Patronsuz Medya

Aaah, İstanbul, İstanbul olalı!

Deniz Türkoğlu - 25 Şubat 2004  


Kar, soğuk, kış, kıyamet. İstanbul'un deresinden tepesine kadar, buz tuttuk hepimiz. 'Beyaz Afet' de ne ki? Daha önce hiç duymamıştım. Hani doğudan gelen haberlerde; Erzurum'da, Kars'da, Ardahan'da falan filan. "Kar yolları kapattı. Bilmem kaç tane köye ulaşılamıyor. Filanca bacıyı kızakla sağlık ocağına kaydırdılar. 72 saat sonra doğan bebeğe 'İmdat' adını verdiler." diye duyarız ama.

"Bak İsviçre'ye, Rusya'ya, dön şuraya bak, oraya bak; bi de gel bize bak. Bu işte büyük bir becerisizlik var azizim." der geçerdik.

Sonra bi kaç sene önce; İstanbul yavaş yavaş karlanmaya, çamların üstü lapalanmaya, azıcık yollar tıkanmaya, bi de okullar tatil olmaya başlayıncaaa.

Bir gün bi baktık, televizyonda o doğu illerinden birinin valisi çıkmış, konuşma yapıyor.

"İstanbul'da son bilmem kaç sene içinde, metrekareye düşen bilmem şu kadar kar miktarının, bilmem kaç katı bizim buralarda, her gün yağar. İstanbul'da şu kadar kar küreme, bu kadar buz kırma, o kadar tuzlama-yağlama-yıkamaaa aracı varken, bizim burda bi tane kar küreme aracımız var. Biz o makineden çok memnunuz, çok işe yarıyor. İstanbul'lu istiyorsa ödünç verelim."

Dalga mı geçiyor acaba? İyi ki, bi okulları kapattık. Hem nerden biliyor Karayollarının, İstanbul Belediyesi'nin ve daha kim bilir neresinin depolarındaki; araç, makine, alet-edevat sayısını?

Sanki, yolları yılın üçte ikisi kar yüzünden kapalı, taa doğudaki o yerden kalktı geldi. Sayıp, sonra tekrar geri döndü. Nerden biliyorsun? Benim cebimde kaç para var, onu da bil bakalım.

Meğer dalga geçmiyormuş. Zamanında İstanbul gibi birkaç büyük şehir belediyesine az yalvarmamış, az haber salmamış, az üstelememiş. "Şu sizin depolarda hiç kullanılmadan duran araçları bize bir süreliğine ödünç verin. Burada halimiz yaman. Hastalarımız var, hamile kadınlarımız var, yaşlılarımız var. Ama kar yolları 'gene' kapattı. Mahsur kaldılar. Ne elektrik, ne su veremiyoruz. Haberleşemiyoruz. Yiyecekleri, içecekleri var mı bilmiyoruz." diye.

Allah yardımcıları olsun, gerçekten zor bir durum.

Fakat İstanbul'lu gururludur, zekidir, çalışkandır. Zor zamanlarda birbirine kenetlenir, öyle hemen demoralize olmaz. Yani İstanbul'luyu, kar falan yıldırmaz.

Yok son 50-60 yıllık raporlara göre İstanbul'a geçen yıl şu kadar kar yağdı; yok o kadar soğuk oldu o kadar soğuk oldu ki, kâğıthane'den Rüstem efendinin eli, evinin kapı koluna yapıştı kaldı; yok Etiler'e kurt indi gibi masallara karnımız tok bizim.

Biz bugüne bugün megapolüz, kültür-sanat-bilim merkeziyiz, günün 24 saati yaşayan uyanık bi kentiz. Mesela örnek vereyim; diyelim ki gece 03.30 sularında, canım kavurmalı pide çekti benim. Ben gider, yerim. Amsterdam'da bile saat 24.00 dedin mi her yer kapanır. Neymiş, dünyanın özgürlük merkeziymiş. Tuhaf bir de heykel dikmişler şehrin meydanına. Bizim de Taksim Meydanı nda Atatürk Heykeli miz var mesela. Hem de Cumhuriyet'ten beri orada duruyor. Bizden iyi bilecek değiller herhalde özgürlüğü.

Yani biz karla da başa çıkarız. Onun da altından kalkarız. Bizim felâket tellallığına da ihtiyacımız yoktur. Biz, işimize gücümüze bakarız.

Nesine aldırış edeceğiz ki, kar bu. Yağar yağar, sonunda durur. Yağınca yolları da kapar, kapayabilir. Havalar ısınınca, o yollar nasılsa açılacaktır.

