Patronsuz Medya

Udî Hrant hangi yörenin mezesi?

Deniz Türkoğlu - 12 Mayıs 2004  


Pangaltı'ndan Harbiye'ye doğru giderken, caddenin sağ tarafında, yokuş aşağı dimdik inen dar bi sokak vardır. Merdivenli. Merdivenleri de, uçurum gibi sivri. İşte tam o sivri merdivenlerin üstünde, tenekeden yapılma bi ekmek teknesi vardı eskiden.

Birahaneyle kahvehane bozması, ufacık bi yer. Bozma diyorum çünkü birahane var ama içki satmaz; kahvehane olmuş, çay bile yapamaz. "Hadi bari bi çay içeyim şurda" denecek olsa, "Ne çayı, çay falan yok, al şu gazozu idare et" gibisinden bi saldırıya maruz kalınır. Sinir bozucu, cana kasıt bi durum.

Kimsenin girip çıktığı da yok. Öyle var ama yok statüsünden, şehrin göbeğinde, merdivenlere sülük gibi yapışmış, öksüre tıksıra nefes alıp veriyor.

Burası; parlak saz, jelatin caz, iflâs gece kulübü, şaşkın müzikhol, batsın bu dünya şaraphanesi gibi isimlerle bi kaç kez tarzını da değiştirdi. En son, "Arayış Kaveanesi" adıyla tutundu merdivenlere. Bir ay kadar öyle kaldı. Mıh gibi.

Gene bi sabah tam önünde durdum, komşu köşedeki el arabasından poğaça alacağım. "Kaveane"nin kapısı gıcırtıyla açıldı. İçerden uykulu gözlü, eşofman altlı, üstünde kolsuz atlet, ayaklarında tokyo terlikler Cevat abi çıktı. Ağzının kenarına bi sigara yakıp koydu. Ellerini de beline koydu. Kafayı kaldırıp dalgın dalgın tabelayı seyrediyor.

"Sabah şerifleri hayrolsun Cevat" diye seslendi poğaçacı. "Hım hım" diye kafa salladı Cevat, Nuri abiye. Nuri abi, benim poğaçayı yağlı kağıda sarıp verirken, bıyık altı gülümsedi. "Yeni isim düşünüyor."

O dönemler televizyonda, "Mavi Ay" diye bi dizi var. Herkesin dilinde. Bütün Türkiye, bu mavi ay denilen amerikan dizisini konuşuyor. Onlar da aralarında çok konuşmuş olmalılar ki, "Bi de ocakbaşında konuşalım" demişler herhalde. Ayak üstü ortak olmuşlar.

Ertesi sabah el arabasının durduğu yerde, yeller esiyor. Ne Cevat abiyi, ne Nuri abiyi ara ki bulasın. Bi kaç sabah sonra, "Blue Moon Ocakbaşı" nı iftiharla hizmete açtılar. İçerde dört beş formika masa. Camı kırık bi buzdolabı almışlar. Melamin tabaklar, plastik bardaklar derken, bi güzel donatmışlar barakayı. Girişimciliğe gıpta etmek lazım tabii, fakat kahvaltı nerde yapılacak? Yolun üstünde başka yer de yok.

Her sabah da sokakta yiyip içiyorlar. Çayı demlemişler. Taze ekmek, zeytin, yeşil biber. Harbiye'nin ortasında sabahın altısında, gelenin geçenin gözü kalıyor. Cevat zaten suratsız da, Nuri abi de hiç oralı değil. Eskiden poğaça satan kendisi değilmiş gibi, üstünden nankörlük akıyor.

Neyse ki sonunda insafa geldiler. Beni beklemeden başlamaz oldular kahvaltıya hatta. Hep birlikte merdivenlere çöküyoruz. Nuri abi çok sofu, dua etmeden lokma yutturmuyor kimseye. "Dua bilmenize gerek yok, ben sizin yerinize de ederim, siz ellerinizi açın, ben kafamla işaret verecem, o zaman 'amin' diyeceksiniz" diyor. O işareti çakar çakmaz, hep beraber "amin" diyoruz.

"Hey yavrum hey" diyor ağzını doldurup. "Bak görürsünüz, işler nasıl açılacak." Cevat abinin gözleri parlıyor o zaman. Çatık kaşları gevşiyor. "Bi de karınca duası mı okusaydın acaba Nuri?" diye soruyor saf saf. Nuri abi kendinden emin, "Ben biliyorum n'apacağımı, sen gönlünü ferah tut" diyor. Kahvaltı bi tatlı, bi lezzetli. Yemeğe doyulmuyor.

Gel zaman git zaman, bedava kahvaltıların altında kalmamak için, ucundan kenarından, kadroya ben de dahil oldum. Zaten öğleden sonralarım boş. Barakayı süpürüyorum, masaları parlatıyorum, küllükleri temizliyorum.

Ara da bi de, Nuri abiyle beraber alışverişe çıkıyoruz. Etin iyisini, zerzevatın dirisini arayıp buluyoruz. Nuri abiyi alışveriş yaparken gören, sanır ki ameliyat yapıyor. O dönemler manavların "Elleme, bozarsın!" dönemi. Tezgahları haremlik, zerzevatları namus sanki. "Hadii seçmecee bunlar" lâfı henüz lügatlarda olmadığı gibi, "Parasıyla değil mi kardeşim, istediğimi ellerim" diyenlerin defterini, hemen oracıkta dürüyorlar. Fakat nedense Nuri abiye hiç kızılmıyor. Hatta o taş gibi domatesleri mıncıklayıp dururken, bi de çay ısmarlıyorlar.

