Patronsuz Medya

15 Dolar

Deniz Türkoğlu - 1 Aralık 2004  


Alberto 29, Ernesto 23 yaşında Arjantin'li iki arkadaş. Yüce Ruh adını verdikleri motorun terkisine atlayıp bir uçtan öbür uca Latin Amerika'yı gezmeyi kafaya koymuşlar. Şili, Peru, Venezuela'ya kadar her yeri görecekler, görmeden geri dönmeyecekler. Masaya Güney Amerika haritasını yayıp, üzerinde kalemin kalın ucuyla upuzun bir rota çiziyorlar. Kimse tutamaz artık onları, atlayıp gidecekler. Sene 1952, soranlara "bir yıldan önce dönmeyiz" diyorlar.

Gelgelelim Yüce Ruh berbat bir motor, Alberto düzenbazın teki, Ernesto fazla saf üstelik ara sıra astımlı. Ama üçünün de ortak bir yanı var, üçü de yollara aşıklar. Yüce Ruh'un sırtına yüklerini vurup, Arjantin'le vedalaşıyorlar.

Ülkeden çıkmadan önce Ernesto yavuklusunun "amerikaya gidersen, bana mayo al" diye verdiği 15 doları cebine atıyor. Daha yolculuğun başında Alberto'nun bu paradan haberi oluyor ve anında ona sahip olmak istiyor, yol boyunca başlarına gelen her aksilikte o paradan medet umuyor. Hele bazen açlıktan gözü öyle bir dönüyor ki "et bile yeriz o parayla" diye kurduğu saldırgan hayalleri onu çılgına çevirip, zıvanadan çıkarıyor.

Fakat Ernesto duvar gibi sağır, kazık kadar dik başlı, inadı inat, parayı bi türlü vermiyor. Alberto küplere biniyor, "sana memesinin tekini bile göstermeyen bi kız için değer mi?" diye daha derin, daha karanlık yerlerinden sarsmaya çalışıyor Ernesto'yu. Ne yaparsa yapsın, parayı gene de alamıyor elinden.

Şili'de aniden iki kişi kalıveriyorlar. Yüce Ruh son durağa geldiğine karar verip, son nefesini koyveriyor Şili'nin kurşini göğüne. Yürüye yürüye Peru'ya geliyorlar. İnka'nın ilk başkenti Cuzco'ya vardıklarında, saçları sakalları birbirine karışmış, açlıktan avurtları çökmüş, perişan olmuş bu iki meczupa anında kucak açıyor "İnka" lı kadınlar. Rengarenk yerli giysilerinin altında dimdik omurilikleri, her biri taç gibi hale gibi başlarına oturan el dokuması şapkalarının altında çeliğe benzer yüzleri var.

İki gence eski Cuzco'ya özlemle, yeni hayatlarını anlatıyorlar kendi dillerinde. İlişkilerini, yemeden içmeye, gün doğumundan batımına kadar süren yoksul, çilekeş mücadelelelerini. İspanyolcayı çat pat kıvıran, daha çok gözlerini yüreklerini konuşturan bu halk; kendi gelenekleriyle selâmlıyorlar yabancıları.

Küçük bir yerli çocuk, Cuzco'yu gezerlerken rehberlik ediyor ikisine de. Dar yolların iki yanını çevreleyen taş duvarlar arasındaki farkı gösteriyor müzipçe, "bunlar bizim duvarlar, bunlar da beceriksizlerinki" diye. Beceriksizler diye dalga geçtiği "ispanyollar". Hakikaten insanın dili tutuluyor "İnka" ların ördüğü duvarlarla, ispanyolların ördükleri arasında göz çıkaran dehşetli farka bakarken. Sömürgecilerin becerileri, Cuzco'nun duvarlarından okunuyor.

Machu Picchu'ya tırmandıklarında her ikisinin de zihni, yepyeni bir kavrayışla titreyip kasılıyor sanki. İnsanın sa'fi ruh kestiği bir medeniyet zirvesi Machu Picchu. Ipıssız şehrin merdivenlerine çöküp ilk kez "devrim" i konuşuyorlar aralarında. Dillerinden kendiliğinden dökülüveren, derinden yüzeye taşarak fışkıran tuhaf bir yürek baskısıyla.