Zaten bizim, yolları kendimize dert edecek halimiz yok, biz aştık o işleri. İstanbul'un nabzı yollarda atar hem. Ekonomideki en büyük paralar buralarda döner, ticaret hayatının en renkli simaları buralarda dükkan açar.

Ayrıca, her sınıftan insanın zevkine bütçesine göre mal var. Bir tek evlerinin damından özel helikopterlerine binip, işlerinin damında inenlere satış yapamıyorlar. Onun da bir yolunu, yakında bulurlar.

Geçenlerde gene böyle tıkanmış, bekleşiyoruz. Adamın biri, kocaman bir el arabasına doldurmuş malını mülkünü, E-5 te otobüslerin, kamyonların arasında gezdiriyor dükkanı. Arabanın üstüne de yağlı boyayla "eskidjii" yazmış. Elle yazmış ki, tabela vergisi çok gelmesin. Camı açıp, seslendik minibüsün içinden "İşler nasıl usta?", "Allaha şükür" dedi, "geçinip gidiyoruz işte."

Bir iki sigara falan tüttürdük. Ben de "Ali'nin yeni eve şu berjer(?) koltuk sığar mı, kaç para bu acaba…" diye düşünürken, inanılmaz bir şey oldu. Yol açılıverdi. Arkadan korna, şu bu derken; adamcağızın bir kartını bile alamadan, öyle apar topar ayrıldık.

Bu kış da, gayet güzel gidiyordu havalar. Ta ki, o makus güne kadar. Kendinden emin İstanbul'lu o sabah yataklarından güneşli bir güne uyanıp, kalktı giyindi. Çocuğu olan, çocuğunu servise bindirip gönderdi. İşi olan, arabasına atlayıp işine gitti. Arabası olmayan, duraklara doğru seğirtti. İşi olmayan da, haliyle evde kaldı.

Öğleye kadar her şey yolundaydı. Ne olduysa öğleden sonra oldu. Ortalık önce bir karardı, gökyüzü bir kükredi, ardından da günlerce süren o adi kar fırtınası başladı.

Ertesi gün İlköğretim çağındaki çocuklar; karne alacaklardı. Birazdan ilk haber geldi. "Okullar yarın tatil." Ardından ikinci haber geldi. "Karneler, bugün dağıtılıyor." Ve ardından kimsenin beklemediği bir üçüncü haber daha geldi. "Okullar şimdi tatil."

O şimdi dedikleri saat, öğleden sonra 13.00'ı gösteriyordu. Servislerin, öğretmenlerin, çalışan ana-babaların aklı birden bire karıştı.

Aynı gün, okuldan erken terhis edilen çocuklarına yetişmek için işini gücünü bırakıp sokağa fırlayan ana-babalar, yolda mahsur kaldılar.

O sırada Milli Eğitimin, Valiliğin dediği şeyi yapan öğretmenler; çocukların ellerine karnelerini verip yolladılar.

Aynı gün bir çocuk, elinde karnesiyle, evinin yarı yolunda donarak öldü.

Aynı gün çeşitli okul servisleri, içlerindeki öğrencilerle yollarda mahsur kaldılar.

Aynı gün, o servislerden özel bir okula ait olanının şoförüyle canlı yayınlarda kurulan telefon bağlantısında; araçlarının konforundan, sıcaklığından, bagajlarında her zaman bisküvi, kola gibi kuru gıda ve içecek bulunduğundan, benzin depolarının ağzına kadar dolu olduğundan bahsedildi.

Havalar ısınınca, o servis şoförünü; okul idaresi işten çıkardı. Böylesine tatsız bir durumda, canlı yayına bağlanıp kolejlerinin adını verdi diye. Halbuki adam, ne güzel reklam yaptı.

Aynı gün, elim olayı duyar duymaz pantolonlarını çekemeden görev başına koşturan bu vatanın bir takım gazeteci yazar evladı, plazalarına on metre kala, arabalarının içinde mahsur kaldı.

Otobüsler, kamyonlar, dolmuşlar, servisler, özel araçlar hepsi birbirine girdi. E, olur o kadar. Kar yağdı.

Sokağa çıkmamayı akıl edenler iş yerlerinde mahsur kaldılar, evlerine gidemediler. Bazıları da evlerinde kalıp, hiç bir yere gidemediler.

Birazdan elektrikler kesildi. İstanbul'un bir bölümü dediler ama sonra anlaşıldı ki, o bir bölüm %90 kadar. Elektrik olmayınca hiç bir şey çalışmıyormuş, bunu da öğrendik. Doğal olarak gaz yok, su yok, fırınlar var ama ekmekler yok. Olur o kadar. Kar yağdı dedik!