Nuri abinin elinden gelmeyen yok. Haydari, acılı ezme, arnavut ciğer, şakşuka. Şişleri geceden terbiye ediyor, köfteleri yoğuruyor, pirzolaların sinirini yağını tek tek ayıklıyor. Üstlerine zeytin yağı döküyor, pul biber, sumak, kekik. Yeme de, yanında yat.

Ara sıra merakımıza yenik düşüp, soruyoruz. "Daha önceden aşçılık mı yaptın, soğuk mezeci miydin?"

"Yoo" diyor. "Yiyecek işine, poğaçacılıkla başladım. Önce el arabasını aldım, sonra malzemeleri. Yaradana sığındım, oturup poğaçaları yaptım. Sonrasını biliyorsunuz işte."

"Sattığın poğaçaları sen mi yapıyordun?" diye şaşa kalıyor Cevat abi. "Poğaça yapmayı kim öğretti ki?"

"Dedim ya" diyor Nuri abi, "yaradana sığındım."

Cevat abi öyle değil. Üç kuruş paranın hesabını yapıyor. "Yapacam tabii, ne var?" diye delleniyor. "Sanki dördüncü kuruşumuz var da!"

Kafası biraz daha kızarsa, bi tasın içinde biriken önceki günün hasılatını cebine atıyor, "Alışverişi ben yapacam bundan böyle" deyip, çekip gidiyor. Sonra da pazarın ne kadar çürüğü, çarığı varsa hepsini toplamış geri dönüyor. Nuri abi, bi "Fesuphanallah" çekip kolları sıvıyor. "Bak Cevat kardeşim" diye başlıyor. "Elini bol tut, pintilik etme. Hele ki üç kağıda hiç kaçma."

Cevat abi öfkeden kıpkırmızı kesiliyor, tepiniyor. "Yahu kardeşim, burayı Kâbe mi sandın? Burası İstanbul, burda babanı bile satacaksın. Yoksa yaşayamazsın."

Nuri abi istifini bozmadan; "Yanlış yoldasın Cevat. İstanbul senden, benden büyük mü? Sen beni dinle. Ne verirsen elinle, o gelir seninle" deyip, sarımsakları ezmeye devam ediyor.

Öğlenleri civardaki bankalardan, şirketlerden, konfeksiyonlardan, TRT binasından bile gelenler oluyor. Spikerler, türkücüler, saz takımları gırla. İşler yavaş yavaş açılıyor.

Teypte Bülent Ersoy her daim. Cevat abi hastası. Nuri abi Müzeyyen'ci. Aslı varken taklidi dinlenmez diyenlerden. Zeki Müren, Adnan Şenses, Gönül Yazar, Gönül Akkor falan, arşiv epey sağlam. "Çek ordan bi 'ben küskünüm feleğe, düştüm bitmez çileye', yanında da bi urfa, bi çöp şiş" siparişleriyle kasa, paraya para demiyor.

Derken beni garson yaptılar. Garson olmak eğlenceli de, iş gece yarılarına kadar sürüyor. Geceleri durum, tamamen değişik. Gece müşterisi muhakkak, yakıtı çekip de geliyor. Oturduğu yerde iki duble daha parlattı mı, Blue Moon'a mı geldi, Mars'a mı gitti, kafası iyice güzelleştiğinden, kozmonotça isteklerde bulunabiliyor.

Bi gece gene masaların arasında koşturup duruyoruz. Üç metre uzunluk, iki metre genişlikte bi adam; sallaya sallaya barakanın temelini, girdi oturdu. "Donatın şurayı!" diye gürledi. "Bi de büyük getirin."

Meze, sıcak, ara sıcak derken, dolapta ne var ne yoksa yedi. Müşteriden çok kıtlığı andırıyor. Yarım saat içinde, sildi süpürdü her şeyi. Bi büyük daha ısmarladı ardından. Sonra da, "Udî Hrant yok mu?" diye sordu.

Cevat abi geçimsiz adam ya, "Ne hrantı lan hıyar, boşan da semerini ye" deyiverdi. O öyle diklenince, adam da elini beline attı. Siyah deri bi kının içinden, yıldız gibi parlayan bi hançer çekip çıkarttı. Sapında da her biri leblebi büyüklüğünde yeşimden işlemeler var. Hepimizin gözleri kamaştı. Hançeri sol baş parmağına sürüp, keskinliğine baktı. Üç beş damla kan damladı masaya. Cevat abi başladı tir tir titremeye.

Tam o ara Nuri abi, "Durun bi dakka!" diye bağırdı. Hemen arkaya geçti, boşalmış dolabı açtı, artık ne bulduysa, ellerini takip edebilene aşk olsun, bi kaç saniye sonra "Al kardeşim, işte Udî hrant" diye masaya bi tabak bıraktı.

"Yalnız bak, ben bu mezeyi daha önce hiç yapmadım. İlk kez yapıyorum" diye ekledi.

Adam, ağzının arasından tükürür gibi, "Eee, madem Udî hrantı bilmiyorsun, nasıl yaptın o zaman?" der demez, Nuri abi her zamanki cevabı yapıştırdı.

"Yaradana sığınıp yaptım."

Adam gülümseyince, rahatlayıverdik. Hatta Nuri abi, epey meraklanmış olacak ki, "Hangi yörenin mezesi bu?" diye sordu.

Adam elini gene cebine sokunca, üçümüz de derinden bi titredik. Cebinden Udî Hrant'ın kasetini uzattı; "Biraz da bunu çalın" dedi. Sonra da udî hrant tabağına gömülüp, yemeğe devam etti.

O günden sonra Nuri abinin adı, kebapçılar dünyasına Blue Moon'lu Nuri Hrant olarak altın harflerle yazıldı. Ve Blue Moon zincirlerinde, her zaman Yorgo Bacanos'lar, Tatyos Efendi'ler, Dede Efendi'ler çaldı.

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

79
Derkenar'da     Google'da   ARA