Patronsuz Medya

Hakim Bey

Deniz Türkoğlu - 31 Mart 2012  


Geçenlerde Radikal gazetesinde Ezgi Başaran'ın Sosyolog Nilüfer Göle'yle yaptığı bir söyleşi yayınlandı. Göle, Avrupa'da (Fransa'daki Muhammed Merah olayıyla) giderek yükselen "İslâmafobi" ye dair vurucu şeyler anlatıyor.

Gerek Cameron, Sarkozy, Merkel gibi siyasetçilerin söylemlerinin, Avrupa'nın güvenlik politikalarında sertleşmeye gidebileceğinin sinyali olduğunu anlatırken ("Entegrasyon projesi çöktü, azınlık ve göçmen politikamızı değiştirelim" diyorlarmış), gerekse "Camilerin minarelerinden başörtüsüne, helâl ete, her gün İslâm'la ilgili başka bir tartışma yaşayan Avrupa'da hayat, Müslümanlar için kolay olmayacak. Çok kötü oldu bu." derken, hayli tedirgin olduğu anlaşılıyor.

Üstüne, "Fransa'nın 11 Eylül'ü sayılır" dedikleri olayın (Merah olayı), gündeme "İslâm'la ilgili bir hastalık" olarak yerleşmesi, o yetmiyormuş gibi Le Monde'da bir Müslüman'ın "Bu olay İslâm'ın hastalıklarından kaynaklanıyor çünkü İslâm reformunu yapmadı." diye yazması, işleri daha da zora sokmuş.

Gün geçtikçe fantastik uçlara kayıp şirazesinden çıkan, kendilerinin üstün medeniyet, Müslümanların ise barbar olduğunu savunan sağ argüman karşısında, Fransız solcularını zor günler bekliyor anlaşılan.

Avrupalının İslâm'la ilgili "hastalık" dediğinin, yani "inancın silâh gibi (ama yıkıcı bir silâh gibi) kullanılıyor olmasının" ardındaki karanlığa, Diyojen olsam elimde fenerle bile yaklaşmazdım.

Hele Ezgi Başaran'ın bir sonraki makalesinde söyleşiyi değerlendirirken sarf ettiği şu sözlerden sonra:

"İslâm dini; sınırsız akıl yürütmelere ve eleştirel akla karşı zımni surlarını hiç indirmediğinden, tartışmalar hep belli dokunulmazlara çarpıp sekiyor. Biraz kafasını uzatıp sorgulayana, burçlarından linç oklarını fırlatıyor."

Bunlar son derece haklı tespitler bana göre de. Ürkütücü fakat haklı. Gerçekten de İslâm dinini tekeline alıp sahiplenmiş görünen bir kütleye, dışarıdan yaklaşmak dahi zor. Değil ki o kütlenin içine girebilmek, içerideki havayı eleştirmek, sorgulamak, tartışmak söz konusu olabilsin. Dışarıdan yapılan eleştirilere de ya kulakları tıkalı ya da "Ananı da al git!" tepkisi veriyorlar.

Makalede; İslâm alimlerinin ve teorisyenlerinin çıkıp bu konularda bir şeyler söylemesinin ya da demokrasi talebiyle sokaklara dökülen Arap Baharı insanlarının soruna cevap olmadığı, Müslümanların kendilerine yapılan haksızlıklara, aşağılamalara karşı bizzat sivil ve demokratik haklarını kullanarak itiraz etmeleri, Avrupalının algısında "İslâm ve terör" bu kadar yan yana yerleşmişken kitleler halinde ayağa kalkmanın gerektiği ve bu sessiz, tevekkülcü duruşun sorunlu olduğu söyleniyor.

Sonra da şu soru soruluyor:

"11 Eylül'den beri aralıklarla tekrarlanan İslâm kaynaklı terör eylemlerine karşı dünyanın her köşesindeki Müslümanlar bir anda ve hep beraber sokaklara dökülüp, niye itiraz etmediler?"

Bence burada "hangi Müslümanlar?" sorusunun sorulması lâzım. Sokağa çıkması ve protesto etmesi beklenen Müslümanlar hangileridir?

Elitist yönetici, zengin, iktidar sahibi, İhsan Eliaçık'ın tanımıyla "Kapitalizm'e abdest aldıran" o bir kısım Müslümanlar mı, yoksa geriye kalan diğer Müslümanlar, yani halk mı? Dünyanın İslâm coğrafyalarında yaşamaya çalışan veya Avrupa kapılarını ekmek umuduyla aşındıran Müslümanların durumları ortada çünkü. Onlar daha kendi evlerinin odalarında ayağa kalkar kalkmaz sopa yiyor, gazlanıp coplanıyor, tekme tokat tepeleniyor, katlediliyorlar.

Diyelim ki tepedeki o bir kısım Müslümanın uyguladığı baskı, şiddet, zulüm çemberini kırdılar ve başkaldırdılar, o zaman yalnızca demokrat Avrupa'nın değil, evin içindeki abdestli kapitalistlerin de "terörist" yapıştırmasına mazhar olmayacaklar mı? Olmuyorlar mı?