O gece, içerde kalanlarımız tabiatı seyrettik. Unutmuşuz, iyi geldi. Çatılar uçtu, bacalar yıkıldı, elektrik direkleri kökünden söküldü, son çıkan ürünlerin reklam tabelaları, son yıllarda pek moda olan balkonu kapat, pencereyi kapat, yetmezse gel bi de beni kapat panjurlar uçtu.

Bizim mahallede bankamatiğin biri, yana bile yattı. Ama matiğin içinden para mara çıkmadı.

Sonra sabah oldu. Bazı önde gelen semtlere tek tük elektrik verilmeye başlandı. Bi verildi, bi kesildi. Arada şöyle şöyle şeyler duyduk. "Efendim, ana!"

Bir sonraki elektrikle beraber zaten televizyonlarına yapışmış bekleşen İstanbul'lu; o deminki haberin tamamına vakıf oldu. Olayın çok şükür ki hiç birimizin analarını ilgilendirmediğini, asıl konunun ana jeneratörlerle ilgili olduğunu, bu konuda yetkililerin bilgili olduğunu, vesaire.

Aniden, bir meteoroloji lâfı dolaşmaya başladı ortalıkta. "Biz, size demedik mi?" diyen bir takım adamlar peyda oldu.

Hangi kanalı açsak bir meteoroloji mühendisi oturmuş, bazı haritaların üzerinde, bir takım işaretler yaparak konuşuyorlar. Sanki, Sevr'de Osmanlı'yı paylaştırıyorlar. Anladık ki; bu meteoroloji mühendisleri tehlikeli adamlardır. Tıpkı jeofizik mühendisleri gibi.

İkinci günün akşamına doğru, hemen bi kriz merkezi kuruldu.

Karayollarından belediyeye, belediyeden karayollarına, ordan tekrar belediyeye doğru yaptıkları uzun yolculukları valilikte son bulan bazı televizyon ekipleri; valilikten canlı yayınlar yaptılar. Zaten o ana kadar Sayın Vali bir kaç kez sesini telefon bağlantılarından duyurmuştu. Söylediği yeni bir şey yoksa da, valilik binasının içini dışını görmüş olduk.

Sayın Valimiz özetle; "Her Şeyi Devletten Beklemeyiniz." diyerek, İstanbul'lulara ağzının payını verdi.

O, konuşmasını şuna benzer sözlerle bitirirken; biz, hepimiz çok duygulanmıştık. "Ulan İstanbullular 'beyaz afet'i, 'doğal afet' haline getirdiniz, yuf olsun ervahınıza sizin!"

Hemen birbirimize kenetlendik. Mesela; normal zamanlarda birbirlerini ezerek su satan suculardan, o gün ortalıkta görünen ilkine "Kaç para istiyorsun o şişeye, söyle." diyerek, adedi 20 milyona varan bağışlar yaptık.

Hatta yan komşu piyasayı iyice bulandırıp: "Ah evlâdım, donmuşsun ayol sen, ver şu suyu bakayım, dur ben şimdi sana bi çay kaynatayım." diyerek işin şeyini çıkardı.

Bi de mum karaborsası oluştu ama, onlar evlere servis yapmadı. Tahtakale civarına gidenler, mumlarını alıp gelmişler.

Eee, doğal afet bu n'apalım?

Not: Kızılay, geçenlerde "Beyaz Afet'e hazırız." diye bir açıklama yaptı. Meteoroloji mühendislerinin söylediğine göre o gün İstanbul'da hava: Sıcaklık 9 derece, rüzgâr yönü kuzey, nem % 67, basınç, çiğ noktası vesaire, vesaire, vesaireymiş.

Yorumlar

Bu yazıyı ilk okuduğum zaman farketmemiştim, "ne güzel başlık" demiştim:) Şimdi tekrar görünce farkettim bir şarkı ismi olduğunu. Ama gene de güzel yazıymış, üşenmedim bir daha okudum.

Bu Derkenar insanda böyle bir bağımlılık yaratıyor. Yeni yazı göremeyince ben de eskileri tekrar okuyorum. Daha sık güncelleyin lütfen.

Çilem Uzun - 6 Kasım 2007 (10:49)

Yazınız harika! Akşam akşam yine güldük sayenizde… Selam ve sevgiler…

Henet - 8 Temmuz 2008 (15:47)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

81
Derkenar'da     Google'da   ARA