Nereden peydahlandığı meçhul tutkulu kor gibi bir aşkla, şefkati ipince sarmalayan tertemiz bir sevgiyle mecnunlaşıyorlar aniden. Dağa taşa insana bakan gözlerindeki anlamı, tılsımlı bir dokunuşla değiştiriyor kent. "Bana bir şey oldu" diyor Ernesto. "Bana bir şey oldu!"

Yürüdükçe değişik ülkeler, şehirler, insanlar görüyorlar. Bir gece karanlığında bozkırın ortasında, karşıdan onlara doğru yürüyen iki kişiyle kesişiyor kaderleri. Ateş yakıp çevresine çöküyorlar dördü birlikte. Alberto'yla Ernesto, nereye gittiklerini soruyorlar genç çifte. Çocuklarını, ailelerini ve topraklarını komünist oldukları için terk etmek zorunda kalan binlerce insanla ortak yazgıyı taşıyan bu insanlar, umutsuzca "bir iş" aradıklarını ve madene gittiklerini söylüyorlar.

Çünkü o parayı; sıcaklığını çoktan unuttukları belki de bi daha hiç sarılamayacakları, aralarındaki mesafe yürüdükçe açılan çocukları için kazanmaya, ve bir yolunu bulup çocuklarına ulaştırmaya mecburlar.

Ateşin aydınlattığı insanların yüzü, ürkünç bir kararlılıkta taş kesmiş gibi. Bozkırın gece ayazında kupkuru gözlerini onlara dikip "siz de iş arıyorsunuz değil mi?" diye soran annenin titreyen sesine verdikleri "hayır" cevabı herkesi şaşırtıyor. En çok da Ernesto'yu. Yolları, yol olarak kullanmanın lüksünden utanıyor belki de. "Ya peki ne?" diye tekrar soruyor kadın. "Yalnızca bir yolculuk" diye karşılık veriyorlar. İliklerine kadar işleyen soğuk bir dönemeçte.

Ertesi sabah bir dağ başında bekleşen diğerlerinin yanına, işçi pazarına kadar birlikte yürüyorlar bu kovulmuş insanlarla. Tozun toprağın bulutlara karıştığı, kimsenin ağzını keskin bıçakların bile açmadığı o lanetli tepede ayrılıyor yolları.

Birazdan arkası açık kamyonlarıyla insan toplayan "patronun adamları" geliyorlar ve dişlerine göre olanları hayvan gibi topluyorlar pazardan. Geriye çelimsiz erkeklerle, gözleri çöl kumuyla dolmuş gibi kupkuru bakan o kadın kalıyor. Tek başına oturmuş, kamyonun arkasında kocasının da aralarında bekleştiği erkekleri delerek seyrediyor.

Ernesto'nun kadına takılı gözlerini "burası falanca amerikan şirketinin tapulu arazisi, hemen çekip gitmezsen özel mülke tecavüzden seni vurup öldürürüz" diyerek söküyorlar.

İşte o an, hayatında ilk kez silaha sarılıyor Ernesto. Bir "taş" alıp patlatıyor kamyonun alnına.

İspanyolların zorla başkent yaptıkları Lima'ya vardıklarında, Perulu bir doktorla buluşuyorlar. Doktor onları "cüzzamlılar köyü" ne göndermeden önce temiz giysiler ve temiz döşekler vererek evinde ağırlıyor. Karınlarını doyuruyor. Öyle seviyor ki bu iki idealist tıp öğrencisini, "hayatımda karımdan sonra bağlandığım tek şey" diye uzattığı bir dosyayı, "ne olur okuyup, fikrinizi söyleyin" diyerek ellerine bırakıyor.

Ayrılık günü gelip çattığında, Perulu doktor "romanımı nasıl buldunuz?" diye soruyor ikisine de. Alberto, Ernesto'yu gemiye doğru iteklerken hiç okumadığı halde birbirinden güzel lâfları ardarda dizip, öve öve bitiremiyor doktorun yazar yeteneğini. Ernesto'ysa Alberto'nun omzunun üzerinden uzun uzun bakıyor Perulu doktora. Evini, yiyeceğini, parasını duraksamadan paylaşan bu iyi insanın; umutlarını delicesine bağladığı o romanı, berbat bulduğunu söyleyiveriyor soğukkanlılıkla. Buz gibi bir sessizlik düşüyor ortalarına.

