Patronsuz Medya

Keating'i de kurtarabiliriz

Deniz Türkoğlu - 18 Temmuz 2013  


"Ormana gittim; çünkü bilinçli yaşamak istiyordum. Hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum. Yaşam dolu olmayan her şeyi bozguna uğratmak ve ölüm geldiğinde aslında hiç yaşamamış olduğumu fark etmek için."

Yukarıdaki paragrafın sahibi Henry David Thoreau adında sıkı bir adam. Gerçekten sıkı. Ayrıca, güzelleme olsun diyerek söylemiyor o lâfı, ormana gidiyor.

Concord şehrinin epey dışında bulunan Walden Gölü kıyısında, bir dostunun boş arazisi üzerine kendi elleriyle basit bir kulübe kuruyor ve iki sene sessiz sedasız o kulübede yaşıyor. Tamamen doğanın içinde, yapayalnız geçen upuzun iki yıl. Çoğu insan için imkânsızı başarıyor belki de.

Thoreau; naturalizm, transandantalizm, çevrecilik gibi pek çok alanda çalışmalar yapmasına rağmen, bence asıl bombayı "Sivil İtaatsizlik" (Civil Disobedience, 1849) adlı makalesiyle patlatmış. Bu makalesinin Gandhi, Martin Luther King, Tolstoy gibi isimlere ilham kaynağı olduğu söylenir. Oldukça etkileyici bir karakter ve güzel söylüyor doğrusu:

- "Ormana gittim, çünkü bilinçli yaşamak istiyordum."

Başka alıcısı çıkar mı bilmem ama bence "ormana gitmek" oldukça yerinde bir karar. Öyle yerindeki hatta, 1800'lerden 2013'e uzanıp, bana da ilham kaynağı oldu, şimdi benim de içimden ormana gitmek ve kendime, kendi elceğizlerimle, bir kulübe kurmak geçiyor.

Fakat bizim memlekette şehirler insanın yakasını bir tuttu mu kolay kolay bırakmaz, orman ne kelime, bazen otoyola girmenizle çıkmanız arasındaki zaman bile, çağlara tekabül edebilir, bilen bilir.

Dolayısıyla Thoreau'yu, merkezinde bu paragrafın yer aldığı 1989 yapımı "Ölü Ozanlar Derneği" filminden takip edelim biz. O kadarı bize yeter.

Filmi ilk izlediğimden bu yana epey zaman geçmiş. Nereden aklıma estiyse, şu sıralar yeniden izlemek istedim. İyi ki izlemişim, Thoreau'nun itaatsiz ruhunun da etkisiyle, filmin otorite karşısında takındığı tutum, bugünün anlam ve önemine pek uygun düştü.

Hani bizde de yüce kralın buyrukları yok mu, yetmezmiş gibi kraldan çok kralcı olanlar halkın ümüğüne çökmüyor mu, o da yetmezmiş gibi durumdan vazife çıkaran iyisaatteolsunlar ortalığı gaza/kana bulamıyor mu, esnaftı, tüccardı, kıldı, tüydü derken memleket sokaklarında hacamatın bedavaya getirildiği bu enteresan günlerde, neyi seyredecektim zaten? İnek Şaban'ı mı? Değil. Öyleyse filmin kısacası şöyle:

Olaylar, kendi bölgesinin en disiplinli ve en iyi akademisi olan Welton'da yaşanır. Her yıl görkemli törenlerle açılan Welton Akademisi, her zamanki gibi gene o yıl da (1959), ilk iş, bir dizi sarsılmaz ilkesini öğrencilerine okutup belleterek ders yılına başlar.

Bu ilkeler "disiplin, gelenek, onur" gibi ilkelerdir ve ilkelerden katiyetle vazgeçilemez, Welton böyle bir şeye asla izin vermez!

Bırak vazgeçmeyi, ilkelere ters düşen herhangi bir örnek en ağır şekilde cezalandırılmayı hak ettiği gibi, en basit ceza, bazen sopalarla dövülmek anlamına gelebilir. Böyle! İşine gelirse.

Yönetmen film boyunca güçlülerin, zayıflara uyguladığı baskının ya da baskıyı görünür hale getiren kuralların, karşı çıkılmak için olmadığını öyle çok vurguluyor ki, bir süre sonra "otoritenin baskısı" filmin içinden fırlayıp, izleyicinin boğazına yapışan bir kelepçeye dönüşüyor sanki.

O baskıya karşı koyabilmek için, insanın ağrı eşiğinin hayli yüksek olması gerekir. Benim gibi eşiği düşük insanların filmden rahatsız olmamaları ve sonuna kadar normal bir halet-i ruhiye ile seyretmeleri mümkün değil zira. Değil ama, kediyi de merak öldürür.

Filmi kaptırmış izlerken çocuksu bir isyan, haklı bir karşı duruş, bir hop dedik hali sarmıyor değil insanı. Neyse ki yönetmen de, filmin oralarını tam öyle çekmiş.

Aynı anda akademinin asi öğrencileri, bu saçma sapan tutuculuğa karşı çıksam ne olur, bana ne yapabilirler ki, en fazla akademiden atarlar diye düşünmeye başlıyorlar çünkü.

Sen misin öyle diyen, kısa bir süre sonra, aynı tutuculuğun, aynı bağnazlığın, artık neyse Welton'un amentüsü, onun aynının; ayaklı taşıyıcısı haline gelene değin, otoriteye itaat etmenin şartını bucağını, acı bir şekilde iyicene öğreniyorlar.

