yazılarınızı sosyal paylaşım alanımda isim zikrederek yayınlamakta ve baya bir parmak toplamaktayım (vasati 2-3 kişi, neylersiniz benim liste kahir ekseriyet akrabadan oluşur).

Böyle böyle miri mal kontenjanından kontamine olurken, yazılarınızdan birinde, edebi göz nurunuzu transit geçip, ön yüzünden ara yüzüne, koduna ve daha anlamadığım bilmem nesine kadar site için döktüğünüz emekleri aşikâr eylediğiniz bir yazınıza denk geldim.

Eskilerin sözüdür "Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir" diye. Teşekkür babından bile olsa iki kelâm etmediğimin altında kaldım iyi mi? Hayır, sizi gerçekten de hiç enterese etmiyordur muhtemelen ahvali pür kefalimiz. Sonuçta olağan bir okuyucunuzum, benim öğrenmişliğim kadar sizin unutmuşluğunuz vardır ve şu yukarıda "şunca adam bizim siteye bakıyor el'an" ibaresinden kanıksamışsınızdır bizim gibi kapısız ev ahalisini ama kelleyi koltuğa alıp "bir teşekkür etmeden ayrılmayayım" bugün dedim.

Eksik olmayın, berhüdar olun.

Keyfü Keder - 15 Haziran 2012 (20:56)

Kıymeyli Keyfü, yorumunuzun tamamını, ama özellikle de "bilme-unutma" metaforunuzu yürekten bir "estağfurullah, ne haddimize" ile cevaplayayım.

Gerçek şu ki, içinde sahicilik ve kadir kıymet olan her söz bizi "enterese" eder.

Yorumunuzu okuduktan sonra bir anlığına kışkırdım, yukarıdaki o ibareyi, "şu an bilmem kaç tavşan kakası Derkenar'a bakıyor" diye değiştirmek geldi içimden, sonra vazgeçtim. Öyle olan var olmayan var; genellemeler yapıp herkesi zan altında bırakmamak lâzım dedim.

Gene yazın. Gerçek ad (yani hiç değilse, "gerçek" zannedeceğimiz bir ad) kullanın. Takma adlarla yazılan her nükteli sözü bendenizin yazdığını zanneden çok fazla insan var.

Necdettin Efendi - 15 Haziran 2012 (22:23)

Evet, trampetler sussun lütfen… Keyfü Keder benim (şimdi de ıssızın ortasında cırcır böceği efekti sussun.) Su-i zanda bulunmasın kimse.

Nüktedan yazmak benim karakterimdir (karaktersizliğe vurup çakmadığım zamanlar), kabul siz dahil bir kısım beşerîn de hakeza. Ama yani üslup benzemiyor. Ben okusam şıpın işi anlardım. İnceliğiniz için bir teşekkür daha.

Zübeyde Çakır - 17 Haziran 2012 (13:49)

Uzun bir yazı olmasına rağmen bir çırpıda okudum. Okumalı, okutmalı. Kaleminize sağlık…

Hatice Yavaş - 14 Temmuz 2012 (13:19)

Dört yıl sonra aynı yazıyı "ilk defa okur gibi okumayı", zamanla öğreniyor insan. Derkenar'a ve dükkan sahibine, hem de -huyunu bilmeden- edilen onca sözü nasıl yazdığımı da hatırladım şimdi. Acemilikten olacak, ilk yorumda, hepi topu bir paragraflık yorumda, göze batan onca tashihe rağmen… Heyecanım bağışlanır inşallah…

Gökhan Akçiçek - 29 Ocak 2014 (02:48)

diYorum

 

Necdet Şen neler yazdı?

100
Derkenar'da     Google'da   ARA