Patronsuz Medya

Hicran

Deniz Türkoğlu - 24 Kasım 2003  


Hicran, kaç yaşındaydı ki o zamanlar? Ondört, bilemedin onbeş olsun. Mahallenin cam güzeliydi, her bir çiçeği yumruk büyüklüğünde küpelisiydi. Kadife yapraklarını saksısından salkım salkım sokağa sarkıtmış, pür telâş dişi bir bitkiydi. Bir bakarsın Hicran kıl gibi ince bir dalın üzerinde havadan nem kapmış, hemencecik kapanıveren ben sana küstüm çiçeği olmuş. Yapraklarını kapattı diye bu kez inadına penceresini açmış.

Penceresinin yamalı perdesi gece gündüz ardına dayalı zaten. Ne rüzgârın değmişliği var perdesine, ne güneşin, ne ay dokunmuş şimdiye kadar, ne de karanlık. Kirlenmiyor bile, çekildiği yerde öylece kalakalmış. Ne varsa zamanın içinde, perdeye inat hepsi de tozlu potinleriyle Hicran'ın yatağına dalmış, sarmışlar sarmalamışlar incecik bedenini döne döne uyuyup büyüyorlar fakir yatağının içinde.

O böyle kalabalık kalabalık uyurken komşu evlerin sokağa bakan yüzlerine sandalyeler atılmış, koltuklar ittirilmiş. Herkes yüreğinin ağrısına göre eline çayını, rakısını, ispirtosunu almış; iyisinden kötüsüne, dürbün gibi gözlerle Hicran'ı seyrediyor.

Yatağı pencereye dayalı, örtüsü her zaman kırışık, orada uyuyor, oturuyor, yiyor, ağlıyor, gülüyor. Yatağının baş ucundaki naylon kaplı tahta masada sahanları, tabakları, bardakları duruyor. Yemeğini tekli havagazında pişirip, bulaşığını helanın musluğunda yıkıyor. Ayak ucuna ikinci bir yatak daha yapıştırmış, onda da gece gündüz hiç kalkmadan anası uyuyor. Ortada soley marka portatif bir soba, yazları sehpa niyetine kullanıyor. Oldu bitti işte. Neyine yetmez bu kadar eşya. Zaten oda dört adım enlemesine, beş adım boylamasına aniden bitiveriyor.

Rusya'da da böyle evler varmış. Bir ağabey anlatmıştı. Müşterilerine ağabey amca diyen Hicran'dan başkası yok ki. Sana bir buzdolabı alayım dediydi de, sığmaz demiştim. Bu Rusya nerededir, nasıl gidilir, kim biliyor?

Bütün giysileri yatağının baş ucuna çivilediği askılıkta asılı. Eski püskü ev hırkaları, şalvarları, havlusundan, çarşafına, mantosundan, geceliğine kadar hepsi. Üç plastik askıyla çiviye taktığı tuvaletleri bu karmakarışık yığının arasında yanar döner pullarıyla, elmas gibi parlayan Beyoğlu taşlarıyla yapış yapış sırıtıyor.

Bir çingene pembesi ipince askılı, dapdaracık parlak uzun olanı, giyince etekleri sokakları süpürüyor. Bir siyah kısacak olanı, ne zaman onu giyse çarpık çocuk bacaklarıyla beyaz beyaz gidip, fırın karasına sürünmüş gibi geri geliyor. Çürükleri geçene kadar uzun olan diğer ikisini giyiyor günlerce.

Üçüncüsü hepsinden fena. Yakası göbeğine kadar açık. Sahnenin tavanına asılı duran kristal küreyi indirip ütülemişler, Hicran'a elbise diye dikmişler sanki. Ayna parçalarına asılıp kalmış sayısız insan yüzü, ağırlıklarıyla şimdiden sıska omuzlarını göçertmiş, insafsızca aşağılara doğru çekiyorlar zavallıyı. Üstelik bir bakan, dönüp bin kere daha bakıyor.

O elbiseyi giyince patron Hicran'ı pavyonun kapısına dikiyor. Yanında yakası kürklü paltosuna sarılmış yüz kiloluk kapı görevlisiyle birlikte, yağmur çamur demeden orada öylece duruyor. Eti beyazdan kırmızıya, kırmızıdan mora dönünce, dişleri takır takır saymaya başlayınca çekip alıyorlar Hicran'ı da.

Ama önce Tepebaşı'dan gelen arabalar farlarıyla ona çarpıp çarpıp ışığı katlıyorlar loş sokakta. Galatasaray'dan dönenleri Hicran'ı yanlamasına görüp son anda frenliyorlar yakası açılmayacak sözlü isteklerini. Burun buruna gelmiş arabalarını bir çırpıda park edip, Hicran'ı hiç görmemişçesine ağır ağır giriyorlar dumanlı kapıdan içeri. Konsolosluğun karşısındaki pavyonun önü tıklım tıklım, ana baba günü gibi.

Saçları kendinden kıvırcık. Saç değil kuzu postu. Gece boyunca bütün toprakları düşman ökçeleriyle tek tek ezilip, hallaç pamuğu gibi atılmış. Öylesine karışık, öylesine dağınık. Her sabah okkalı bir küfür basıyor bu tüy yumağı kafaya. Oysa ne sevimli, turuncu bir püskülü andıran o yuvarlağın pencerede yavaş yavaş dikilmesi.

