Patronsuz Medya

Koştum koştum yoruldum

Deniz Türkoğlu - 20 Ekim 2004  


Rüzgâr sesinden başka dinleyecek hiç bir şey bulamadığımız uzun kış gecelerinde, tek eğlencemiz komşu evlerde bir araya gelmekti.

Gündüzden kimlerde buluşacağımıza karar verir, akşam yemeklerinden sonra bir torba kömürü, iki dal odunu, üç taşımlık kahveyi koltuk altı edip komşu evlere doğru yollanırdık. Bazen damarlarına kadar kızarmış bir kömür sobasının bazen de durmadan körüklenen koca bir mangalın çevresinde, toplaşır otururduk mahallece.

Kadınlar işlerini de yanlarında getirirler, göz alıcı renkteki yumaklarla kaput gibi kazaklar, miğfer gibi şapkalar, ateş gibi sıcak atkılar eldivenler dokurlar. Bu oturumlar gece yarılarına kadar sürdüğünden bir kaç hafta içinde mahallede sırtı açık tek Allah'ın kulunu bırakmaz, akabinde yan mahallelere salça olurlar.

Aralarında bizim evin kadınları gibi eli bu işlere pek uymayan ya da ağır gidenler varsa, o kadınların şişleri yumakları diğerleri tarafından ellerinden cebren alınır. Kış için eskimiş veya küçülmüş örgüleri tespit etmeyenlere, başkasına vermeyenlere, oturup sökmeyenlere ani baskınlar düzenlenir dolaplar sepetler boşalttırılır. Titizliklerine bakan onların birbirlerine güvenmediğini zanneder ama bu aslında kıyasıya bir "iyilik yarışı" dır.

Arsada top koştururken, iki büklüm olmuş yaşlı bi teyze dikiliverir kale direğinin önüne. "Senin geçen sene dirseklerini patlattığın kırmızı kazağa ne oldu?" Bi koşu eve gidip sorarım, "Benim kırmızı kazağa ne oldu?"

Ev halkı telâşa kapılır, her yer didik didik aranır. Bir köşeye fırlatılıp atılmış kazak ortaya çıkınca, yanakları kazak rengi olmuş kadınlar derhâl iş başı yaparlar. Sökerler, temizlerler, şişleri ellerine alıp seslenirler. "Sen şimdi sokak kapısının dışına çık. Biz sana gel diyene kadar bekle. Çağırdığımızda koşabildiğinin en hızlısını koşarak içeri gir."

"Koş!" komutunu alır almaz, yaydan atılmış ok gibi eve fırlardım. Çünkü ne kadar hızlı koşarsam, örgünün o kadar çabuk biteceğini bilirdim. Sonra odanın ortasında soluk soluğa dikilip şişe geçirilen ilk ilmeklerin, mekik gibi işleyen ellerin seyrine dalardım. Şimdi ben o balon satıcısını, tam uçup gidiyorken paçalarından yakalayıp tuttum. Bu balon satıcısının masalı rüyalarıma girer, geceler boyu dürtüp durur uykularımı.

Masalda herkes o kadar yoksul o kadar fakirdir ki, baloncu tek bi balon satamadan sokaklarda aç bî-ilaç boş yere gezer. Hem de giderek zayıflar. Günün birinde balonları ayağını yerden kesiverir. Oradan geçen biri, baloncunun uçtuğunu görür görmez kendi ağzındaki ekmek lokmasını çıkarıp, onun ağzına koyar. Baloncu da ekmeğin ağırlığıyla yeniden yere iner.

Mahallenin en hızlı koşucusuydum. Hangi evde yeni bir örgüye başlanıyorsa, bu olmazsa olmaz tören için mutlaka çağırılıyordum. En kısa mesafeleri en hızlı koşmakta üstüme yoktu. Gerçekten de başlattığım işler, kısa zamanda bitiveriyordu. Bir tek kendi evimde borumu öttüremedim. Yerime sırasıyla mahallenin tüm çocuklarını tıknefes olana kadar deneyen kadınlara, bu işin püf noktasının koşmakta olmadığını bir türlü anlatamadım. "Falanca iyi koşsaydı, bu örgü şimdiye bitmişti" diyorlar, başka da bi şey demiyorlardı.

Bu haksızlık yutulur mu? Önceleri gittiğim her evden ödül olarak verdikleri şekerleri, tatlıları, börekleri anında mideye indirip göbek yuvarlarken; sonraları hiç birini yemeden eve getirir oldum. İntikamım acı olmuştu. Çünkü kışla beraber gelen ve ardı arkası kesilmeyen tadımlık leziz yiyecekleri ben masaya dizdikçe, onların kafaları karışmaya tepeleri yavaşça atmaya başladı.