Konu size de tanıdık geldi mi?

Biz izleyiciler de, Welton Akademi'nin "onur" derken kimlerin onurunu korumaya aldığını, disiplini kimlerin hayrına istediğini, gelenekçiliğin ardında kimleri el bebek gül bebek beslediğini böylece anlamış oluyoruz. Konu size de tanıdık geldi mi?

Kitabı da güzeldir ama ben filmini severim. Filmdeki kurgu, oyunculuk, teknik ve estetik detaylar bence gayet iyidir.

Hele özgür düşünceleriyle öğrencileri tarafından da çok sevilen, İngiliz Edebiyatı öğretmeni Keating'i canlandıran Robin Williams, rolün hakkından fazlasını vermiş, açıkça döktürmüştü.

Kaşıyla gözüyle oynuyordu adeta. Hoş, film de bir yere kadar gelip bir yerden sonra normal koşullarda oynamaya pek imkân vermiyordu. Ne dersiniz, size de tanıdık geldi mi?

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri de, kendi öğrencileri tarafından, Keating'in, otoriteye satışının yapıldığı sahnedir. Welton Akademisinde ilâhlar kurban istemektedir ve şöyle söylenir:

- "Keating'i kurtaramazsın ama kendini kurtarabilirsin."

Bazen tatsız ve acımasız inançların, bizi her yerden çevrelediği, öyle kötü zamanlardan geçeriz ki, geriye dönüp baktığımızda elimizde yalnızca utanç kalır.

Onlar öyle zamanlardır ki, mutluluktan, sevmekten, hayal etmekten, denemekten, düşünmekten, yaratmaktan, paylaşmaktan, uzağımızdakinden, yakınımızdakinden, kendimizden bile korkarız.

Yazacağımız varsa silmek, konuşacağımız varsa susmak, gideceğimiz varsa durmak isteriz.

Siyasetçiler dört bir yanımızda avaz avaz bağırıyorken, yapacağımız basit, en basit hareketin bile, karşı tarafı tahrik edebileceğinden, kendimizi savunma anlamına gelebileceğinden, yanlış anlaşılabileceğimizden korkarak; büsbütün zararsız olmak, yararsız olmak, ama öyle böyle değil, bi koşu kendi ayaklarımızla şehrin valisine gidip, nefes aldığımız için bizi bağışlamasını yalvarmak isteriz.

İşte öyle zamanlarda, şu repliğe ne dersiniz?

- "Hepimiz solucan yemi olacağız arkadaşlar! Buna ister inanın, ister inanmayın. Her birimiz bir gün nefes almayı kesecek ve öleceğiz. Hepimiz çiçeklere gübre olacağız."

Ya da şu repliğe:

- "Bu bir kavga, bir savaş ve ölenler kalpleriniz, ruhlarınız olabilir… Kendiniz için düşünmeyi tekrar öğreneceksiniz… Güçlüler bildikleri gibi devam ederken, siz de dünyaya birkaç dize katkı yapabilirsiniz. Evet, yapabilirsiniz. Peki sizin dizeniz ne olacak?"

Güzel soru değil mi?

Yorumlar

Deniz, o kadar güzel yazıyorsun ki, sözün bitip sustuğunda insan söz alıp aynı konuda bir çift lâf söylemeye cesaret edemiyor.

En azından benim açımdan böyle bu.

Gene de ziyafet üstüne keçi boynuzu kabilinden bir iki lâf edeceğim. Sussam şişerim (ki bu aralar zeplinden halliceyim zaten).

Yazını okuduktan sonra filmi ben de bir kez daha (sanırım üçüncü kez) izledim. Ve tabii daha önceki izleyişlerimde gözümden kaçan bir sürü yeni ayrıntı gördüm. (Bir film üçüncü kez niye izlenir diye soracaklara rahmetli Atıf Yılmaz cevap versin: "Lütfü Akad, Visconti'nin Leopar filmini 67. izleyişinde daha önce görmediği bir şeyler daha fark etmiş…" Evet, sinema böyle bir şey; izledikçe açar sırlarını o sabrı gösterenlere.)

Bu filmi seyrederken de, bir kez daha, en çok kızıl saçlı çocuk (Cameron) üzerine kafa yorduğumu fark ettim. Oldum olası anlamaya çalıştığım -ama anlayamadığım- bir şeydir: Bir insan, hem de daha o yaşta, içindeki isyankâr ruhu nasıl ve hangi saiklerle öldürür, otoritenin temenna eden bir neferine dönüşür? Çocukluğumdan beri hep anlamaya çalıştığım ve empati kurmayı hiç beceremediğim bir insan türüdür bu. Kim güçlüyse onun safında yer alan ve onun safsatasını vaaz eden karakter terkibi nasıldır, ben hiç çözemedim. Galiba bundan sonra da çözemeyeceğim.

Bana gelince: Riskli gibi görünen durumlarda "aman abi, bu yol tehlikeli, bulaşmayalım, etrafından dolanalım" sözünü her duyduğumda da içgüdüsel olarak "etrafından" dolandım hep.

Tehlikenin değil, bu gibi lâfları edenin…

Necdet Şen - 26 Temmuz 2013 (23:27)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

98
Derkenar'da     Google'da   ARA