Dikilir dikilmez yüzünü yıkamadan şalvarının üstüne geçirdiği eprimiş hırkasıyla elinde süpürgesi, kovası, arapsabunuyla yine karşıdaki pavyona koşuyor. Bu kez temizlik yapacak.

Temizlikçiliği de fahişeliği gibi yarım yamalak. İkide bir fırlıyor pavyonun kapısına, avazlanıp bağırıyor komşulara, gözleri evinin penceresine kilitli. Raşit ağabey, Emine abla bi baksanıza, anam iyi mi?

Hicran'ın ayak uçları sabaha karşı girdiği yatağında, anasının başına değiyor. Anasının saçları kısacık. Aklı bir gidip bir geliyor. Aklının peşine düştüğü günlerde yapışıyor saçlarına, yol yol yolup atıyor hepsini. O yüzden Hicran, her hafta elinde küçücük bir makasla oturtuyor kadını önüne. Bir öpüyor, bir kesiyor saçlarını. Sonra da makası pencere önünde duran onlarca saksıdan birinin toprağına gömüp, saklıyor.

Çın çın çınlayan teneke bilezikleri, hop hop oynayan boncuk kolyeleri, taşlı tokaları, renkli yüzükleri solgun yemenisinin dört ucunu düğümlediği çıkının içinde, pencerenin koluna takılı. Pencerenin içi; sıra sıra dizili oyuncakların arasına yerleştirdiği pudralar, dudak boyaları, allıklarla dolu.

Pencerenin dışı saksı saksı. Yaz vurdu mu İstanbul'a, hemen küçük bir yoğurt kabında bir kökçük fesleğeni sıkıştırıyor diğerlerinin arasına. Bir çene Hicran'da, fesleğen öbürleri gibi büyüyene kadar hiç susmuyor. Bir eli fesleğende bir eli anasının burnunda, serseme döndürüyor herkesi.

Olsa olsa ondördünde daha, hadi onbeş olsun. Ne zaman sorsam gözlerini devire devire yirmiüç olduğunu söylüyor. Ardından da tek omzuna yarım daire çizdiren o sert hareketle memesinin tekini hoplatarak "inanmazsan inanma be" diye kalayı basıyor.

Sinirlenince ciğerleri ağzından dökülecek gibi öksürüyor. Sinirlendiği de pek görülmüyor ya, kafası karıştı mı sinirleniyor. Her zaman yastığının altında duran peçete paketinden çektiği peçetelerle gözlerini silip "öksürünce bile ağlıyorum be, bu ne biçim iş?" diye soruyor dilsiz anasına.

On yaş fark var mı aralarında? Komşular anlatıyor diyor. Anamın çok iyi bir ailesi varmış. Dört kardeşmiş bunlar. En küçükleri benim annemmiş. Bir gece yangın çıkmış en alt katta. Her tarafı tahta ya apartmanın, sarıvermiş bütün katları. Hepsi de ölmüş, bütün apartman. Bir dayımla annem kurtulmuş yangından, allahın işi işte. Ondan sonra mahalleli buraya taşımış ikisini. Bu döşekler, yorganlar hep onların.

Tek oğlanmış dayım. O yüzden okusun demişler. Yememiş yedirmişler. Ama herkes ölünce, çalışmak zorunda kalmış. Artık ne iş yaptıysa, anama pek güzel bakmış. Bakmış bakmasına da, o işteyken bir gün anneme kötülük yapmışlar. O gün hem annemin dili tutulmuş hem de bana hamile kalmış. Olsun, dayım bize yine güzel güzel bakmış. Benim saçlarım tıpkı onun saçlarına benziyor.

Ben yedi yaşımdayken, okula başlatacakmış beni o sene, işe diye gitmiş bir daha geri dönmemiş. Mahalleli diyor ki, gazetede resmini gördük Kemal'in. Kazancı yokuşunda yatıyordu. Toplanıp karakola gittik ama bulamadık yok diye, cenazesini vermediler bize.

Ben inanmıyorum ki, dayım bizi bırakıp da ölmez, mutlaka Rusya'ya gitti. Hem belki bana da söyledi, küçüktüm diye hatırlamıyorum. Param iyice biriksin diye bekliyorum, anamı da alıp Rusya'ya gideceğim.

Taşınacağım gün "Hicran" diye seslenmiştim Hicran'a, "izin ver de şu çiçekli pencerene bir çamaşırlık yapayım". Yıkadığı bütün çamaşırları aynı askıya asıyor, çamaşırlardan damlayan tıpır tıpır sular döşemeyi kabartıyor, duvarları küf yeşiline boyuyordu.

Tek omzunu hoplatan aynı hareketle "yap, bana ne" demişti. Saksıların arasına yerleştirdiğim bir süpürge sapına iki ip gerip pencereye çivilemiştim. Bir torba mandalı pencerenin içine, oyuncaklarının boyalarının durduğu yere bırakmıştım.

Sonra kamyonun önüne binip çıkıp gitmiştim o mahalleden. O Hicran'ın evini gördüm dün gece televizyonda. Sıvaları dökülmüş, tahtaları yanmış, odanın içi görünüyor. Ama gitmiştir Hicran Rusya'ya. Aradan o kadar çok yıl geçti ki, gitmiştir mutlaka.

Gitmiştir değil mi?

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

89
Derkenar'da     Google'da   ARA