Bir süre sonra çekememezlik evin erkeklerine de bulaştı. Günün birinde homur homur homurdanarak "Piç kurusuna bak, biz sabah akşam kan ter içinde uğraşalım, eve ancak bi kuru ekmek getirelim. O iki adımlık koşuyla ziyafet sofraları kursun" deyip ipimi çekiverdiler. Ardından da kadınların ellerinden şişlerini yünlerini kaptıkları gibi önüme hırsla fırlattılar. "Madem çok beceriklisin, hadi ör de görelim."

Ben örgü örmesini nerden bileyim? Zaten hayatı da koşmaktan ibaret sanıyorum. Koştukça karnım doyuyor, sırtım ısınıyor, aranıp soruluyor, seviliyordum. Koşarak işe yarıyordum. Koşarak bir zincirin belki de en önemli halkasını tamamlıyor, dolaylı yoldan da olsa çıplakları giydiriyordum. Üstüne üstlük, koşmayı deli gibi seviyordum.

Gururuma soktukları bu paslı çivi, bütün havamı söndürdü. Neredeyse karalar bağladım. Ne örgüler, ne şişler, ne milletin sırtında gördüğüm koşarak başlattığım işler yüzümü bi daha güldürmedi. Üzerime bi hımbıllık çöktü. Koşmadan yürümeye başladım. Bir gün çarşıdan ağır ağır geçerken Terzi Hamza el edip seslendi, "Hele beri bak! Şurdan iki çay kap da gel". Çayların içine baka baka dökmeden getirip tezgâha koydum, tam çıkacakken "Nereye gidiyorsun, o çayın biri senin. Otur bakalım karşıma, anlat" dedi.

Terzi Hamza mahallenin en ters adamı. Herkesin suyuna gittiği bu adamın çayını içmemek olmaz. Ama ne anlatacağım? Ne anlatılır Terzi Hamza'ya? Boynunda yılan gibi bi mezura, kolunda kopuz gibi bi iğnelik, ağzına aldığı halat gibi ipleri hart diye dişleyip koparıyor, bir de gözlüklerinin üstünden bana kötü kötü bakıyor. O böyle karşımda büyüyüp devleştikçe, benim elimdeki çay bardağı tabağında zangır zangır titremeye başladı. Korkudan altıma edeceğim.

"İç!" diye buyurdu. Bi yudum aldım, kavruldum. Dilimin acısı, beynime vurdu. Beynim içeriden bi yerlerden tepinerek kaşınıyor veya yanıyor veya uyuştu. "Duyduğuma göre" diyerek lâfa girdi. "koşma görevini savsaklar olmuşsun."

Yarama böyle aniden dokununca, ağlayayım bari deyip makaraları koyverdim."Kes!" diye buyurdu. Hemen kestim.

Bana insanın üstlendiği işleri ciddiye alması gerektiğini, en ziktiri boktan işin içinde bile başkalarının kısmeti olduğunu, yeniden koşmaya başlamazsam gözlerimi oyacağını uzun uzun anlattı. Akşama kadar da dükkânda tuttu. Birlikte tezgâhı topladık, ışıkları söndürdük, kapıyı çektik, evlere yollandık. Tam ayrılırken "Nicedir toplantılara gelip gittiğin yok, evde mi bırakıyorlar seni?" diye sordu. "Hayır" dedim, "ben kendim evde kalıyorum."

"Bu gece de evde kalacaksan, yarından tezi yok seni şu karşıki adaya taşırım, orada yaşamaya başlarsın" diye eliyle denizi gösterdi. Sonra da sakallarını sıvazlayıp "Üzülme, tarihi yeniden yazacaksın. Denizin üstünde ada, adanın üstünde deniz" deyip ağırdan bi gülüş patlattı.

Terzi Hamza'nın bu vukaatı dillere destan. Seyidoğullarından kumarbaz Fahri'yi akrabalarının gözü önünde omuzladığı gibi bi motora atmış, götürüp adaya bırakmış. Fahri üç gün üç gece kıç kadar adada tek başına kalmış. Üçüncü günün sonunda Hamza'dan izin alan akrabalar gidip Fahri'yi adadan kurtarmışlar. O gün bugündür ne kumar oynuyor, ne de ağzına içki sürüyor. Fil gibi Fahri'yi omuzladığına göre, beni cebinde taşır.