Oysa Kur'an'ı yalnızca entellektüel meraklarla okumuş, Peygamber'in hayatına vakıf olmuş her sıradan insan bilir ki, Müslümanca duruşun ilk şartı; sultaya karşı çıkmak, Sultanlardan kurtulmaktır.

Ben kendi toplumlarına Sultan olmuş o bir kısım Müslümanın, gerçek Müslümanlar olarak lânse edilmesinde ve her türlü sosyal çarpıklığın dini argümanlarla anlatılmasında, ahlâksızlığın, haksızlığın, cinayet, katliam, soykırım vb, gibi ne kadar soysuzluk varsa her şeyin dini çerçeve içinden faturalandırılmasında şeytanî bir zekânın gülümsemesini görüyor, bu Müslümanlar da amma ezik kardeşim, ne isyan edebildiler, ne reform yapabildiler sonucunun çıkarılmasını son derece tehlikeli buluyorum.

Bu coğrafyalarda tevekkül bir sorundur ve kaderlerine boyun eğmiş insanlar, kendi haklarını bile savunmaktan acizdirler diyelim, fakat acaba yalnızca Müslüman oldukları için mi bu böyledir, yoksa sağcı/muhafazakâr/maslahatçı politikaların ayakları altında ezilip inim inim inledikleri için mi?

Böyleyken siz olsanız, demokrasisinde ilerici, muhalif, dünyaya 1789 gibi bir tarihi hediye etmiş, geleneklerinde protesto ve haklı direniş alışkanlığı olan devrimci Fransızlardan; biz kalkışamıyoruz burada, gülle gibi tepemize çöktüler, gelin siz de arkadan biraz ittirin diyerek yardım beklemez miydiniz?

Ne oldu o Fransız ruhuna? Bu kadar ırkçı, böylesine kapitalist, böylesine insanlıktan bîhaber olabilecek denli muhafazakârlaştıklarına göre, maslahatçı demokrasilerine kurban gittiler anlaşılan.

Hayır, biz de çok yakından tanırız o maslahatçıları. Kalkışamama sebebimiz aynı demek ve dilerlerse sorunlarını maslahatçı gelenekten gelen "ne olursa olsun, yeter ki devlete zarar gelmesin" anlayışındaki Sayın Başbakanımıza devredebileceklerini söylemek istedim.

Bizim sıkıntılarımızı çözdüğü gibi, Fransızlarınkini de şıpın işi çözerdi. Hem böylece İslâm'ın gereksindiği reformu da tek eliyle yapmış olmaz mıydı?

Valla bilmiyorum, ben aslında albüm tanıtımı yapacağım: Mehmet Erdem'in yıllardır yolunu gözlediğim albümü nihayet çıktı, "Hakim Bey" şarkısını şahane söylemiş. Saatlerdir döndüre döndüre dinliyorum. Çok gaza geldim, size de dinleteceğim. Israr ediyorum, Allah aşkına!

"Şikayetim var cümle yasaktan
dillerimi hakim Bey, bağlasan durmaz
gelsin jandarma polis karakoldan,
fikrim firarda, mapusa sığmaz, eyvah…"

Canım şarkıyı böyle birden bire yarıda kestim ama, aklıma son derece önemli bir şey geldi, acaba diyorum, bundan kelli biz bu yazıları, bu şarkıları, tümden her sözümüzü, her konuşmamızı, hatta külliyen her düşüncemizi, "güvenlikçi politikalar"ın hacamatından kurtulabilmek adına, Sırrı Süreyya Önder gibi, yalnızca Latince mi yapsak?

Yorumlar

Güzel yazı, güzel yazar, güzel şarkı: -)

Evet sistem söylemek istediğim bu kadar.

Tarık - 2 Nisan 2012 (23:43)

Konuyla ilgili İbrahim Karagül'ün bugünkü "Şeytan" adlı yazısı dikkate değer.

"22 Nisan'da Fransa'da seçim var ve Nicolas Sarkozy fırtına gibi esiyor. Komplolar hazırlıyor, senaryolar uyguluyor, kitlesel öfke ve ayırma tezlerine yatırım yapıyor, "İslâm tehdidi" korkusu yayıyor, yabancı düşmanlığı ile oy toplamaya çalışıyor. Müslümanlara ait evleri basıyor, insanları sınır dışı ediyor.

Bir hafta içinde Kuzey Afrika kökenli üç Fransız askerini, bir Yahudi okulu önünde üçü çocuk bir dört kişiyi öldüren Muhammed Merah, kuşatıldığı evin camından atlarken kurşun yağmuruna tutulup öldürüldü. Bir çokları, Merah'ın Fransız istihbaratına çalıştığını, kullanıldığını ve yok edildiğini düşünüyor. Bazıları da, Yahudi karşıtlığı ve İslâm düşmanlığı üzerinden oy avcılığı yapan Sarkozy'e bağlı unsurların ortak senaryosundan söz ediyor."

Şeytan (İbrahim Karagül - Yeni Şafak)

Fransa'da gittikçe artan İslâm düşmanlığının nedenleri hakkında bilgi sahibi olmak için, özellikle okumalı.

Mahmut Taha - 4 Nisan 2012 (20:12)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

56
Derkenar'da     Google'da   ARA