Sessizliği gene Ernesto bozup, "bu dünyada herkes, en iyi bildiği şeyi yapmalı" diyor. Belki de dostluk ünvanını ilk kez orada, çok zor gösterilebilecek bu dürüstlükle kazanıyor. Che (dost) ile Perulu doktor gözyaşlarıyla birbirlerine sarılıp ayrılıyorlar.

Cüzzamlılar köyü, Amazon nehrinin ikiye böldüğü bir köy. Rahibeler, doktorlar Amazon'un bir yakasında; cüzzamlılarsa diğer yakasında yaşıyorlar. Ulaşım kayıklarla sağlanıyor ve doktorlar karşı kıyıya inerlerken, ellerine mutlaka plastik eldivenler geçiriyorlar. "Niye?" diye soruyor Che. "Tedavi altına alınmış cüzzam bulaşmadığına göre, neden giyecek mişim bu eldivenleri?"

Parmakları kolları ayakları bacakları eksik, yüzleri ve bedenleri cüzzamdan eriyip gitmiş insanları tek tek kucaklayıp sarıyor çıplak elleriyle. Kendilerinden iğrenen cüzzam hastalarının ruhunda, sessiz bir hayranlık uyandırıyor Che'nin bu garip davranışı. Rahibeler manzara karşısında ter ter tepinirlerken hastalar, hayata karşı besledikleri belki de son bir merakla sarıyorlar çevresini. "Kim bu adam?" diye.

"Ruhlarını doyurmayanların, bedenlerini doyurmaya hakkı yoktur" katı kuralıyla, ayinlere katılmayanlara yemek vermeyen rahibeler, Che ile Alberto'nun da tabaklarını geri çeviriyorlar bir gün. Hastaların ve sağlıklıların kalın duvarlarla ayrılmış dünyasına, İnka duvarlarıyla ispanyol duvarları arasındaki farkı görmüşçesine bakan iki genç; yılgınlıkla bir köşeye çekiliyorlar o gün. Yorgun ve aç bedenlerinin bataklığına hızla, umutsuzca gömülmek için.

Tam o arada, cüzzam hastaları kopmuş uzuvlarına sıkıştırdıkları yiyecek dolu tabakları, açlığa teslim olmuş iki gencin önüne koyuyorlar. Bir kişi değil, iki kişi değil, üç kişi değil…

Hayata karşı hiç bir borçları kalmadığı halde son nefeslerini verecekleri bu son köprüde bile, onları öbür dünyalarından ipotekleyen kurallara karşı, peşpeşe ardarda yürüyüp geliyorlar.

Yırtık pırtık yüzleri, dünya üzerinde şimdiye dek görülmemiş bir güzellikle parlarken, rahibelerden çaldıklarıyla aç kalmış iki genci besliyorlar.

24 yaşına giren Che için, mazbut bir doğum günü partisi düzenleniyor köyün sağlam tarafında. Otorite, karın tokluğuna çalışan bu iki gence duyduğu sevgiyi elinden geldiğince gösterme çabasında. Şarkılar çalınıyor, danslar ediliyor, içkiler yuvarlanıyor. Herkes yiyip içip eğlenirken, Che dışarı çıkıp nehir kenarına iniyor. Gözleri karşı yakanın çakar almaz ışıklarında. Yanına gelen Alberto'ya "doğum günümü onlarla geçireceğim" derken, soyunuyor.

Alberto'nun "sabahı bekle, kayıkla geçersin" çığlıkları arasında, suya bırakıyor kendini. Çünkü insan Che'ye göre 24 yaşına hayatında yalnızca bir kere giriyor ve bu hayatı yalnızca bir kere yaşıyor. Bir yanda ezeli düşmanı astım, öte yanda karanlık Amazon ve onun azgın akıntısı, kıyıda Alberto dahil "gerçekten çok aptalmış" diyen diğerleri, herkes boğulmasını beklerken, belki kendi de hiç inanmazken başarıyor.

O gece ölmüyor. 37 yaşına, CIA ve onun işbirlikçileri tarafından vurulana kadar yaşıyor. Film "bu bir kahramanlık hikayesi değildir" diye başlayıp, aynı sözcüklerle sona eriyor. Filmin adı "Motosiklet Günlüğü".

Not:15 doların akibetini merak etmeyin, Che onu bozkırda rastladığı madenci genç çifte, çocuklarına göndersinler diye veriyor.

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

79
Derkenar'da     Google'da   ARA