Akşam yemeğinden sonra Cemile teyzelerin eve gittik. Hamza sobanın kenarına kurulmuş, tütünü sarmış çay bardağına rakısını doldurmuş, bi taraftan demleniyor bi taraftan da gireni çıkanı kesiyor. Tırıs tırıs odanın en köşesine giderken gürledi. "Yamacıma gel!"

Oturur oturmaz kocaman elini enseme dayadı. Bu nasıl ağırlık, sanki omurlarımı malayla hış hış yeniden karıyor. Bi de terzi olacak, beş dakikada bütün organlarım sırtımın ortasından kedi kamburu gibi dışarı fırladı.

Saçı sakalı ağarmış Fahri de utanmadan karşıma geçmiş hem mandalinleri soyuyor, hem de bana bakıp pis pis sırıtıyor. Tam o arada Ramazan amcanın küçük oğlu Kerim hapisteki ağabeyini aklına düşürüp, yangın gibi bir sesle mapushane türküsünü geceye bırakınca, tutamadım kendimi yeniden zırlamaya başladım. Kadınlar bi yandan, ben bi yandan şırıl şırıl akıyoruz. Erkeklerin de süngüsü düştü, kararmış suratlarla "insan düşündüğü için mapusa atılır mı?" diyerek ağıda karıştılar. Aman bu ne kasvetli gece?

Yaşıtlarımın hepsi odanın uzak köşesinde uzun eşek atlıyor, ben burda ökseye tutulmuş kuş gibi çırpınıyorum. Ensemde Hamza'nın eli, yanımda har har yanan soba, yerime mıhlandım bi gıdım kıpırdanamıyorum. Yalın ayak ayaza fırlasam koşarak sahile iner, yüze yüze adaya kendim giderim. Sonra da istersem geri dönerim. Ama Hamza'nın parmaklıkları giderek sıkıp daraltıyor, eşgâlim kuş kafesinde hoplayıp zıplayabileceğim ölçeğe indi inecek.

Çay bardaklarının biri doluyor öteki boşalıyor. Meyve tabaklarının biri gidip diğeri geliyor. Kahveler içiliyor fallar bakılıyor. Kestaneler patlatılıp mısırlar kaynatılıyor. Benim durumumda en ufak bi düzelme yok. Ensemden gözetime alınmış, saatlerdir çişe bile gitmeden öylece bekletiliyorum. Hamza'nın kemikleri demir, derisi beton gibi. Rakıyı çektikçe de, dış etkenlere o biçim dirençli. Ha tutuşmuş ha donmuş, umrunda bile değil. Ama ben daha çocuğum. Sıcağa tutulmuş plastikler gibi yamuk yumuk oldum. Kimse halime acımıyor.

Bi de koyu sohbete başladılar mı, beni Hamza hariç hepsi unuttu. Hamza da unuturdu ama saat başı kulağıma eğilip, "Nasılmış mapusluk? Canın koşmayı çekiyor mu?" deyip eğlenmek hoşuna gidiyor. Sohbet dönüp dolaşıp gene mapusluğa dayanınca, Hamza yedi sülalesi sürgünden ya da içerden geçmiş bilir kişi olarak sözü ağzına aldı.

Onun konuşmaya başladığı bu geç saatler, bizlerin birbirimizin göbeğine istiflenerek uyuduğumuz saatler. Büyük bir üzüntüyle arkadaşlarıma bakıyorum. Her biri derin uykuda, horul horul horulduyor. Normalde o saatlerde gözlerimi bile açık tutamam, ama bu gece faltaşlarından beterim. Artık korkudan mı yoksa inattan mı bilinmez, sanki bin gece üst üste uyumasam bana mısın demez.

Mecburen dinlemeye koyuldum. "Mapus, insanın suratından tüm maskelerini kazıyıp atar. Maskesiz kalmak insanoğlu için hem iyidir, hem de zûlum. Çünkü maskesiz bi suratı ihtiyaçlar, ihtiraslar, zaaflar ele geçirir. İnsan bunlara bi yenilmeye görsün, ucube gibi çirkinleşir. Fersah uzaklıkta bile kendini gizleyemez olur. Çözülür, dağılır, çoğunluk bozulur. Şuuruyla kanlı bi hesaplaşmaya tutuşur. Ama ne var ki, günâhları kadar sevapları da gerçek ve çırılçıplaktır. Mapusluk çekmeyenin ne rezillikten, ne vezirlikten haberi olmaz." deyince, bende şafak bi attı.

İttirdim ensemdeki elini, "Hamza Beyamca, Hamza Beyamca!" diye diklendim sobanın yanında. "Madem mapusluk bu kadar acı bi şey. Ne diye avucun kadar çocuğu saatlerdir mapus tutuyorsun? Puştluğun luzumu var mı?"

Bizim evin kadınları şak diye düşüp bayıldılar. Erkekler Osmanlı tokatlarını havaya dikip, yerlerinden fırladılar. Ha bire mutfağa gidip geldiğinden çıkışa yakın oturan Cemile teyze, kapıyı ardına kadar açıp avaz avaz bağırdı. "Kaç! Durma koş!" Hiç durur muyum? Ardımdan hâlâ bağırıyor, "Bu gece sakın eve döneyim deme!"

Hiç döner miyim?

Hava buz gibi. Nereye sığınacağım? Bi oyuk, kuytu bi delik bulup içine giriyorum. Durur durmaz dişlerim takırdıyor. Demin yanıyordum, şimdi donarak öleceğim. Haliyle koşmaya başladım. O gece kaderim değişti gerçekten. Bütün kasabayı sabaha kadar bi uçtan öbür uca, kim bilir kaç kere koştum. Sabahın ilk ışıklarıyla esnaf kahvesi açıldı. Sobanın yanındaki masaya gidip, başımı ellerimin arasına aldım. Anında sızmışım.

Uykumun arasında kulağımda dayanılmaz bir acı, testerelerle kesip doğruyorlar kulağımı. Gözümü açtım ki, Hamza'ın elinde kulağım, ayaklarım yerden bi karış havadayım.

"Ana fikri söylemeden gittin" dedi. "Mapusa düşmenin ana fikri nedir?" diye çakmak çakmak soruyor gözleri.

Aklıma gelen ilk şeyi söyledim.

"Mapus insanları değiştirir."

Artık ne olacaksa olsun, yeter ki bıraksın kulağımı.

"Doğru anlamışsın" dedi ve beni yere indirdi. Sonra da sırtımı sıvazlayıp, "Hadi evine git. Hiç korkma, sana dün geceden sonra kimse bi şey yapamaz" deyip gülümsedi.

* * *

Cumhuriyet bayramında televizyonun karşısına geçtim. Ana haber bültenlerine bakıyorum. Dünkü çocuk dediğimiz Türkiye Cumhuriyeti bile 80 yaşını devirdi. Koca çınar oldu. Mapus kervanlarının başını tutanlar, sokaklarda balon alacak çocuk bırakmayanlar, şişlerle iplerle astırıp kesmeyi özendirenler, yoksul masaların üstündeki kırıntılara varıncaya dek yalayıp görtlerine kadar zıkkımlananlar bu bayramı nasıl kutluyorlar? Onu seyredeceğim.

Cumhuriyet kutlamalarını bir tek TRT ilk haber olarak verdi. Diğerlerinde tıs yok. Onlar ibo imparatordan, asenadan, minareye çarpan uçaktan bahsediyorlar. Bir de berberini dövdü diye içeriye attıkları genç pop şarkıcının, cezaevinden özgürlüğe salınışını gösteriyorlar. Cezaevi kapısının iki yanı, tıklım tıkış kalabalık. Kalabalığın çoğu kadın kız. Saçları kömür karası, kına koru, saman sarısı. Kolları butlu, elleri kıvrak. Nerdeyse parmak uçlarını birbirine şakır şakır vurup, göbek atarak oynayacaklar. Eksiksiz bir kurtuluş kutlaması. Pop Cumhuriyeti de böyle kutlanır.

Flaşlar, kameralar, mikrofonlar. Hepsini dayamışlar, soruyorlar. Popçu da anlatıyor. "56 gün içerde yattım. Her şeye bakış açım değişti. Özgürlüğün kıymetini çok iyi anladım. Ama kendimi salıvermedim. Günde en az 3 saat spor yaptım. Çok fazla düşündüm. Bol bol kitap okudum. Yeni bir beste yaptım, bi de kitap yazdım."

Allah Allah, 56 gün içinde normal bi insan bunların hepsini nasıl yapabilir? Hani hızlı okuma formülüyle "Savaş ve Barış"ı bitiren adama sormuşlar. "Kitaptan ne anladınız?" Şöyle biraz duraksamış, sonra da cevabı yapıştırmış. "Olay Rusya'da geçiyordu."

Hapishaneden mi bahsediyor, beş yıldızlı otelden mi? Arkadaki fonda da, yeni klibini gösteriyorlar. Şarkının adı "ağır ağbim" mi, "canım ağbim" mi, öyle bi şey işte. Vahşi kudurgan bi deniz, sarp bi dağla kesilmiş. Dağın içini oymuşlar ve muhteşem bi malikâneyi spor tesislerine kadar oraya kurmuşlar. Helikopterle üstünden uçup görüntülüyorlar. Ara sıra kameralar malikâneden içeri giriyor.

O da neyin nesi? Sedat Peker ağbi koltukta oturmuş, gevrek gevrek gülüyor. Bu ağbi hapiste rokfor peynirleriyle beslenip, kokoreç çevirttirmedi mi? Çamaşır makinesine kadar her isteğini ayağına getirtmedi mi? Günâhını almayayım, kokoreç makinesini son anda içeri sokamamıştı galiba.

Dahası bu ağbi "Kızıl Elma - Turancılık" dedikleri doktrini yaymak üzere bi internet sitesi açmamış mıydı? Açılışı Hilton'da yapmamış mıydı? Geceye 1500 davetli katılmış, katılanların hepsine 14 ayar altın takılmıştı hani. Davetliler arasında siyasiler, sanâtçılar, susurlukçular, emekli generaller falan vardı. Sitenin güvenliğini "Türk İntikâm Tugayı" üstlenmişti de, "şapkasız a" basanların infazına karar veriyorlardı.

Dizlerimde hâlâ açık duran Orhan Miroğlu'nun "Dijwar - Onlara Dair Her Şey" adlı kitabı…

Oturup ağlasam, gözlerimde yaş kalmayacak. Kapıları vurup kaçsam, nereye? Küfelik olana kadar içsem, yarın gene ayılacağım.

Fırladım sokağa çıktım. Koştum koştum koştum. Sonunda yoruldum.

Yorumlar

Sayın yazarım, soluk soluğa koşarak okudum yazınızı. Dinlendiren bir uslüp. Seviyorum bu tarz yazıları. Teşekkür eder, saygılar sunarım.

Nilgün Ş. - 27 Nisan 2011 (19:59)

Birinci bölümdeki hikâye için ne desem az. Kurgu, akıcılık, üslûp, bütünlük, gerçekçilik, iç çatışmalar bundan daha güzel harmanlanabilir miydi bilmiyorum. İnsan bir şeyi çok beğenince ne diyeceğini bilemiyor.

Acaba roman mı yazmalısınız? Zamanınız varsa tabii.

Seyit Balkuv - 28 Nisan 2011 (08:51)

Derkenar sizinle gurur duyuyor.

Büdütör - 28 Nisan 2011 (12:09)

İlk hikâyeniz çok güzel, içten ve bizdendi. Meselâ beni hiç koşturmadılar örgü için, çünkü işleri hep ağır giderdi ben koşunca. Doğru veya yanlış tartışılır ama hep inanılan ve de hâlâ inanılmaya devam edilen bir gerçek. Kaleminize ve yüreğinize sağlık.

İdealist - 1 Mayıs 2011 (17:57)

Nurullah Ataç okuyordum. Bir den önüme çıktı, şöyle diyor:

"Ben bugün bu yazıların bir değeri olduğunu, bunları yazmakla bir şey yaptığımı sanıyorum. Bu sevinç, bu övünç yalan da, yazılarımın hiçliğini anladığım gün duyacağım üzüntüler, acılar, yalnız onlar mı doğru? Neden ışığa inanmıyoruz da yalnız karanlığa inanıyoruz? Gözlerim umutla parlasa bile parlaması ile sönmesi bir oluyor, içimi kemirip her sevincime ağusunu katan ifrit: 'Alık!' diyor bana: 'Nene senin umutlanmak, övünmek? Güzelmiş bu yazılar, bir değeri varmış! Gülerim senin böyle aptalca kurduğun hülyalara! Bu yaşa geldin de anlayamadın mı daha kendini? Hiçliğini, ne kadar çırpınsan da bir şey yaratamayacağını bir türlü anlamadın mı?' diyor… O ses beni ürpertiyor demeyeceğim. Nasıl ürpertir? Bunca yıldır hep onu işittim. Alışığım, yadırgayamam. Bir gün onu duymasan, umutlu bir anımda kendini duyurup beni umudumdan çevirmese, belki asıl o zaman ürperirim… Ben ona ifrit diyorum. İçimde onu ezmek için, ondan kurtulmak için uğraşıyorum ama belki de o kurtarıyor beni. Bana, ne yapsam beğenilmeyeceğimi, her yazımın en özenerek yazdığım yazının bile, falan gelmeseydi / şu sözü söylemeseydi / sen bunu yazmasaydın / bunu falancadan öğrendin / onun büyük değeri vardı / senin yok…' diye karşılanacağını hatırlatarak kurtarıyor beni. Ama neden kurtarıyor, işte onu bilmiyorum."

Deniz Türkoğlu - 6 Mayıs 2013 (15:19)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

54
Derkenar'da     Google'da   ARA